Bir Hizmet Gönüllüsü Hatice Okur Hanımefendi İle Bir Hasbihâl Hizmetim, Mehrim Olsun!..

Îmânın meyvesi merhamettir. Bu yüzdendir ki, Allah Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, “Susuz bir köpeğe su veren günahkâr bir hanımın cennetlik olduğunu” buna mukabil başka bir hadîs-i şerîflerinde de, “Kedisini aç bırakan ibadetli bir kadının da cehennemlik olduğunu” bildirmiştir. Yine Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke fethine giderken yavrularını emziren bir köpeği görünce o hayvancığa merhametinden dolayı ordusunun yolunu değiştirmiştir. Bir hayvana karşı gösterilen merhamet tezâhürleri böyleyken ya insana olan merhametimiz nasıl olmalıdır? Hayvana olan merhametin ucu cennete, merhametsizliğin ucu da cehenneme varıyorsa, insana olan merhametin ecri nasıldır?

Güneş için ısıtmamak nasıl imkânsız ise, yüksek rûhlar için de insanlara acımamak, onlara hizmetten kaçınmak, ızdırap ve çileler karşısında duygusuz kalmak, öyle imkânsızdır. Kalbini Allah ve Rasûlü’nün muhabbeti ile dolduranlar, bütün mahlûkât ile dost olurlar ve Yaratan’dan ötürü yaratılan her varlığa karşı gönüllerinde hizmet arzusu taşırlar. Allah dostları da ömürlerini mahlûkâta hizmetle geçirmişlerdir. Bahâuddin Nakşibend Hazretleri’nin önce hastalara, sonra hayvanlara hizmeti, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin Semerkant’ta, Mevlânâ Kutbuddin Medresesi’ndeki yatalak hastalara hizmeti, hattâ hizmetini gördüğü hastalardan kendisine de hastalık bulaşmasına rağmen onların bütün hizmetlerine devam etmesi gösteriyor ki, hizmet ehlinin yaptığı hizmetin feyzi neticesinde gönlü genişleyerek âdeta seyyâr bir dergâh hâline geliyor.

 İşte bir Bursa seyahatimizde tanıştığımız, hakiki bir hizmet eri olan Hatice Okur Hanımefendi’yi tanıyanlar da yakînen bilirler ki, onun gönlü de Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet için çırpınıyor. O, ömrünü hiç tanımadığı yaşlı ve düşkünlere vakfetmiş.

Muhakkak ki, okuduğunuz satırlar sizi bambaşka âleme götürecek… Ama Bursa’ya yolunuz düşüp de Dilrubâ Evleri’ndeki manzarayı gördüğünüzde, kelimelerin ve satırların bu hizmeti târif etmekte ne kadar âciz kaldığını göreceksiniz. En önemlisi ise, artık hayatınız eskisi gibi olmayacak!.. Bilhassa yaşlılara, âcizlere, zavallılara bakış açınız değişecek. Hattâ seneler sonraki kendi ihtiyarlığınız ve belki de yalnızlığınız gözünüzün önüne gelecek… Nihayet hayata daha fazla merhamet nazarı ile bakmayı öğreneceksiniz. Ve hizmetin târifini ve ufkunu bir defa daha gönüllerinizde sorgulayacaksınız.

* * *

“Hizmetteki fazilet kendini güçlü kuvvetli ve sıhhatte gördüğün zaman, şükrâne olmak üzere zayıfların yükünü çekmektir.” (Şeyh Sâdî)

“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Hadîs-i Şerîf)

“Allah yaşından ötürürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlılığında hizmet edecek kimseler lutfeder.” (Hadîs-i Şerîf)

 

 

Hatice Okur Hanım kimdir? Meşgul olduğunuz hizmetten biraz bahsedebilir misiniz?

Hatice Okur, âciz bir kul... Meşgul olduğum hizmetten bahsetmek biraz sıkıyor beni… İnsanlar, bana sanki olağanüstü bir şey yapıyormuşum gibi davranıyor. Biz olağanüstü bir şey yapmıyoruz! Siz namaz kılan, oruç tutan ya da İslâm’ın beş şartını yerine getiren birisi ile sırf bunları yaptı diye röportaj yapıyor musunuz? Eğer yaptığımız insanüstü bir şey olsaydı, ne Kur’ân-ı Kerîm’de, ne de hadîs-i şerîflerde bu hizmetler bize emrolunmazdı. İşte biz de Rabbimizin emrettiği bir hizmeti yapıyoruz. Biz, Allâh’ın bize ihsan ettiği nimetlerin zekât ve sadakasını vermeye çalışıyoruz. Zira Rabbimiz, “O gün verdiğimiz nimetlerden elbette hesâba çekleceksiniz!..” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Vallâhi Rabbim emretmese, ucunda Allah’ın rızası olmasa bu çile çekilmez!.. Biz, her mü’minin yapması gereken bir işi yapıyoruz aslında... “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.”, “Yaşlısına ve yetimine merhamet etmeyen bizden değildir.” buyuran bir Peygamberimiz var. Bizim önümüzde örnek olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Biz, O ne yaptıysa, onu taklid etmeye çalışıyoruz. Yani Hatice de normal bir insan, günahları içinde kaybolmuş, affolunmak için bahâneler ve vesîleler arayan âciz bir kul…

 

Kimsesiz yaşlılara hizmet etmeye nasıl başladınız?

Kendimi bildim bileli bu hizmetin içindeyim, elhamdülillah! Babam fedâkâar ve idealist bir öğretmendi. Bize hep şöyle nasihat ederdi:

“-Yapacağınız bir işe önce karar verin, sonra da o işte sebatkâr olun!..” derdi.

Osmanlı yaylası Domaniç’te büyüdük ve oralarda insanların yaşlısına değer verdiğini, evinin en kıymetli köşesinde ağırladığını veya kardeşi ölünce onun evlatlarını kendi evladı gibi bakıp büyüten yiğitleri, yetimin haklarını gözetenleri görerek büyüdük. Bu değerlerin kıymetini de şehre gelince anladık. İnsanlar birbirinden kopuk; herkes, kendisi için yaşıyor. Hâlbuki köyde böyle değildi, köyümüzde bir köy odası vardı. Köye gelen satıcılar veya başka bir köye giderken akşam olunca yoluna devam edememiş yolcular orada kalırdı. Köylü de onlara hizmet etmek için âdeta yarışırdı. İşte benim çocukluğumda en çok haz aldığım şey bu yardımlaşma ruhuydu.

Hizmet etmenin lezzetini aldığım için, evlenirken eşimden mehir olarak “Rabbimin yarattığı kullarına hizmet etmeyi istiyorum; bu hususta lütfen bana engel olmayınız. Sizden başka bir talebim yoktur!..” dedim.

Eşimle çok zıt karakterlerdeyiz; kültürlerimiz birbirinden çok uzak… Bu yüzden evliliğimde bu hayat tarzım sıkıntı oldu ve bu hususta çok mücâdele ettim. Ben nihayet, “Hizmet benim mehrim ya böyle yaşarız ya da birlikte yaşamayız!” dedim. O da mecbûren kabullendi, sonra kendisi de çok yardımcı oldu.

Yaşlılara ilk hizmetimiz de bundan 13 yıl önce olmuştu. Bir gün Bursa’da Emir Sultan Hazretleri’nin türbesinin bahçesinde oturuyoruz; yanımda oğullarım var. Biri beş, biri de bir yaşında kucağımda.. Karşımızda da çok yaşlı bir dede, câminin önüne oturmuş. Yanımızda yiyecek bir şeyler vardı. Oğlum Şemseddin’e:

“-Evlâdım, bu yiyeceklerin bir kısmını şu dedeye götür, ikrâm ediver.” dedim. Oğlum kendisine doğru yaklaşınca dede:

“-Gel bakalım Mehmet Şemseddin!..” dedi.

Oğlumu ismiyle yanına çağırınca, bu dedenin boş olmadığını, mübarek bir insan olduğunu anladım. Dedenin yanına vardım, nereden geldiğini sordum. O da Diyarbakır Cizre’den Emir Sultan Hazretleri’ni ziyarete geldiğini söyledi. Ama o kadar çok yorgun görünüyordu ki, ayakları şişmiş, bankta iki büklüm olmuştu. Ben de:

“-Dedeciğim, nerede kalacaksın!” diye sordum. O da kalacak yerinin olmadığını söyledi. Bunun üzerine:

“-Hadi o zaman bize gidelim, biz de kalın!” dedim. Dede:

“-Ya efendin kızarsa?!” dedi.

“-Senin gibi misafire niye kızsın ki?!” diye karşılık verdim. O da kabul etti. Hep birlikte evin yolunu tuttuk. İki-üç gün onu evimizde misafir ettik. Eşim de bu dedeyi çok sevdi. İsmi, Osman Yavuz Efendi idi. O sıralar çocukluğumdaki köy odaları aklıma geldi. Bursa’mızda böyle misafirlerin kalacağı yerlere ne kadar ihtiyaç vardı?! Düşünsenize Emir Sultan Hazretleri’nin yanında bir misafirhanemiz olsa… Yeryüzünde Emir Sultan Hazretleri’nden bir tane… Allah Rasûlü’nün kıymetli torunu; kendisini çok sevenler ve uzak yerlerden ziyaretine gelenler var.

“Allâh’ım, şu misafirin hürmetine bize böyle bir kapı açsan, biz de bu kapıda hizmet etsek!..” diye duâ ettim. Osman Yavuz Dede de bizde kaldığı süre boyunca hep duâ etti. Ayrılırken bana şöyle dedi:

“-Evladım, sana Rabbim ecdâdının han kapıları gibi kapılar açsın. Kıyâmete kadar bu kapılar kapanmasın; içinde çorbalar kaynasın. İçinde yaşlıların ve çocukların olsun. Dilrûbâ evlerin olsun!..”

Bu duâ, bugün tahakkuk etti işte… Bu olaydan üç-dört yıl sonra, yine Emir Sultan’ın bahçesinde iki ayağı kesik bir dede ile tanıştık. Allah gani gani rahmet etsin; bu hizmetin kurucusu o oldu. Kendisi kurrâ hâfızdı. Beş evladı varmış; çocuklarının çoğu ilahiyatçıydı. Ama dede, evinde yalnız yaşıyordu. Evinin içi anlatılamayacak bir şekildeydi. O zaman eşi de hayattaydı. İkisi de yaşlı ve bakıma muhtaç… Amcanın zaten iki ayağı da yok! Afedersiniz, bu dedenin yanında iki kova var; birisine küçük abdestini boşaltıyor, diğerine de büyük abdesti… Yaşlı nine, o kovaları tuvalete götüremeyecek durumda… Biz gideceğiz ya da birisi ziyaretine gidecek de gönlü olup onu tuvalete boşaltacaklar. Bazen gittiğimizde iki kova da dolu olurdu. Bazen çok işimiz olup da gidemezdik; gittiğimizde kurtlanmış olurdu pislikler... Ve iki yaşlı, bu pislik dolu kovalarla aynı odada yaşıyordu. İşin garibi de bütün vakıf ve derneklerin bu dededen haberi vardı. Ama herkes gelip sadece erzâk bırakıp gidiyordu.

Ben bir arefe günü, evlerine temizliğe gittim. Evi temizlerken evinde bir torba dolusu para gördüm. Meğer etraftan yardım olarak gelen paraları koymuşlar oraya… Bir şizofren hastası oğlu vardı. Kapıyı, pencereyi kırar; ellerindeki parayı alıp giderdi. O zaman vakıfların ve derneklerin yaptıklarının yanlış ya da eksik olduğunu gözlerimle gördüm. İyi niyetle erzak götürüyor, parayı da veriyor, ama o kimselerin ne o erzakla yemek yapacak, ne de parayı harcayacak gücü var!.. Bu insanlar birebir bakıma muhtaç!.. “Bu insanlar için bir dernek kurulmalı!..” diye düşündüm. Benim annem o durumda olsa, ona erzak veya para verip kendi hâline bırakmam; alır, evimde bakarım diye düşündüm.

 

Eşiniz, “Benim mehrim hizmet yapabilmek!..” dediğinizde, “Ne hizmeti? diye sormadı mı?

Hayır, sormadı. Ben evlenince önce mahallemizdeki yaşlılara hizmet ederek başladım. Hattâ çocukluğumda da mahallenin yaşlılarına hizmet ederdim. Elim ilk süpürge tutmaya başladığında, ben kendimi yaşlıların evini temizlerken buldum. Meselâ babam, 17 Eylül sürgününde şeriatten dolayı yargılanmış ve Gediz tarafına sürgüne gönderilmişti. Oraya bir gittik; herkes depremden sonra ya İzmir’e ya da Almanya’ya taşınmış. Büyük binaların yanında küçük küçük kulübeler var; orada da yaşlılar yaşıyor. O bölgenin ahâlisi, yaşlıları evlerine almamışlar; yaşlıların hepsi de bu küçük kulübelerde bakımsız bir şekilde yaşamaya çalışıyor.

Ben henüz üçüncü sınıftayım. Okuldan gelince hemen o yaşlıların evlerini temizlemeye giderdim. Ne tuvaletleri var, ne de kulübelerde çeşmeleri… Ben onlara dışarıdan su taşırdım. İçimde onlara karşı müthiş bir merhamet duygusu vardı. Düşünsenize, şu Fatma Nine’nin (106 yaşındaki Fatma Nine) kulübede yalnız yaşadığını… Hepsi böyle yaşlılardı. Yani yerlerinden kalkıp bir şey yapamayacak kadar âciz durumdaydılar. Ama hiç kimse onların o bakımsız hâllerinden rahatsız değildi. Çünkü herkes yaşlısına öyle baktığı için hepsine normal geliyordu. Ölüsünü bulunca gömüyorlardı. Hiçbirisi de bu ölen aç mı öldü, soğuktan mı öldü diye sormuyordu. Ben küçücük çocuğum. Evde annemin yaptığı yemeklerden bu yaşlılara yiyecek götürürdüm. Bu yüzden annem bana kızardı.

“-Yine Hınbıl Nine’ye gidip bitlendin!..” der ve döverdi.

 

Sizin için hizmet ne demektir?

Toplumumuzda hizmet anlayışı çok farklı... Öncelikle dinden ayrı bir şey gibi algılanıyor. Ben sağlıklı olayım, dinimi yaşayayım. Muhtaçların acziyeti bana bulaşmasın!.. Annem, ben bitlenip geldiğimde kızardı; hâlbuki benim çocuğum aynı şeyi yapsaydı, ben ona kızmaz, her defasında çocuğumun bitini temizlemeye çalışacağıma önce gider o yaşlıları temizler, sonra çocuğumu temizlerdim. Tabiî burada annemi de yargılamak niyetinde değilim! O da onları görünce öyle olacağını zannetmiştir. Bir de hizmet, içten, yürekten gelen bir şey!.. Birisinin itip kakmasıyla olacak bir iş değil!.. O köyün çoğu, bir cemaate bağlı kimselerdi. Onların yaşlılarına tavrını görünce, bana göre “Din bu değil!..” dedim. “Ben büyüyünce Allah bana imkân verirse, elimle, dilimle, malımla mülkümle uzanabildiğim kadar herkese yardımcı olacağım!” diye niyet etmiştim.

 

Niyetiniz, eşref saatine denk gelmiş; bugünkü hizmetleriniz o günkü niyetinizin bereketi olsa gerek!..

Elhamdülillah, Rabbim hep o aşkla büyüttü beni... Bu niyet ve duâ, her geçen gün daha da arttı. Evlendikten sonra da önce eşimin akrabalarından başladım işe… Eşim de sağ olsun destekledi; muhtaç olanlara evden erzak götürüyorduk. Kayınvâlidem de kızıyor, ama kötü niyetinden değil!.. Muhtaca verince evdekinin azalacağını zannediyor.

“-Ya, evde on yumurtan var; sen gidip beşini başkasına veriyorsun. Önce çoluğunu çocuğunu düşünmelisin!. Çocukların büyüyor, onlar için birikim yapmalısın. Vermenin sonu yok!..” diye nasihat ederdi. Ama beni, ne annem-babam, ne de eşimin âilesi vazgeçiremedi.

 

Çevreden bu kadar baskı varken, eşiniz hiç etkilenmeden size yardım etmeye devam ediyor muydu?

Tabiî, etkilendiği zamanlar oldu. Birkaç kırılma noktası da yaşadık. Kayınvâlidemlerle aynı evde oturuyorduk. Ortak iş yapılıyordu. Ve çok gerildiğimiz zamanlar olup da kopma noktasına gelince kayınvâlidemle kayınpederimin önüne diz çöküp oturur:

“-Sizi çok iyi anlıyorum.” der, özür dileyip alttan alırdım. Onlara:

“-Biliyorum, beni anlamak çok zor!.. Ama siz de beni anlayın. Ben de böyle yaşayınca mutlu oluyorum…” deyince sağolsun, onlar hemen yumuşarlardı. Mutlu olurlardı önlerinde oturup özür dilememden… Sonra sil baştan başlardık. Sonra imkânlar elverdi; evimiz, işimiz ayrıldı. Tabiî, bu beni daha da rahatlattı. Bir deprem olsa kendi kendime hemen kermes yapar; eşimi, dostumu bir araya getirir, hemen yardım gönderirdik.

Bundan dokuz yıl önce Ramazan yaklaşırken “Bu Ramazan’da ne hizmeti yapsak?” diye düşünüyordum. O zaman aşevleri çok yaygın değil!.. Aklıma sahur ve iftarda böyle düşkünlere sıcak yemek yapıp dağıtmak fikri geldi. Çok sevdiğim bu hizmetlerde finansmanım olan “Nur Kuyumculuk” var. Onlara gittim:

“-Abi, bu Ramazan’da hayır olarak ne yapacaksınız?” diye sordum. O da:

“-Erzak dağıtacağız.” dedi.

“-Abi, şu erzak dağıtma işini bırakın artık...” dedim. Bana merakla:

“-Neden?” diye sordu. Bunun üzerine uzun uzun “yaşlıların o erzakla yemek yapamadığını, hattâ bizim Hâfız Dede ile hanımının durumunu” onlara anlattım.

“-O erzaklar kurtlanıyor; onu köşeye atan, sevmediği evlatları gelip o erzakları alıp gidiyor. Sizin hayırlarınız da tam mânâsıyla yerini bulamıyor!..” dedim. O da:

“-Peki, bunun yerine ne yapalım o zaman Hatice Hanım?” diye sordu. Ben de bu fırsatı bekliyordum:

“-Abi, sen dağıtacağın erzakları bana getir. Ben onlarla yemek yapıp dağıtayım!..” dedim.

“-Sen nasıl dağıtacaksın?” diye sorunca:

“-Bulurum bir yol!..” demekle yetindim. Bunun üzerine, o:

“-Olur mu hiç öyle şey?!.. Ben sana şoförle araba da vereyim!” dedi, sağolsun…

Oradan çıkıp muhtarlıklara gidip gerçekten yemek yapacak durumda olmayan insanları tesbit ettik. O zaman bu durumda 57 tane yaşlı buldum. Hepsine tek tek gidip iftarlık ve sahurluk getireceğimizi haber verdim. Hiç unutmuyorum, bir eve gittim. Nine felçli, dede âmâydı. Nine dedi ki:

“-Biz hiç bu yaşımıza kadar orucumuzu bırakmamıştık. Fakat bu sene tutamayacaktık. Rabbim sizi bizim duâmızla yola çıkardı.”

Bu insanların üst katında oğlu ile gelini var. Ama küs olduğu için bir kap yemek vermiyorlar. İnsanlığımız bu hâlde işte!..

Bu arada yemek yapacak yer de arıyoruz. Birisi söz vermişti, Ramazan’da bizim yemekhaneyi kullanırsın diye… Tabiî, bize sözünü unutup “Personel nasıl olsa oruç!” diye yemekhaneyi kırdırıp tâdilâta başlamış. Ramazan’a bir gün kaldı ve hâlâ yer bulamadık. Nur Kuyumculuk sözünde durdu; bütün erzakı benim evime indirdi. Araba hazır, şoför hazır... Aşçıyı da buldum, sadece yer yok!..

“Yâ Rabbi, ben bu insanlara söz verdim, bizi mahçup etme!..” diye duâ ediyorum durmadan… Sonra eşime dedim ki:

“-Muratcığım, salondaki koltukları bodruma indirsek, doğalgaz borularından iki uç çektirip odaya iki büyük ocak koysak da evde pişirsek yemekleri… Hem evde çocuklarıma bakarım, hem de dışarı çıkmadan hizmetimi yapmış olurum. Hem bir ay gelir geçer. O insanlara söz verdim, kapıya bakarlar!..”

Beyim çok kızdı:

“-Delirdin mi sen? İki küçük çocuk var; annemleri annenleri iftara alacaksın. Onlara ne deriz?! Akıllı insan bunu yapar mı?!” diye bana bağırdı, çağırdı. Kapıları çarpıp dışarı çıktı. Bizim evden çıkıp köşeyi dönünce mahallemizde meczup bir çocuk var, onunla karşılaşmış. Bu meczup çocuk, 17 yıl boyunca yatalak annesine bakmıştı. Bu çocuk, eşime o hiçbir şey demeden:

“-Murat abi, ya otuz gün… Gelir geçer. Ben annemi on yedi yıldır sırtımda taşıyorum!..” demiş.

Bizimki beş dakika sonra geri döndü. Ben ağlıyordum.

“-Hanım sen ne istiyorsun?” diye sordu. Ben de:

“-Salondaki koltuklar bodruma inecek!.. İki tane de büyük ocak istiyorum.” dedim.

Düşünün, evim 70 metrekare… Salonumda iki kocaman ocak… Kocaman tencereler… Aşçı kızımız da başladı. İlk hafta huzurla hizmetimizi yaptık. Bir hafta geçmeden aşçı kızımız geldi:

“-Hatice abla, Askeriye’ye aşçı alınacakmış. Ben sana söz vermeden evvel oraya başvurmuştum. Şimdi de beni çağırıyorlar. Seni yüzüstü bırakmak da istemiyorum, ne yapayım?” diye sordu. Ben de:

“-Yavrum, senin paraya ihtiyacın var. Benim sana vereceğim iş, bir aylık… Sonra sana nereden iş bulayım?! Sen o işi kabul et, ben başkasını bulurum.” dedim.

Kızcağız gitti. Biz başka bir aşçı bulduk. Emekli aşçı amca eve geldi. Salondaki ocakları görünce:

“-Vallahi, benim hanım böyle bir şey yapsa, onu hemen boşarım. Sana izin veren adam da adam mı?!” dedi.

Aşçımız sabredilecek gibi değil, beni her gün azarlıyor.

“-Sen deli misin? Bunun karşılığında para alıyor musun?”

“-Amca, ben bunu hayır için yapıyorum!” dedikçe daha da hiddetlendi. Üç gün sonra eline parasını verdik. Hediye paketi de hazırladım.

“-Amca, Allah râzı olsun!.. Ben hayır yapmak istiyorum, ama sen benim hayrıma engel oluyorsun. Çok sağol!..” dedik ve yol verdik. İş başa kaldı.

“-Yâ Rabbi, aşçı kıza yemeği yaptıran da Sensin. Bu aşçı Sâbit Bey’e yaptıran da Sensin! Ben de Senin kulunum. Benim onlardan neyim eksik, bana da yaptırıver. Bu, Senin için çok kolay!..” dedim.

 

Bu kadar engele rağmen hiç bırakmayı düşünmediniz mi?

Hayır, hiç düşünmedim. O sıcak yemeği götürdüğümde o insanların gözlerindeki sevinci görseydiniz... Düşünün, tam iftar vakti, sıcacık yemeklerle kapısını açıyorsun. Bu arada o muhtaçlar bana hep evlerinin anahtarlarını verdiler. Kapıyı açıp giriyorum, önlerine kuruyorum sofrayı, kirlilerini alıp çıkıyorum. O sevinci görmeniz lâzım!.. Yaptıkları duâları da duysaydınız neden vazgeçmediğimi çok iyi anlardınız.

Beni taşıyan şoför de görüyordu olup biteni… O da çok etkilendi ve çok haz aldı. O Ramazan, benim en sevdiğim Ramazan’dı ve biz dört yüz kişiye iftar dağıtmıştık. Meğer sıcak yemeğe muhtaç ne kadar insan varmış?! Bunlar bizim ulaşabildiklerimiz, bir de ulaşılmayanlar var. Zorlukları yok muydu? Vardı. Günlerce sularım kesildi. Koca koca tencereler, küçücük mutfağımın tezgâhında yıkandı, ama hizmetin lezzeti yanında zorluklar silindi gitti. Arefe gecesi topladık salonu; sildik, süpürdük, yerleştirdik. Bayrama huzur içinde kavuştuk, elhamdülillah!

 

Ramazan’da yemek götürdüğünüz yaşlılarla daha sonra irtibatınız devam etti mi?

Devam etti, tabiî… Ramazan bitti, fakat hayat devam ediyor ve insanların ihtiyaçları da… Bayramdan sonra beni telefonla aramaya başladılar. İşte:

“-Senin çorbanı çok özledik, şu yemeği çok özledik!..” diyorlardı. Ben yine Nur Kuyumculuk’a gidip:

“-Bu hizmeti haftada bir devam ettirsek mi?” dedim. Yavuz abi de sağolsun, ne ihtiyaç varsa söyledim, gönderdi. Şoförü de gönderdi. Haftada bir, biz yine yemek yapıp dağıtmaya başladık.

 Bu arada az önce anlattığım ayakları kesik Hâfız Dede’nin hanımının vefat ettiğini öğrendik.

“-Eyvah, dede yalnız kaldı!..” dedim.

Nine, en azından bir bardak su getiriyordu dedeye... Biz dedeyi sık sık ziyaret etmeye başladık. Her gittiğimde dede oruç… Sonra aklımız başımıza geldi, yemek hazırlayan olmadığı için dede açlıktan sürekli oruç tutuyormuş meğer... Ben eşime yalvardım, yakardım, dedeyi evimize aldık.

Bize geldiğinde 86 yaşında idi. 89 yaşında vefat etti. Onun gelişi ile hayatımız değişti. Pencerenin önüne kanepeye yatak hazırladık. Hepimiz onu çok sevdik. Şimdiki yaşlılarımı da çok seviyorum, ancak ona olan muhabbetimiz çok farklıydı. Bu sevgi bizden değil; bu, Rabbimizin ikrâmı… O sevmiş ki, hepimize sevdirdi. Dedeyi eve aldığımızdan, ne benim ailemin, ne de eşimin âilesinin haberi yoktu.

Sonra akrabalarımızdan bir büyüğümüz, yaşlı dedeyi eve aldığımızı duymuş; bana nasihat etmeye geldi. Nasihat etti, ben de âhiretteki ecrinin büyüklüğünden bahsedince bizi kendi hâlimize bıraktılar. Benim bu işi neden yaptığımı insanlar bir türlü anlayamıyorlar; “ya bu kadının bir maddî çıkarı olmasa bunu yapmaz!..” diye düşünüyorlardı. Hattâ bu yaşlılara bakıyorum diye devletin bana maaş ödediğini düşünenler bile var. Ama bana devlet bir kuruş vermiyor; zaten vermesi için de yapmıyorum. Şu Fatma Nine’nin bu dünyada bir dikili taşı yok, maaşı da yok!.. Bilseler Rabbimin bana vereceklerini, bilseler cennette beni nelerin karşılayacağını, her şeyi bırakır bu yaşlı düşkün kimsesizlerle meşgul olurlar!.. Evet, ben karşılıksız yapmıyorum, Rabbim, muhakkak akla, hayâle gelmedik ikrâmlarını verecek. Çünkü vaad ediyor. Rabbim vaadinden döner mi? Ben ona inanıyorum.

Ben o yaşlılara bakarken, “Tanımadığım bir dedeye bakıyorum diye değil, Rabbim için hizmet ediyorum!” diye düşünerek yapıyorum; yoksa hiç bilmediğiniz bir yaşlıya ne kadar katlanabilirsiniz? Bu dedenin şahsî bütün ihtiyaçlarını, erkek olduğu için eşim gideriyordu. Hattâ dede, gündüz uyur, bütün gece eşimle sohbet etmek isterdi. Eşim akşama kadar işte çalışıyor, sabaha kadar da onunla oturup gönlünü almaya gayret ediyordu. Allah kendisinden râzı olsun. Dede, bizimle üç yıl yaşadı ve bir Kadir gecesi Hakk’ın rahmetine kavuştu. Dede ölünce üzüldüm.

“Yâ Rabbi, bizim hayır kapılarımız mı kapanacak?!” dedim.

Sanki bütün hayırlar onun vesilesi ile gelmiş gibiydi. Üstadımız ile onun vasıtası ile tanıştık. Eskiden dedeyi tanıyan vakıf ve dernekler, onu ziyarete gelince bizim hizmetlerimizi görüp yardımcı oldular.

“-Bu kurrâ hâfız zâyî oluyordu. Allah râzı olsun, alıp baktınız!..” diyenler oldu. Ya da tam tersi, hakkımızda iftira edip:

“-Dedeye dilencilik ettiriyorlar; yok maaşını alıyorlar!..” diyenler bile çıktı.

Dede vefat edince kızları gelip evini bağışlamak istediler. Ben kızlarına:

“-O evden bir kuruş alırsam, yaptığım hizmeti zâyî etmiş olurum. Biz bu dedeye Allah rızası için baktık!..” dedim.

Hattâ vefat etmeden önce bazen:

“-Benden bir isteğiniz var mı?” diye soruyordu. Ben de:

“-Dedeciğim, bana kıyamet günü şahitlik etmeni istiyorum. Başka bir şey istemiyorum!” diye karşılık veriyordum.

Dedemiz, Emir Sultan Hazretlerini çok severdi. İki gün götürmesek üçüncü gün hasretinden hüngür hüngür ağlardı. Oraya sık götürünce bazıları orada dilendirdiğimizi düşünüyor diye götürmek istemezdik. Ama çoğu zaman dayanamaz, dedikoduya rağmen yine götürürdük. Bu yüzden dedeye:

“-Sen ölünce seni Emir Sultan Mezarlığı’na gömeceğim; kıyamete kadar ona komşu olacaksın!” derdim.

Dede vefat edince bu işlerde yardımcı olacak bir abimizi aradım; o da umrede imiş. Telefonunu buldum, kendisine ulaştım, durumu anlattım. O da:

“-Kesinlikle olmaz. Vallahi, milletvekilleri babalarına bile oradan yer ayarlayamıyor!..” dedi.

Ben durumun ciddiyetini anlatınca:

“-Başkanımız burada… Bir ricâ edeyim, sana dönerim. Ama oranın fiyatları çok yüksektir. Üç bin liradan aşağı değildir!..” dedi.

Haber geldi, gittik Mezarlıklar Müdürlüğü’ne…

“-Parayı getirin, yer hazır!..” dediler.

Bırakın üç bin lirayı, benim bin liram bile yok!.. Hem ne yapacağım diye düşünüyorum, hem de ellerimi açıp duâ ediyorum:

“Yâ Rabbi, Sen beni darda bırakmazsın!.. Sen beni mahcup etmezsin! Sen bu parayı gönderirsin!”

Her yere, “Cuma namazdan sonra cenâzeyi kaldıracağız!” diye haber verdik. Para yok!.. Herkes, “Bırak Emir Sultan’a gömmeyi!.. Git, Hamitler Mezarlığı’na göm!..” diyorlar. Ben de:

“-Hayır, ben dedeye söz verdim!” diyorum.

Bu sırada bir arkadaşım taziyeye gelmiş. Durumu ona da anlattım. O da kardeşini aradı:

“-Senin mehir paran duruyor mu?” diye sordu. Kardeşi de “Evet!” deyince, “Hemen onu buraya getir!” dedi. Sağ olsun, kardeşi de getirip bana teslim etti. Baktım mehir parası, tam üç bin lira…

“-En temiz para bu… Parayı istediğin zaman ödeyebilirsin. Şu an kardeşimin bu paraya ihtiyacı yok!..” dedi arkadaşım... O parayı aldık, Emir Sultan’dan mezarı alıp dedeyi oraya defnettik.

 

Eviniz küçük, bir de dedeyi aldınız. Haftada bir salonda yemek yapmaya devam ediyorsunuz, bunalmadınız mı?

Evet, artık eve gerçekten sığamaz olmuştuk. Nur Kuyumculuk ile beraber ortak olarak eski bir köşk satın aldık. Dede, özellikle ortak olmamızı istedi.

“-Hizmette tek başına mal alınmaz! Şeytan üçünüze aynı anda vesvese veremez! Ama tek kişinin üzerinde olursa, ona vesvese verip kandırabilir!..” demişti.

Haftada bir yemek götürdüğümüz teyzelerden birisinin ölmek üzere olduğunu haber aldık, oraya gittim.

“-Hatice beni yıka, kınala, sabah da cenazemi kaldırırsınız!.” dedi.

Bu teyzenin yedi tane çocuğu vardı, hiçbirisi de gelip gitmiyordu. O gün de ben yemeğin yanında tatlı olarak helva yapmıştım, şekerini de biraz fazla kaçırmışım. O teyzeye ben yemek yedirdim, ardından da helvayı verdim. Teyzem dirildi bir anda… Meğer biz yemek getirdikçe onunla bir hafta idare etmeye çalışıyormuş. Yemek de üç gün evvel bitmiş. Üç gündür aç olduğu için kan şekeri düşmüş, o da öleceğini zannetmiş, garibim... Ondan sonra kaç yıl daha yaşadı. Ben Yavuz Abi’ye durumu anlattım.

“-Bu yemek işini her gün yapalım!” dedim.

“-Tamam Hatice Hanım!.. Sen ne istersen söyle, yapalım!” dedi.

Gerçekten bana Nur Kuyumculuk’un yardım ettiği kadar kimse yardım etmedi. Şimdi de çok yardım edenler var. Ama onlar kimse yokken hep yanımızdaydı ve hiç bizi geri çevirmediler. Onlar benim hayallerime yardım etti. Gerçek olunca, elle tutulur, gözle görülür bir şey ortaya çıkınca herkes yardım etmeye başladı. Nur Kuyumculuk’la aldığımız eski köşkün bir sürü îmar problemi çıktı. Bir türlü oraya geçemedik.

Sonra başka eski bir binayı kiraladık. Ücreti de çok yüksekti. O eski binayı elimizden geldiğince toparladık ve oraya taşındık. Dedemizi aldık, ailece orada yaşamaya başladık. Evimdeki eşya ile ilk vakfımızı kurmuş olduk, elhamdülillah! Oraya geçtikten kısa bir süre sonra hastaneden bana telefon geldi; “Terk edilmiş, yatalak bir hasta var. Kimse almıyor, gelip alır mısınız?” dediler.

Arkadaşlarla bakmaya gittik. Bir kanepenin üstünde şişman bir kadın yatıyor. Üç metre yakınına yaklaşamıyorsunuz, öyle kötü bir koku var. Doktorlara, hasta bakıcılara soruyorum, “Kim bu?” diye... Onlar:

“-Bırak bu ayyaşı!” diyorlar.

Hastanede günlerdir yatıyor, yattığı günden beri tuvaletini temizleyen olmamış, ne de bez bağlanmış… Kaldırırken bile yardım etmediler. Biz zorlukla kaldırdık, getirdik banyoya yatırdık. Ben hayatımda bir insanın canlıyken öyle çürüdüğünü görmedim. Büyük abdesti temizlenmeyince kurumuş eti ile kaynamış ve etini çürütmüş. Bacaklarındaki kemiğine parmak girecek kadar eti çürümüş. Tazyikli ılık sularla saatlerce yıkadık. Kadıncağızın sinirleri bile gitmiş. Acıları bile duymuyor. Bu hanım gelmeden iki gün evvel birisi ölmüş, onun çantalar dolusu ilaçlarını getirdiler. O da yatalak hasta imiş. O ilaçlardan hep yaralarına sürdük. Her gün bağlıyoruz, çorba içiriyoruz. Hanım hiç konuşmadı. Günler sonra bir ses:

“-Abla!..” dedi.

Kalktı, başından geçenleri anlattı. Gençken birisine tutulmuş, ailesini dinlememiş. Evden kaçmış, sonra o çirkef hayatın içine düşmüş. Yirmi beş-otuz yıl o hayatı yaşamış, sonra işi bitince de atmışlar. Ama biz o hanıma sigarayı alkolü bıraksın diye bir tedavi almadık, ona imkânlarımız da yoktu. Şimdi olsa yapardık. Elhamdülillah, buraya geldiğinden beri hiçbir suç işlemedi; sigarayı, alkolü bıraktı. Geçmişi çok kirli, hapiste de yatmış! Birinin dükkânını da yakmış. Sonra biz Emniyet’le işbirliği yapıp âilesini bulduk, ablaları ile görüştürdük, ama kimse onu yanına almak istemedi. O günden beri bizimle beraber...

 

Bu arada evlere yemek vermeye devam ediyorsunuz, değil mi?

Tabiî, onu hiçbir zaman bırakmadık. 365 gün, üç öğün yemek dağıtma işimiz devam ediyor. Yani aynı evde yaşlılara bakıyoruz, yemek yapıyoruz ve âilece bu evde kalıyoruz. Bir de anaokulu ihtiyacı hâsıl oldu. Biz de anaokulu açtık.

 

Anaokulu ihtiyacı nereden ortaya çıktı?

Yemek dağıtmaya gittiğimiz yerlerde anneannelerine, babaannelerine, hattâ babalarına terk edilip gitmiş bir sürü çocuk gördük. Bu çocuklara sadece yemek götürmek çözüm değil, hepsi bakımsız, ilgisiz ve başıboş… Bir tane Anaokulu öğretmeni tuttuk, odamızın birini anaokuluna çevirdik. Bu anaokuluna o zaman iki yaşında gelen bebeğimiz vardı. Ne yapsın, yaşlı insan, kendine bakamıyor; o bebeğe nasıl baksın?! Biz, bu çocukları sabah servisle topluyoruz, getiriyoruz, yıkıyoruz; karınlarını doyurup yaşlarına uygun eğitim veriyor, akşam yine servisle evlerine bırakıyoruz. Bu çocuklara, yaşlılara verdiğimiz yemekten değil, onlara özel, hem sevecekleri, hem de gelişimleri için ihtiyaç olan gıdalardan özel yemek hazırlıyoruz.

Bu arada yemek dağıttığımız yaşlılarımızdan birisini donmak üzere iken bulduk. Hattâ eve girdiğimizde ayak parmaklarının donmuş olduğuna şâhit olduk. Aslında ev demeye bin şahit lâzım!.. Bir kulübede yaşıyor. Yatalak… Pencerenin önündeki kanepede yatıyor, tuvalet ihtiyacını bir tasa yapıyor; o pencereden de dışarıya boşaltıyor. Ben bu manzaraya daha fazla dayanamayıp bize şoförlük yapan abiye:

“-Abi, ben daha fazla dayanamayacağım. Bu kadın burada ölecek, bize götürelim!..” dedim. O da:

“-Abla, çocukları vardır, sonra problem çıkmasın!” dedi.

“-Burada donarken aramıyorlar da sonra problem mi çıkacak?! Ne olursa olsun ben götüreceğim!” dedim.

Üzerindeki pikeyi bir açtım, kadıncağız çıplak… Ocak ayı, ev buz gibi… Üzerimdeki eteği çıkarıp ona giydirdim. Şoför taşıyacak çünkü… Arabaya bindirdik, derneğe getirdik. Bize de o zamana kadar hiç resmî misafir gelmezdi. O günde Sağlık Müdürlüğü’nden doktorlar ziyarete gelmişler.

“-Aman, tam zamanında geldiniz! Yeni bir teyzemiz geldi, ayak parmakları yara içinde!..” dedim.

Doktorlar güzelce muâyene ettiler, ilaç yazdılar, tutanak tuttular. Doktor bize:

“-Akşama gitseniz, bu hanım ölmüş olurdu!” dedi.

Sonra biz teyzeyi güzelce yıkayıp taradık. İlaçlarını verdik, kremlerini sürdük. Teyzemiz tertemiz pamuk gibi oldu, fotoğraflarını çektik, pek hoşuna gitti. Meğer teyze iki yerden maaş alıyormuş; ama o maaşlara da oğulları el koyuyormuş. Oğlu, komşulardan bizim götürdüğümüzü duyunca hemen polise gitmiş ve polise, “Annemi kaçırdılar!” diye şikâyette bulunmuş. Gece üçte polis bize baskın yaptı. Ama ne baskın?! Sirenler çalıyor, her tarafımızı polisler çevirmiş. Kimseye haber vermeye imkân kalmadan bizi apar topar götürdüler. Oradaki âmir bize baktı, dinledi.

“-Sizi diğer suçluların yanına indirmeye hayâ ederim! Biliyorum ki, siz yanlış bir anlama sonucu buradasınız!..” dedi. Ve bizi özel nezârete aldılar.

Âilelerimize haber veremedik, zaten haber versek hem çok üzülürler, hem de “Biz size demiştik!” diye kızabilirlerdi. Komiser, bana çok hakaret edip:

“-Sana mı kaldı ülkeyi kurtarmak?! Sana ne, elin yaşlısından, yetiminden?! Benim hanımım da çok hayırsever… Ne diye evine topluyorsun onları; verirsin eline beş kuruş, gider!..” dedi. Ben:

“-Ama o kadıncağız, biz yetişmesek donacaktı!.. Şimdi yine donan birisi görsem yine aynı şeyi yaparım. Bu, Rabbimin emri!..” dedim. O da:

“-Rabbin, sadece sana mı emrediyor?!” diye kızdı.

Girip çıkıp, “Durum çok ciddi!..” diyorlar. Erkek kardeşim de emniyette görevli idi, yalnız onu çağırabildik. Abim geldi:

“-Hatice, durum çok ciddi!.. Yaşlı teyzenin oğlu şikâyet etmiş. Kuvvetli avukatlar tutmuş. Yaşlı kadın şu an hastaneye yatırıldı, hiç konuşmuyor. Konuşmayınca ifade de alınamıyor. Ve oğlu, onun zehirlendiğini iddia ediyor. Ben şu an sizi burada tutmaya çalışıyorum. Eğer olay savcılığa intikal ederse, en az üç ay hapis yatarsınız!.” dedi.

Tam hac mevsimi gelmişti. Ben abime, annemlere:

“«-Haticelere hac çıktı!» dersin, ben de buradan müsaade alırım, annemlerle helâlleşir, tekrar buraya gelirim. Annemler de beni hacda zannederler. Böylece onları üzmüş olmam!.” dedim.

Hapse girmek korkutmuyor, fakat çocuklarıma üzüldüm; sonuçta anneyim. Büyük oğlumu çağırttım. Şemseddin de o zaman on iki yaşlarında…

“-Anneciğim, biz en az üç ay eve gelmeyebiliriz, sen kardeşine göz kulak ol! Ben yanınızdaymışım gibi hayatınıza devam edin, yavrum!..” dedim.

Şemseddin de o zamanlar Bediüzzaman Hazretleri’ni okuyordu:

“-Anneciğim, sen bizi düşünme!.. Bediüzzaman Hazretleri ömrünün çoğunluğunu içerde geçirmiş. Üç ay içeride olsan ne olacak?! Biz ebedî hayata hazırlanıyoruz.” deyince kendimden utandım. Abime dönüp:

“-Abiciğim annemlere söyle ki, «Hatice inandığı dâvâ uğruna hizmet ederken hapse girecek!» Şu çocuk benim gözümü açtı; utanacak, kıvıracak ne bir hırsızlık, ne de uğursuzluk yapmadım. Donmak üzere olan bir insanı kurtardım, ben!..” dedim.

Sonra yoğun bakımda yatan teyze konuşmuş, oğluna orada ağzına geleni saymış:

“-Sen beni evde aramadın, sormadın; tam rahata kavuşmuştum, buraya hastahâne köşelerine getirdin!..” diye kızmış, ifadesini vermiş.

Kendi oğlunun amacını, bizim ona yaptığımız insanlığı anlatmış. Sonra merhametli olan Emniyet Müdürü beni çağırdı.

“-Hatice hanım, bu böyle olmaz!.. Resmî bir dernek kurun.” dedi.

“-Tamam.” dedik, ama arkamızda bize destek olacak kimse yok! Biz o eski evin içinde beş kişinin yardımıyla her şeyi döndürüyoruz. Yıllar önce de üç gün evimizde misafir ettiğimiz doğulu dede bize duâ etmişti:

“-Dilrubâ evleriniz olsun. (Dilrubâ; gönül diliyle misafirini ağırlayan, gönül ehli demekmiş.) İşte Dilruba Yardımlaşma Evlerimizi, böylece 2007 yılında kurmuş olduk.

 

Üstâdımız ile tanışmanız hangi vesile ile oldu?

Evimizde baktığımız rahmetli dede, Mahmud Sâmi (Ramazanoğlu) Efendi Hazretleri’nden dersliymiş. Biz sonradan öğrendik. Dede, bir gün bir rüya görmüş. Rüyasında Mûsâ Efendimiz:

“-Oğlumuz, Bursa’ya geldi. Ona haber gönder, sizi ziyarete gelsin!..” demiş.

Biz o zamana kadar ne Üstâdımızı, ne de Mûsâ Efendimizi tanıyorduk. Dede:

“-Kızım, benim arkadaşım Câvit Bey’i ara, benim rüyamı anlat!..” dedi.

Ben de aradım, dedenin rüyasını anlattım. Çok şaşırdı. Meğer Üstâdımız gerçekten Bursa’daymış. Öğleden sonra mübârek, yanında üç-beş güzel insanla dedeyi ziyârete geldiler. Ben onlar gelmeden önce kendi kendime:

“Acaba mürşid-i kâmil nasıl olur? Gelenler arasından onu tanıyabilir miyim?” diyorum.

Gelenlere bakınca Osman Efendi’yi hemen fark ettim, nûr gibi parlıyor. Bana öyle bir nazar etti ki, inanın saçımdan tırnağıma bu feyzi hissettim. Mübârek, binayı gezdi, bizim dışarıda yemek yaptığımız yeri gördüler.

“-Evlâdım, siz neler yapıyorsunuz burada!..” dedi. Ben de:

“-Efendim, işte gücümüz yettiğince dedeye, nineye bakıyoruz; kimsesizlere yemek pişirip dağıtıyoruz. Bu küçük yavrularla ilgileniyoruz.” dedim.

“-Peki, siz ailecek nerede yatıyorsunuz?” diye tekrar sordu.

“-Efendim, çocuklar kreşten akşam evlerine gidince minderleri birleştirip yatak yapıyoruz!..” diye karşılık verdim.

 “-Evladım, siz bir ailesiniz. Böyle olmaz! Sana hemen bir gece bakıcısı tutuyoruz ve sen âilece evine gidiyorsun, burada kalmıyorsun!..” dedi.

O arada ben evimi, boş durmasın, ziyan olmasın diye öğrencilere vermiştim. Çocuklara haber gönderdik; müsaade ederseniz evimize geleceğiz, dedik. Onlar da müsaade ettiler. Gece bakıcısı ayarlandı. Ben o güne kadar evime ihtiyacım olduğunu hiç fark etmedim. Düşünsenize üç yıl boyunca hiç evime gitmemişim. Ve hiç yalnız kalmamışım. Üç yıl boyunca tek başımıza âilece yemek yememişiz, tek başımıza kahvaltı yapmamışız. Eve önce kendim gittim; banyoda suyun altında bir müddet oturdum. Meğer vücudum yorulmuş, ama ben farkına varamamışım. İşte mürşid-i kâmil bu olsa gerek!.. Benim ihtiyacımı benden daha iyi bilen… O gün yalnız kalınca düşündüm:

“Yâ Rabbi!.. Sen bize ne yaptırdın, bizi nasıl bir çemberin içinden geçirtiyorsun? Biz bambaşka bir dünyada yaşıyormuşuz.”

İşte o gün kendime geldim, diyebilirim. Çocuklar da bu atmosfere alışmıştı. Bir gün oğlum okuldan gelip:

“-Anneciğim, biliyor musun, arkadaşlarımın evinde dede de, nine de yokmuş! Onlarda hiç yaşlılar kalmıyormuş!..” dedi.

Bize göre hayat tarzımız gayet normaldi, ama dışarıdan bakanlar olağanüstü yaşadığımızı söylüyorlardı. Ama bu hayata alıştıran da, onu kolaylaştıran da Rabbimdi elbette...

Kreşe gelen çocuklarımızla birlikte hicrî yılbaşı programı hazırladık. Ama programımızı izleyecek, çocuklarımızı izleyecek kimsemiz yok!.. Onların anne-babaları yok; bizim eşimiz dostumuz yok! Komşularımızı çağırıyoruz, ama onlar da bizden çekiniyorlar, ne yaptığımızı anlayamıyorlar. Evde yaşlılar var, giren çıkan bakımsız çocuklar var. Hattâ Romen vatandaşların çocuklarını bile kreşimize alıyorduk. Biz programı hazırladık, ertesi gün sergileyeceğiz. O gece yan komşumuz bir rüyâ görmüş. Rüyasında biz kreşteki çocuklarımızla program yapıyormuşuz, kimsemiz olmadığı için Bursa evliyâsı bizi izlemeye gelmiş. Ön safta Emir Sultan, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri; arka safta şehidler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de sahneden izliyormuş. Programı baştan sona güzelce seyretmişler. Komşular, bu rüyayı duyunca bizi ziyârete geldiler, programı seyrettiler.

Program boyunca bir amca ağladı. Ben de şaşırıyorum yolda bize selâm bile vermeyen bu abi, niye bu kadar ağlıyor diye… Programdan sonra yanıma gelip:

“-Kardeşim, vallahi sizin yaptığınız iş haktır ve sen doğru yoldasın!..” deyip az önce zikrettiğim rüyasını anlattı.

“-Şu programın aynısını, gece Rasûlullah ve Allah dostları ile izledim!” dedi. Bu rüya, bize büyük bir şevk ve heyecan oldu.

Daha sonra sadece romen vatandaşlarımızın çocuklarına özel anaokulu kurduk. Sabah servisle alıyoruz, gelince onları yıkıyoruz. Genelde bitli oluyorlar çünkü… Sonra karınlarını doyurup eğitime başlıyoruz. Akşam evlerine dönerken akşam yemeklerine yanlarına veriyoruz. Çalmadan da yemek verileceğini görsünler istiyoruz. Burada aldıkları eğitimle aslında nasıl yaşanması gerektiğini öğretmiş oluyoruz. Onlar da serviste evlerine gidene kadar salavât-ı şerîfeler okuyarak gidiyorlar. Çok duygulu bir manzara, görmenizi isterdim.

İşte Üstadımızın gelişiyle yolumuzu da bulduk. Üstadımız maddî-mânevî elini üstümüzden hiç çekmedi, elhamdülillah! Bu yola girince Bursa’daki Somuncu Baba Vakfı ve Şaban (Büyükdere) Abi de çok yardım ettiler. Yeni bina alındı, ödemelerimizi vakıf hemen ödedi. Nur Kuyumculuk’la ortak aldığımız evi, vakıf aldı. Sonra da o ev, bizim hizmetimize tahsis edildi. Kreşimiz ayrıldı. Her şeyimiz resmiyete uygun hâle getirildi.

Kreşe, çocuklarına bakamayan fakir aileler de yavrularını göndermeye başladı. Sayımız altmış-yetmişi buldu. Sonra kreşi ben bıraktım ve vakıf bu hizmeti üstlendi. Ben tamamen yaşlılara yöneldim. Dostlarımız, yardımcılarımız bir anda çoğaldı. Tek cemaatimiz değil, Bursa’nın sosyetik zenginleri bile durmadan arayıp:

“-Bir ihtiyacın var mı?” diye sorarlar ve hiçbir ihtiyacımızı da geri çevirmemişlerdir. Allah hepsinden râzı olsun! Hayrunnisâ Gül Hanım geldi, kurumumuzu görünce çok etkilendi. Bu kadar yardımları görünce kendi kendime:

“-Hatice, Rabbim bu kadar insanı, senin hizmetinin devamı için sana gönderdi. Kalk, hizmete devam et, oturacak vakit yok!” derim.

Kendimizin giymeyeceği kıyafetleri onlara da giydirmem; kendimin gönül rahatlığıyla örteceği örtüleri onlara örterim. Kendimizin yiyemeyeceği şeyleri onlara yedirmem. Çalışanlarımız biraz sesini yükseltse yaşlımıza, bizimle çalışamaz. Merhametle muâmele görmeliler… Hepsi uzun yaşasın isterim. Birisi ölürse üzülürüm. Kimileri tâziyeye gelip:

“-Hadi kurtuldun!..” diyor.

Böyle söyleyenlere çok kızıyorum. Sizin elinizde elmasınız, altınınız olsa, bunlardan kurtulmak ister misiniz? Bunlar da benim için bu kadar değerli işte!.. Ben onlarsız yaşayamam, onlara hizmet etmezsem benim hayatımın bir mânâsı kalmaz ki…

 

Yanımızda oturan 106 yaşındaki Fatma Nine hakkında bilgi verebilir misiniz?

 Genç yaşında eşi vefat etmiş. Oğlu Almanya’ya yerleşmiş ve orada vefat etmiş. Kendi kızı 80 yaşında… Fatma Nine’ye evinde bakıcı tutmuşlar, ama olmamış. Sonra bize ikram ettiler, Elhamdülillah!.. İyi ki bize geldi. Hafızası hâlâ çok kuvvetli… Unutmaya korktuğum şeyleri ona söylerim, o bana hatırlatır. Emânetlerimizi o muhafaza eder. İşte Kur’ân’ın ve Kelime-i Tevhid’in bereketine canlı bir misal… Fatma Nine, yaşlı, ama Kelime-i Tevhid’i hiç dilinden düşürmez. Üç günde bir Kelime-i Tevhid hatmi olur.

Yan odada yedi yabancı dili olan bir hanım var. Yıllarca çevirmenlik yapmış, elçiliklerde danışmanlık yapmış. Fakat şu an aklî melekelerinin hepsini yitirmiş durumda… İnanın, kendi hâline bıraktığımızda büyük abdestini yiyor. Rabbim ikisine de hizmet ettiriyor, o ayrı bir mevzû… Ama burada bizim dikkatimizi çekmesi gereken nokta, dünyalık ilmi istediğin kadar öğren; âhirete kalbin çalışmadıysa bitiyor.

Biri kendini Allah yoluna adamış, maksadı, maksûdu Rabbi olunca, Rabbi de onu korumuş. Diğeri de, “Beni makyajsız kefenlemeyin!..” dermiş hayatı boyunca... Ama hep derim:

“-Buraya gelenler, mutlaka Rabbimizin hoşuna giden bir şeyler yapmış ki, Rabbimiz hepsini sevdirip bize hizmet ettiriyor.”

Fatma Nine, gençliğini Kur’ân hizmeti ile geçirmiş. Aslında ümmî birisiymiş, fakat Cenâb-ı Hak, ona kendi katından öğretmiş Kur’ân-ı Kerîm’i… Cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda, Kur’ân okumanın ve okutmanın yasak olduğu zamanlarda Rabbim rüyasında öğretmiş ona… O da öğrendiği bu Kur’ân-ı Kerîm’i bodrumlarda, ahırlarda gizli gizli öğretmiş. Birçok insana Kur’ân öğretmiş ve çok güzel tefsir yapıyor.

Geçen yıl Umreye gittik. Fatma nine de çok istiyordu, onu da yanımızda götürdük. İlk gittiğimiz gün Medine çok soğuktu, çok üşüdük. Sabahleyin Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ziyarete gideceğimiz esnada Fatma Nine:

“-Ben gelmeyeceğim!” dedi.

“-Neden?” diye sorduk.

“-Dün gece rüyamda Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. «Sen yarın benim ziyaretime gelme, zaten bugün çok üşüdünüz. Yorulma da ben senin yanına gelirim!..» buyurdular.” diyerek gözyaşları içinde rüyasını anlattı.

İşte ümmetine ne kadar düşkün bir peygamber, ümmetinden yaşlı bir kimsenin yorulmasını, üşütmesini istemeyen, onun ayağına gelmek lütfunu gösterecek kadar zarif bir Peygamberimiz var bizim... Çok lütufkâr bir ev sahibi, en güzel rehber!

 

Bize vakit ayırıp hizmetin kıymetinin canlı bir şâhidi olduğunuz ve bizimle bu değerli hâtıralarınızı paylaştığınız için teşekkür ederiz.

Estağfirullah, ben teşekkür ederim. Bunların hepsi Allâh’ın lütfu… O, dilediği kulunu, dilediği hizmette istihdâm ediyor. Bize Rabbimiz, böyle bir hayır kapısı açmış. İnşâallah bu nimetin hakkını verir, rızâsına giden yolu buluruz. Aksi durumda büyük bir vebâl ve kötü bir âkıbeti de var, bu işin… Rabbim sizin hizmetinize de bereket ve kolaylıklar ihsan etsin!..

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle