Kur'an-I Kerim'de Edeb

Kur’ân-ı Kerim’in her harfi, her kelimesi edeb tâliminden ibarettir. Çünkü o, kulu, esfel-i sâfilînden, yani aşağılar aşağısından; mahlûkâtın en şereflisi demek olan “eşref-i mahlûkât”a yükseltmeyi hedefler. Bu sebeple insanları fıtratlarına uygun şekilde, tedrîcen terbiye eder. Kur’ân-ı Kerim’i ilk defa dinleyen veya okuyan kimse de bu hikmetler hazinesinden kendi gönül iklimince nasiplenir; her ân onunla meşgul olan da içindeki inci ve mercan keşiflerine doyamaz. Çünkü o, Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş, içinde eksik, noksan, hata veya ilâve bulunmayan ilâhî kelâmdır. Her harfiyle, her mânâsıyla mûcizedir.

Bu hakikati Mevlânâ Hazretleri, ne güzel ifade eder:

“Gözünü aç da Allâh’ın kelâmına baştan başa bir bak!.. Âyet âyet bütün Kur’ân, edeb tâliminden ibârettir!..”

 

Kur’ân, Allâh’a Karşı Edebi Öğretir

Allah, pek çok isim, sıfat ve fiili ile Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılmıştır. Celâlî ve cemâlî sıfatları vardır. Her şeyi yoktan yaratan, idare eden, istediği gibi hükmeden, dilediğini yüceltip dilediğini zelil kılan, vakti gelince zâtı dışındaki her şeyi yok eden Allah Teâlâ’dır.

Böyle yüce bir zâtın huzurunda; öncesi yokluk, sonu yokluk olan, acziyetler içinde doğup ihtiyaçlar içinde hayat süren ve nihayet kendi irâdesi dışında bir ölümle âhiret âlemine gidecek olan insanın varlığı “yok” hükmündedir. O hâlde insanın kendi varlığını, güç ve zaafını, kısacası nefsini tanıması, Allâh’ı tanıması yolunda önemli bir merhaledir.

Allâh’ın hiçbir şekilde affetmediği yegâne günah, kendisinin inkâr edilmesi veya kendisine “şirk: ortak” koşulmasıdır. Bunun dışındaki bütün günahları, affedeceğini bildirmiştir. Hadîs-i şerîfler, kul hakkının da ancak karşılıklı helâlleşme ile ödeneceğini, ama Rabbimizin bazı kullarına da bu hususta yardımcı olacağını bildirmiştir. O hâlde bunu da “affedilmeyecek” günahlar içine dâhil etmemeliyiz. Çünkü kul hakkının da nihayetinde silinme imkânı vardır. Ancak küfür, inkâr ve şirk ise, bütün hayatı kuşatmış ve ölüm ânında da îman ve hidâyete dönmemişse, âhiret hayatında affedilmeyecek tek günahtır.

Zira bu günahlar, zikrettiğimiz “Sonsuz kudrete sahib, her türlü ikram ve ihsânın yegâne mâliki” Allâh’ı görmemek, kabul etmemek; kendi zavallılığına bakmadan O’na karşı diklenmektir. İçinde kibir, gurur, benlik vb. birçok hastalığın bulunduğu bu tavır, kâinâtta zerre kadar bile yer kaplamayan, zamanın çok cüz’î bir kısmında görünüp kaybolan bir insan için elbette affedilmeyecek en büyük isyandır. Allâh’a karşı yapılan bu haddini bilmemezlik, en büyük “nankörlük” kabul edilir. Dolayısıyla Allâh’a karşı edebin ilk şartı, “haddini bilmek”tir.

İkinci edeb basamağı, O’nun emir ve yasaklarına uymak, kısacası kulluktur. Zaten insan ve cinlerin yaratılış gâyesi kulluktan başka bir şey değildir. İnsanların değeri, Allâh’a kulluk ve duâsı nisbetindedir. Bu kulluk, herkesin fıtratına, güç ve imkânlarına, zekâ ve aklına bağlıdır. Allah, herkesi eşit derecede kullukla mükellef tutmamış, insanlara gücünün üstünde bir yük yüklememiştir. Ama bütün insanların asgarî değerde yapması gereken ibadetler, tutması gereken nasihatler, kısacası en alt seviyedeki insanın bile mükellef olduğu birtakım emir ve yasaklar vardır. Bunun üstünde kulluk yapıp Allâh’ın rızâsına giden yolu aramak isteyenlere de Rabbimiz, açık kapı bırakmıştır.

Zaten bütün mahlûkât, dağlar, taşlar, akarsular, bitkiler, güneş ve ay, kısacası her şey kendi lisânınca Allâh’a kulluk ve itaat hâlindedir. Allâh’ı zikreder, O’na secde eder, boyun eğer. İsyan etme potansiyeline sahip insan ve cinlerin de beden ve ruhları, aslında Allâh’ın yarattığı yapı üzerinde devam ettiği müddetçe Allâh’a kulluk etmektedir. Meselâ diliyle Allâh’ı inkâr eden bir kâfirin bütün vücudu, kalbi, damarları, midesi vs. hep Allâh’ın emrinde ve O’nun kontrolündedir. Her biri kendi sorumluluğu ile alakalı işlerini eksiksiz yapmaya devam etmektedir. Kalp atmakta, damarlar her ân onbinlerce kilometrelik bir şebeke içinde kanı deveran ettirmekte, göğüsler nefes alıp vermekte… vesâire… O hâlde Allâh’ı inkâr veya O’na isyan, sadece sûrettedir. Gerçekte ise, derinden derine bütün kâinâtta Allâh’a itaat ve kulluk, O’nun belirlediği prensipler içinde hayat devam edip gitmektedir. İsyan ve küfre dalan, sadece kendisine zarar verir.

Allâh’a karşı gözetilecek bir edeb de, “O’nun öğrettiği” Kur’ân-ı Kerim’e, O’nun “âlemlere rahmet olarak gönderdiği” Son Peygamber’e ve daha önce gönderilmiş bütün peygamberlere, aralarında fark gözetmeksizin îman etmeyi gerektirir. Bu îmanın adı, İslâm’dır. İslâm ise, Allâh’ın insanlar için “seçtiği ve râzı olduğu” dindir. O’nun dışında bir din aramak, Allâh’ın hoşlandığından hoşlanmamak demektir ki, Allâh’a karşı yapılmış en büyük edebsizliklerden birisidir.

Allâh’a karşı edebin dördüncü aşaması ise, O’nun rızâsı uğrunda bir “fedâkârlık hayatı” yaşamaktır. Bu hayat; tefekkür, Allâh’a zikir, şükür ve ibadetle ziynetlenirken diğer taraftan da O’nun mahlûkâtına hizmeti hedef alır. Akraba ve muhtaçlara yardım etmekten tutun da, sokaktaki bir kediye su vermeye kadar bütün “hayır ve güzellikler”; bu seviyede ele alınabilir.

 

Rasûlullâh’a Edeb

Kur’ân-ı Kerim, ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’den son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafa’ya kadar “sayısını ve isimlerini” sadece Allâh’ın bildiği pek çok nebî ve rasûl geldiğini haber verir. Biz, bunların hepsine birden îman ederiz. Onlar, Allah tarafından gönderilmiş, insanlara Allâh’ın indirdiği dini yaşayarak öğretmeye çalışmışlardır. Fakat bunların içinde bir tanesi, Allah tarafından seçilmiş ve daha çok sevilmiştir. O, âlemlere rahmet kılınmış, gönderilmiş bütün peygamberlerin efendisi ve yaratılmış her şeyin sebeb-i hılkati (yaratılış sebebi) kabul edilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim, Rasûl-i Ekrem Efendimize îman ve itaat etmeyi, kurtuluş sebebi saymıştır. O, peygamber olarak gönderildikten sonra artık Allâh’a ulaştıracak başka bir yol, başka bir peygamber ve başka bir Kitap kalmamıştır. O’nu seven, O’na îman ve itaat eden kurtuluşta, diğerleri ise dalâlettedir.

İşte kurtuluşun yegâne yolu olarak gösterilmiş olan bu Rasûl’e, Kur’ân-ı Kerîm lisânında da müthiş bir edeb gözetilmiştir. O’na hiçbir zaman ismiyle “Yâ Muhammed” şeklinde hitab edilmemiş, hattâ ashâb-ı kirâmın bile Peygamberimizi, kendi aralarında seslendikleri gibi çağırmamaları istenmiştir. O’nun pâk kalbinin incinmemesi için evinde lüzumsuz oturulması, O’nun yanında sesin yükseltilmesi yasaklanmıştır. Hattâ bu gibi edebsizce hareketlerin, insanların daha önce yapmış olduğu hayır ve ibadetleri boşa çıkaracağı bile haber verilmiştir.

O, rahîm ve raûftur. Mü’minlere karşı sonsuz bir şefkat ve merhamete sahip, onların acı çekmesinden, üzülmesinden muzdarip olan hassas bir “Şefkat Peygamberi”dir. O hâlde mü’minler de O’na karşı hukuklarında dikkatli olmalı, O’nu ve âilesini (Ehl-i Beytini) canlarından aziz bilip korumalı, O’nun kıymetli zevcelerini, kendi anneleri olarak görmelidirler. O’nun geride bıraktığı emânetleri olan Kitap, Sünnet ve Ehl-i Beytine sahip çıkmalıdırlar. Bu hususta Peygamber Efendimizin şu ikâzına kulak vermeli ve O’nun sünnetini ihyâya dört elle sarılmalıyız:

“Dinin elden çıkışı, sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)

“Size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 1)

“İçinizde benden sonra yaşayanlar, birçok ayrılıklara şâhit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerimin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun. Sonradan çıkacak şeylerden sakının. Çünkü her sonradan uydurulan bid’attır ve her bid’at da sapıklıktır.” (Ebû Davud, Sünne, 5)

 

Kur’ân-ı Kerîm’e Karşı Edeb

Kur’ân-ı Kerim’e karşı göstereceğimiz edeb, onu güzel bir mahfaza altına alıp vitrine kaldırmak veya duvara asmak değildir. Kur’ân “asılmak” veya sadece “süslenmek” için indirilmiş bir Kitap değildir. O’na karşı gösterilen saygı ve edeb, okunması, anlaşılması ve hayata geçirilmesidir. Aksi hâlde onu bize getiren Allah Rasûlü, hakkımızda Allâh’a karşı dâvâcı olacak ve bizi Allâh’a şikâyet edecektir.

Kur’ân-ı Kerim’i yüzüne eksiksiz ve tecvidli okumak elbette önemlidir. Yine onu, en azından namazda doğru bir şekilde okuyacak kadar ezberlemek de gereklidir. Ama bunlar, asgarî seviyedir. Dinimizin bizden talebi, onun anlaşılması, anlaşılması ve yine anlaşılmasıdır. Bunun için meâl ve tefsirlere müracaat etmeli, okumalı, tefekkür etmeli, anlaşılmayan hususları da ehl-i sünnet âlimlerine müracaat ederek ehlinden öğrenmeye çalışmalıdır. Allah, kendi yoluna baş koyanlara, kendi yolunu kolaylaştırır. Onları karanlıktan aydınlığa, zulmetten nûra, dalâletten hidâyete eriştirir.

 

Ashâb-ı Kirâma Karşı Edeb

Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimizin dâvet yıllarında O’nun çağrısına icâbet eden ensar ve muhâcire de saygı göstermemizi ister. Onlar, Allah’tan râzı olmuş, Allah da kendilerinden râzı olmuştur. Onlar en büyük belâ ve sıkıntılara göğüs germişler, her türlü olumsuzluğa rağmen Peygamber Efendimizin etrafında, O’nu korumak için hâlelenmişler ve O’nun her bir emrine, hattâ en küçük bir tavsiyesine bile gözleri kapalı itaat etmişlerdir. Şu rivâyet bu hakikati ne güzel açıklar:

“Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Rasûlullâh’ı neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız.” (Neseî, Taksir, 1)

Onların devrinden sonra gelen bütün insanlar, mânevî derece olarak Ashâb-ı Kirâm’ın altındadır. Çünkü onlar, Peygamber Efendimizi dünya gözüyle görme, O’na îman etme ve O’nun sohbetinde bulunma şerefine ermiş bahtiyar kimselerdir. Gerek o devirde yaşayıp da îman etmeyen insanlar ve gerekse daha sonraki devirlerde yaşayan bütün insanlar, derece bakımından onların altında kabul edilir. Peygamber Efendimiz de, kendi ümmetinin seçkin âlimlerini, İsrâiloğulları’nın nebîlerine denk görmüştür. (Bkz: Râzî, Tefsir, VIII, 302; Nisâburî, Tefsir, 1/264; Keşfu’l-Hafâ, II/64)

 

İnsanlar Arasında Edeb

Bu husus da Kur’ân-ı Kerim’in üzerinde çokça durduğu bir mevzudur. Belki müstakil yazı ve kitap konusu olarak da işlenmelidir. Çünkü Hazret-i Mûsa’nın Firavun’un karşısında nasıl konuşması gerektiğinden tutun da, zekât ve sadaka verirken insanların dikkat etmesi gereken edeb kâidelerine, evlere izin isteyerek girilmesine, evde çocukların anne-babasının odasına girmesine kadar pek çok edeb kâidesi ayrıntılı bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır. Yazımızın başında da zikrettiğimiz üzere, Kur’ân-ı Kerim’in her harfi, her kelimesi aslında edeb tâliminden ibârettir. Biz bir misal kabîlinden Kur’ân-ı Kerim’de “Ibâdu’r-Rahmân: Rahman’ın kulları” olarak methedilen edeb sahibi müslümanın özelliklerini anlatan şu âyet-i kerîmeleri zikretmekle yetiniyoruz:

“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler (câhiller) onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler). Gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler. Ve şöyle derler: «Rabbimiz! Cehennem azâbını üzerimizden sav. Doğrusu, onun azâbı gelip geçici değil, devamlıdır. Orası cidden ne kötü bir yerleşme ve ikamet yeridir.» (O kullar), harcadıklarında ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allâh’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezâsını) bulur. Ancak tevbe ve îman edip sâlih amellerde bulunanlar başkadır; Allah, onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah gafûrdur, rahîmdir.” (el-Furkan, 63-70)

“O kullar, yalan yere şâhitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. (Ve o kullar:) «Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!» derler. İşte onlara, sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek makamı verilecek, orada hürmet ve selâmla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir yerleşme ve ikamet yeridir.” (el-Furkan, 72-76)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle