HİZMET DİYARI BİR GÖNLE MİSAFİR OLALIM!!

İlk tanıdığım günden beri yüreğimde âbideleşen bir hanımefendiyi takdim etmek istiyorum sizlere…  Ayten Sarıgöl hocahanım… Önce fedakâr bir hoca, sonra gönlü fakir-fukaraya uzanan bir vakıf insan, Daru’laceze’deki yaşlılarımızın dert ortağı, yetimlerin annesi, özürlülerin ablası… Onu biraz da hizmetleriyle tanıyalım. Hani insanları, bırakmış olduğu eserleri anlatır ya, onun eserleri ise kırık gönülleri şenlendirmek… Buyurun, hep beraber bir hizmet diyarı gönle misafir olalım…

 

Ayten hocahanım kimdir? Biraz tanıyabilir miyiz?

1956 yılında Tekirdağ Çerkezköy’de doğdum. İlkokul 4. sınıfta ağabeyimin vesilesiyle İstanbul’a geldik. İlkokulu bitirdikten sonra annem beni -daha sonra ilâhiyattan hocam olacak olan- Osman Salih Dalcı hocaefendiye götürdü. Hocam’a:

“–Kızım okuduklarını anlatmak öğretmek istiyor!..” diyerek beni kendisine teslim etti.

Osman Salih Hocaefendi, çok iyi bir vaizdir. Hangi camiye gitse anneciğim beni götürür, ben de dinler not alırdım.

Bu hocamın vesilesiyle, daha sonra Fazîlet Kız Kur’ân Kursuna başladım. Kursta imam hatip dersleri görüyor ve aynı zamanda ortaokulu dışarıdan veriyordum. O zamanlar Kız İmam Hatip Lisesi yoktu. İstanbul İmam-Hatib’i de bu şekilde dışarıdan vererek bitirdim. Üniversite sınavına girdim. Çok yüksek puanla İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne gittim.

 

İlahiyatı bitirince de hizmet hayatınız başlamış oldu, değil mi?

Aslında hizmet hayatım lisede başlamıştı. Tûbâ Kız Kur’ân Kursu’nda kalırken bir taraftan lise ikiyi okuyordum, bir taraftan da etüt sorumluluğumuz vardı. Üniversiteye başladığımda aynı zamanda Tûbâ Kursu’nda gece müdiresiydim. Bin talebemiz vardı. Âdeta medrese eğitimi alınıyordu o zaman, çok kaliteliydi. Şimdi Kur’ân kurslarında bu kadar kalite kalmadı maalesef… 1982 yılında da resmen Kur’ân Kursu hocalığına başladım. 1994 yılına kadar Bakırköy Müftülüğü’ne bağlı olarak görevimiz devam etti. Her yıl, 30 kişilik hâfız sınıfımız olurdu. Her sabah saat altıda ders dinlemeye başlardım. Eğer yapamadılarsa saat 12’de tekrar dinlerdim. Kursun yemeğini, ekmeğini,  her şeyini biz yapardık.

Evlenince de talebemin üstünü örtmeden evime gitmezdim. Sabah altıda tekrar gelirdim. Zerâfete çok önem verirdim. Onların iyi yetişmesi için canhıraş bir şekilde çalışırdım. O zaman hocaların maaşını veren, çocukların yiyecek ve ihtiyaçlarını karşılayan kursların erkek idârecileri de yoktu. Bu yüzden talebelerimiz iâşe ve ibâteleri için gerekli yardımları tedârik etmeye de biz koşardık. Talebelerim için ilk yardımı Kerim amcamızla beraber Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’den istemiştik. Gerçi ben değil Kerim amca istemişti. Zaten benim bu hizmet yolundaki en büyük prensibim, “O kapıya hiç maddiyat için gitmemek, hep mâneviyât için gitmek” olmuştur. Bu prensibimi hiç bozmadım, inşâallah, hiç de bozmak istemiyorum.

 

Aslında Kur’ân hizmetinizle birlikte vakıf hizmetleriniz birlikte başlamış gibi…

Evet, gerçekten öyle oldu. Meselâ kızlarımla beraber çok kereler kesilen kurbanları parçalayıp yüzmüşüzdür. Kasap kafasını koparır bırakır giderdi. Gerisini biz hallederdik. 50 koyun ve 10 tane büyük baş hayvanı tamamen kızlarımla yüzüp parçalayıp dolaba yerleştirirdik. Dolaplarımız da kelepirdi. Bir yabancı bey vardı, süryani mi, ermeni mi, tam hatırlamıyorum. O:

“–Hocahanımın bana ihtiyacı var.” diyerek arefeden 3-4 gün önceden gelir, dolapları benzin yakarak temizler, tamir ederdi.

Ben de kurban da onu çağırır, özel ikramda bulunurdum. O da gelir:

“–Ben bir kiliseye giderim, bir de buraya, sana gelirim!..” diyerek minnettarlığını ifade ederdi.

Hani Rabbimiz hadîs-i kudsîde, “Bir adım atana, ben on adım gelirim.” buyuruyor ya, bunu hayatım boyunca çok yaşadım. Allâh’ın bana çok yardım ettiğine inanıyorum, o yüzden hep boyumu aşan işlere kalkışıyorum. Hatta bu sebeple Muallâ Hanım bana latîfe ile:

“–Ne etin, ne budun var? Niye bu kadar büyük işlere kalkışıyorsun diye takılırdı.”

Ancak şunu ifade etmeliyim ki, ihlâs ile hangi işin içine girsem, Allâh’ın lütuf ve ihsanını gördüm. Yüz akıyla o işin altından kalktım. Anladım ki, Cenâb-ı Hak, şahıslara değil, niyetlere ve samimiyete göre muâmelede bulunuyor.

 Bu kurs hizmetlerinde kızlarımın da çok emeği var. Her biri, en az benim kadar yorgunlar. Her biri, hizmetin birer tarafından tuttular. Bu kurslarda yetişen kızlarımdan bir çoğu, hekim, ebe, kurs öğreticisi oldular. Hepsi de bence Kur’ân kursu ve İmam-Hatiple yani dînî eğitimle desteklendiği için hep başarılı oldular. Birçok talebem, ortaokuldan tasdiknâmeyle geldiler. Bizden takdirlik talebe olarak çıktılar. İmam Hatibi dışarıdan verirlerken oradaki hocalar:

“–Niye kursta çile çekiyorsunuz. Burada bizde okuyun!..” derlermiş.

Onlar da:

“–Biz bu başarıyı hocamızla alıyoruz, orada kalmaya devam edeceğiz!..” diye cevap verirmişler. Tabiî bir çoğu matematik birincisi olurdu. O yüzden okullar kendilerine tâlip olurlardı.

Benim maksadım, kendimi isbat etmek veya adımı duyurmak değildi. Benim gâyem, “çocuklar Kur’ân kursu ve mânevî enerjiden, râbıtadan kopmasın! Dışarıda daha kemale ermeden herhangi bir kötülüğün eline geçmesin. Onlara kimse şer tırnaklarını  geçirmesin!” bâbındandı. Bu, benim kendi ferdî endişemdi. Bu endişemi ne çocuklar, ne de velîler biliyordu. Hep söylerim, “Çamur içerisinde pirinç yetiştirdim.” diye… Annem anlatır: Pirinç  sulak yerlerde yetişir, küçük küçük su yılanlarının bol olduğu çamurluklarda… Bizim de çalıştığımız şartlar buna benziyordu. Meselâ Esenler gibi varoş bir yerde, erkek bekçim bile yoktu. Kursun son zamanlarında yaşlı bir amca gelip gönüllü olarak orada gece bekçiliği yapmaya başladı. Hatta bekçi kulübesini bile kendisi yaptı. Kurs istimlâk edilince de o kulübede kalp krizi geçirip vefat etti. Allah rahmet eylesin.

Rahmetli Mûsâ Topbaş babam da teşrif ettiler kursumuza… Bizimle çok yakından ilgilenirlerdi. Yüz kişilik toplantıda herkes dağılınca yanına çağırır, “Nasıl oldu, neler yapıyorsun, işler nasıl gidiyor Ayten kızım?!” diye sorarlardı.

 

Kurs vazifeniz inkitaya uğrayınca hizmete nasıl devam ettiniz?

1994 yılı çok karışık bir dönemdi. Komşum Belediye başkanı olduğu için bir soruşturma geçirdim. Ardındanda Kur’ân Kursu öğreticiliğinden istifâ etmek durumunda kaldım. 3-5 yıl sonra tekrar müftülükten göreve çağırdılar. Bu sefer ben kırgınlığımdan dolayı tekrar başlamadım. Zaten kendi çabalarımızla bir vakıf kurmuştuk. Fâtih’te küçük bir evim vardı. Onu bağışlayarak, “Üçyüzlü Çeşme Eğitim ve Kültür  Vakfı”nı kurdum.

Biz de oranın mânevî havasını hep üzerimizde hissettik. Bahçemizde Âdile Sultan’ın “Üçyüzlü Çeşmesi” vardı. Bir on yıl kadar orada hızlı bir hizmet hayatımız oldu. Beş yüz-altı yüz hanıma hizmet veriyorduk. Köyden gelen kızlarımız, öğretimin dışında aldıkları eğitimle çok nazikleşirlerdi. Herkes çok şaşırırdı.

Talebelerimizden, âilesi maddî sıkıntı içinde olanlara da erzak yardımında bulunurduk. Hatta bir hatıram vardır: Benim ilk defa vakıfçılığa başlamamın vesîlesidir bu hâdise.. . Öğrencilerimden birisinin babası vefat ettiğinde taziyeye gitmiştim. Annesi:

“–Ben de sizi çağırmayı düşünüyordum.” dedi.

Âile, Makedonyalı muhacirlerdendi.

“–Ne oldu?” dedim.

Babası ölmeden bir gün önce:

“–Hocahanımı bana çağırın, dört çocuğumu da bakması için ona vasiyet edeceğim. Ondan başkası onlarla ilgilenmez.” demiş.  Hâlbuki adamcağızın kardeşi de bitişik binada oturuyordu.

Hanımı, çocuğu fıtık ameliyatı olması için onu hastaneye götürmeye çalışırken, adamcağız hasta yatağında arkasından seslenmiş:

“–Geldiğinizde belki beni bulamazsınız!..” diye…

Öyle de oldu, geldiklerinde vefât etmişti. O vasiyete binâen, ben vakıf işine de adım atmış oldum. Bayramlarda o yetimler et yemeden biz ağzımıza et koymazdık.

 

Belediyenin kurumlarında, yani Darü’laceze’de ve Özürlüler Merkezi’nde ne zaman ve nasıl hizmete başladınız?

Darü’laceze’de mânevî bakım ihtiyacı hissedilince, bir ağabeyim vesile oldu. Allah kendisinden râzı olsun. Biz de proje dâhil her şeyi kendimiz oluşturarak başlamış olduk.

Projemiz, “Yaşlılarda Mânevî Bakım” üzerineydi. Daha önce 1994’lerde prosedür olarak başlamış, fakat başarılı olamayınca kâğıt üzerinde kalmış maalesef... Biz projeyi yeniden kendimiz kurarak her şeyiyle biz oluşturmuş olduk.

“Yaşlılarda Dînî Bakım” ismini, biz “Yaşlılarda Mânevî Bakım” olarak projelendirdik. Bunu Avrupa’da kiliseler yapıyor. Burada da biz  fiilen başlatmış olduk. Sosyal kurumlarda mânevî bakım, en büyük ihtiyaç, yüzde yüz gerekli... Tıbbın yanında mânevî eğitim hep olmalı… Bu bir tek Darü’lacezelerde değil, yetimhanelerde de olmalı… Hapishânelerde zaten var.

İlk başladığınızda nasıl karşıladılar?

Orada yaşlılarımızın dinlendiği solaryum denilen geniş odalar var. Öncelikle oraya yaşlılarımızı dâvet edip sohbetlere başladık. İlk gittiğimizde çok şaşırdık. Kendi aralarında bir hiyerarşi vardı. Hepsi hayattan bıkmışlar, hepsi isyan hâlinde… Birbirlerinin elinden sandalyeleri bile çekiştirip tartışıyorlardı. Yemekhânede kimse kimseye yer vermiyor. Şöyle bir psikoloji içindeler: “Her şeyimizi kaybettik, bari şu an elimizde olanları kaybetmeyelim. Bu bizim son şansımız!..” diye düşünüyorlar.

 

Siz orada mânevî bakıma başladıktan sonra duygularında, hayata bakış tarzlarında bir değişiklik oldu mu?

Tamamen her şey değişti. Bu değişikliği en iyi dışarıdan gelenler fark ediyorlardı. Bir gün çok sevdiğim bir büyüğüm âniden oraya ziyarete geldi. Ellerinde tüllerle, kurdelelerle süslenmiş üzüm sepetleri vardı. Biz içeriye girince elli-altmış odalı yer, hepsi birden “Ders mi var, ders mi?” diye peşimizden gelmeye başladılar. Bu durum, o hanımefendinin çok hoşuna gitti ve:

“–Mâşaallâh, burası sanki bir mektep olmuş!..” dedi.

Kısa zamanda emeklerimiz meyve vermeye başlamıştı. Orada göze çarpan en önemli husus, yaşlıların hepsinin gözle görülür bir şekilde diğergâm olmaya başlamasıydı. Bir gün sohbetimizde “hasta ziyareti”nin fazîletinden bahsetmiştim ve:

“–Sizlerin eliniz-ayağınız tutuyor, âciz siteleri dolaşıp onları ziyaret ediyor musunuz?” dedim.

Orası site site… 10. site 750 civarında- mevcudu var. Yaşlılar, yatağa bağımlı kimseler, yoğun bakım üniteleri, şizofren olanlar… Hepsi farklı yerlerde… Aradan birkaç gün geçti. İki bacağında da yürüme engeli olan, zor adım atıp yürüyen ve çok zor konuşan bir Esmamız vardı. Canım benim, çok tatlı birisi... Eline bir galeta ve petibör bisküvisi almış, Yoğun Bakım Ünitesi olan “Huzur Sitesi”ne gelmiş. Onu orada görünce şaşırdım.

“–Hayırdır Esma!.. Yolunu mu kaybettin, yoksa burada bir arkadaşın mı var?” dediğimde:

“–Siz hastaları ziyaret edin, dediniz ya, onun için geldim. Hem getirdiğim ikramları da dersinizden sonra ikram edersiniz.” dedi.

Orada çok randıman aldık. Verdiğimiz eğitimin bize dönüşü çok güzel oluyordu.

 

Eğitimde neler vardı?

Öncelikle isteyenlere Kur’ân-ı Kerim öğrettik. Onlarla hep beraber Kur’ân-ı Kerim’i baştan sonra okuyup hatmettik. İlâhîler öğrettik. Sohbetlerimiz, onların ihtiyaçlarına göre sürekli devam ediyordu zaten… Mevlânâ’dan, Yunus Emre’den okurduk. Çok etkilenirlerdi. Peygamber Efendimizin hayatından anlatırdık. Kısacası neye ihtiyaçları varsa, öncelikle konumuz o olurdu.

 

Mânevî bakım istemeyen, size karşı tepki gösterenler oldu mu?

Tabiî, birkaç kişi oldu. Ama bu ilk seferimizde oldu. Zaten bu zorunlu bir eğitim değil. İsteyenler katılıyordu. Meselâ bir teyze vardı. Hiç bize katılmayan, tv’de kadın programlarına katılmayı tercih eden birisi... Bu teyzeyi:

“–Bize de gelir misiniz efendim?” diye dâvet ettiğimde:

“–Benim öyle şeylerle işim olmaz, gelemem!” derdi.

Onun adına çok üzülürdüm. İçim yanardı. Ama her defasında biz ayırım yapmadan herkesi ziyaret ediyor ve gelen gelmeyen herkese ikram dağıtıyorduk. Bu teyze, bizim herkese eşit davranmamızdan ve nezâketimizden çok etkilenmiş olmalı ki, bir gün:

“–Ders ve sohbetlerinize ben de geleceğim.” dedi. Onun bu sözleri bizi çok heyecanlandırdı.

 İlk yılımızda sekiz sitede sekiz hatim indirdik. Erkek sitelerinde de, bayan sitelerinde de her Cuma süslü paketlerle hazırladığımız hediyeleri ikram ediyorduk. Hatim programlarımızı görkemli bir şekilde yapmaya çalıştık. Hemşireler, doktorlar ve idarecileri de dâvet ettik. Sağolsunlar, onlar da katıldılar.

Bu vesileyle bize en büyük desteği veren, önümüzü açan müdürümüze, site sorumlusu hekim arkadaşlara, psikologlara, koordinatör hemşire ve yardımcı personel arkadaşlarımıza ayrı ayrı teşekkür etmek isterim. Böyle bir hizmette başarılı olduysak, bir ekip çalışması olarak, hepsinin gönül ve desteğiyle başarılı olduk. Sağ olsunlar.

 

Efendim, İslâm zerâfetiyle yaklaşıldığında, aslında bütün gönül kapıları açılıyor, değil mi? Siz bunun canlı misâli olmuşsunuz oralarda...

Evet. Ders saatimizi dört gözle bekliyorlardı.

 

Sitelerin ismini kim belirlemiş acaba?

Anketlerle orada kalan yaşlılar belirlemiş. “Kendimizi güvende hissetmek istiyoruz.” diyenler  “Güven Sitesi” ismini seçmiş. Erkeklerin sitesinin adı “Sevgi Sitesi” idi. Erkekler de sevgiye ihtiyaçları olduklarını belirtmişler. Ne kadar enteresan değil mi? Biz erkek sitelerine karlı havada, buram buram buharı tüten kıymalı sarmalar götürmüştük.

“–Ya bunun mis gibi dumanı da tütüyor.” diye birbirlerine çocuklar gibi çığrışmalarını hiç unutmam... Orada her şey itinayla ve eksiksiz bir şekilde ikram ediliyordu. Ama ev yapımı yemekler onlara değişik gelmişti. Aslında ise, onlar kendilerine özel bir muâmele yapılmasından çok mutlu olmuşlardı.

Kahve ve çay ikram ederdik. Tabiî, onların hâllerine çok büyük sabır gösterdik. Tahminen tam bir yıl… (Gülcan Hocahanım sohbetimize katılarak:) Müdür bey her hafta anketle istatistikleri belirlermiş. Bizi çağırarak:

“–Ramazan’da oruç tutanlarda, namaza gidenlerde çok artış oldu.” dedi.

Hemen inşaat yapılarak mescidleri genişletildi. Çünkü bayanlar:

“–Biz teravih kılamıyoruz!..” diye ricada bulunmuşlar.

Onları câmilere geziye götürdük. Eyüp Sultan’da Peygamberimizin mübarek ayak izlerini görünce çok etkilendiler, âdeta yığılıp kaldılar. Biz sandalyeleri, bastonları orayı kirletmesin diye giderken yanımızda hasır götürmüştük. Onları sermek isteyince, sağolsun oranın çalışanları çok yardım ettiler:

“–Olur mu öyle şey!..” diyerek tekerlekli sandalyelerin, bastonların altını tek tek sildiler.

Eyüp Sultan’dan sonra ashâb-ı kirâmdan Kâb Hazretleri’ne götürdük. Gitmeden önce oradaki tanıdığım görevli beyefendiye telefon açtım:

“–Biz şu kadar kişi geliyoruz, bize çay yapar mısınız?” dedim.

Çimenlere hepsini oturttuk, çaylarını içtiler. O kadar mutlu oldular ki, görmeliydiniz.

Velhâsıl biz kimi kazandıksa, hizmet ederek kazandık. Biz Peygamberimizi örnek alarak hizmette önde olmaya gayret ettik. Yatağa bağımlı hastalara bile kıymet verip onları da gezmeye götürüyorduk. Yûşâ Hazretleri’nin kabrine götürdük. Orada piknik yaptırdık. Hep ikramlarını kendi imkânlarımızla, kendi ellerimizle hazırladık. Kaç kişiyi oradan hacca gönderdik... Kaç kişi mânevî huzur yolunu buldu. Elhamdülillah, bunlar bizi mutlu ediyor işte…

 

Oraları yakından tanıyan birisi olarak anne-babalar oraya düşmek istememiştir mutlaka… Oralara düşmek zorunda kalmamak için çocuklarımıza nasıl bir terbiye veya merhamet misyonu yüklemeliyiz sizce?

Burada da yine İslâmsızlık var, yine maneviyatsızlık var. Akraba bağı (sıla-ı rahim) olmadığından, diğeri de onun gözetiminden kendini sorumlu hissetmediğinden, neticede bu hâle düşülüyor.

İkincisi, senin asıl soruna cevap olarak “Ebeveynler neler yapmalı?”

Çocuklarına ilk etapta, “yüzde yüz etme-bulma dünyası” demiyorum, ama muhakkak şunu öğretmeliyiz ki; “Biz yapmayalım ve görmeyelim!”

Ebeveynler, anne-babalarına bakarak çocuklarına güzel örnek olmalılar. Küçükken çocuklarına, büyükanne ve büyükbabalara karşı saygı göstermeyi öğretmeliler. Şimdi bu, bir çok âilede eksik maalesef!..

 

Çocuklarımızı Daru’lacezeleri ziyarete götürmek de önemli, değil mi, merhamet duygularının gelişmesi için…

Tabiî, getirmek lâzım. Biz bile oradan bu kadar etkileneceğimizi düşünmemiştik.

Mutlaka her gün sizin için önemlidir, ama unutamadığınız, sizi çok etkileyen bir hâtıranızı bizimle paylaşır mısınız?

Bizim orada etkilenmediğimiz bir günümüz bile geçmemiştir. İlk başladığımızda bir-iki ay sürekli ağladık. Dersi anlatıp anlatıp yan odaya geçip doyasıya ağladık. Gelip tekrar devam ettik. Eve dönerken köprüyü geçene kadar ağladık. Hatta Mürşide Teyze’ye gidip:

“–Biz acı dolduk. her gün kahroluyoruz!..” dedik.

(Gülcan hanım:)

“–Orada her an bir şeye şahit oluyorsunuz da unutamadığım, ismini vermek istemediğim bir amcamız vardı. Telefon kulübesinde herhâlde bir yakını ile görüşüyordu:

“–Beni ziyarete gelin!..” diyor. Herhalde “Gelemeyiz.” dediler.

Bu defa yaşlı amca:

“–Ben geleyim.” dedi. Onlar, “Evde yokuz!” deyince telefonu kapatıp çocuklar gibi ağlamaya başlamıştı.

Bu olay, bir bayram günü olmuştu.

Diğer bir amca, dindar, temiz yüzlü, su gibi bir amca idi. Kendisi evlenmemiş, mallarını kardeşine vermiş, çocukları var diye… Onlar da malları alınca, bu amcamızı unutmuşlar tabiî... Bu amcamızla bir hususu istişâre etmek için odasına çıkmıştım. Baktım odada yok. Personele sordum:

“–Abdeste gitti.” dedi.

Bu personel ben beklerken, onun yanına gidip:

“–Ziyaretçin geldi.” diyerek şaka yapmış.

Tabiî amcamız inanmış, heyecanla banyodan bir çıktı. Etrafına bakındı, benden başka kimse yok! Duvara yaslanıp kaldı. Sadece:

“–Ben kim gelmiş diye merak ettim!..” diyebildi.

Ben de tesellî olarak:

“–Üzülme amcacığım. Ben de senin kızın sayılırım.” dedim ama onu teselli etmeye yetmedi.

 

Onların âcizlik içinde olmaları mıydı sizi bu kadar etkileyen?

Âcizlikten öte, şunu sindiremiyorduk. Bir anne-baba niye oradaydı? Çocuk bölümümüz de vardı. O çocuğun ne suçu vardı da oraya bırakılıp gidiliyordu. Çoğunun anne-babası vardı hâlbuki… Bazılarının ebeveyni yoktu tabiî, hadi onlar neyse!..

 

Basın yayından Huzur evlerindeki yaşlılarımıza yapılan eziyetleri gördük, çok üzüldük. Burada böyle şeylerle karşılaştınız mı?

Hayır, kesinlikle hayır… O kadar temiz o kadar ilgili bir personeli var ki, hayret edersiniz. Müdürü zaten çok ilgili, çalışanlarına sürekli eğitim verdiren, denetleyen birisi… Kendisinden Allah râzı olsun. Belediyelerinki çok temiz, o gördükleriniz başka… onlar daha çok kâr amacı güdenlerde oluyor. Bu iş, çok masraflı… Yatalakların, akıl hastalarının bakım masrafı çok fazla… Belediyemizinki hiçbir şeyden esirgemeden, taviz vermeden en güzel şekilde hizmet ediyorlar.

 

Burada kalan yatalak hastaların hiç mi yakınları yok! Hiç ziyaret edenleri olmuyor mu?

Bir tane teyzeyi gördüm. Yatalaktı. Bir kızı vardı. Her gördüğümde gözü camdaydı, başka bir yere bakmazdı. Ben ara-sıra onun ağzına zemzem damlatıyordum. Ve o şekilde gözü camda hasretle öldü.

 

Oraları ziyaret edip sevindirmek lâzım değil mi?

Tabiî ziyaret edilebilir. Ama onlar, samimi olanla olmayanı çok iyi ayırt ediyorlar, bunu da unutmayalım. Oradakilerin çoğunun çocuğu, akrabası var. Ama ziyareti bırakın, öldükleri zaman cenâzesini almaya bile gelmiyorlar. Gömülebilmesi için imza atmaları lâzım. O imzayı atmak için bile uğramıyorlar. Hatta şoförler imzayı atmaları için evlerine gidiyorlar, onu bile imzalamak istemeyenler var.

Oraya sağlıklı gelip de bunalım yüzünden maddî-mânevî hasta hâline geldiklerini çok gördüm. Kaldırılabilecek bir şeymiş gibi geliyor, ama herkes bir an kendisini düşünsün; bütün her şeyinden ayrıldığını, evinden, yatağından, çocuklarından, torunlarından… Yaşarken unutulmak, ne acı bir vedalaşma değil mi?

 

Peki, psikiyatri servisindekilerle de ilgilenme fırsatınız oldu mu?

“Dolunay Sitesi”, erkek akıl hastalarının, “Papatya” da hanım akıl hastalarının kaldığı yerdi. Bunlarla da özel ilgilendik.

Mâneviyatın etkilemediği hiç kimse yok! Bunu gördük. Müdür Bey, hacca gidip geldiğinde onlara zemzem götürdüm. Bir tanesi şöyle dedi:

“–Kutsal su mu bu? Hani şu mübarek su!.. Herkes böyle yudum yudum içiyor. Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından geliyor hani!! Müdür Bey, bize mi getirmiş?! Üf be! Müdür, gerçekten bize mi getirmiş?”

Bir akıl hastasının tefekkürüne bakın!.. Onun bu söyledikleri hepimizi ağlattı. İçene kadar yumruğunu vuruyor, teşekkür ediyor, duâlar ediyor. Durup durup:

“–Hani, sadece oraya gidenlerin getirdiği mübarek su değil mi? Öf be, müdür bey, bizi adam yerine koymuş!”

Gelip ölmüşlerine mevlid okutmak için bile ısrar ederlerdi. Hatta mevlidlerine gelenlere sunmak için ikramlarını bile kendileri hazırlarlardı. Bu insanlar kim sorarsa, deli ve mânevî bakıma ihtiyaçları yok! Geceleri kapıları kilitlenecek kadar akıldan mahrum olanların hâli buysa, diğerlerini siz düşünün!

 

Bence siz burada Allah bilir ya, bir yılda kazanacağınız ecri bunların gönlüne girerek bir anda almışsınız. Sonra ne oldu?

Zaman zaman hastaların ilgisine yetişemez olduk. Tabiî Diyanet’le protokolümüz vardı. Din görevlileri gelip gidiyordu. Din görevlilerini yaşlıların yanına oturtuyordum. Yaşlıların elini alıp bu hocahanımların eline-yüzüne dokunduruyordum:

“-Bak dokun! Bu hoca!.. Hocalar böyle nurlu olur.” diyordum.

Zaten onlar da hocaları çok seviyor ve saygı duyuyorlardı. Gelen bayan hocahanımları da, erkek hocaları da ayrılacakları zaman kapının yanından geriye döndürüp:

“–Bakın hocam!.. Buraya iyi bakın. Yüzelli dönümlük arazi… İçinde bir sürü site, bir sürü yaşlı, âciz, yetim, akıl hastası vs. Toplam yedi yüz elli kişi… Buradakileri unutmayın! Buradakileri gönlünüzde mihraba taşıyın! Ve Allah aşkına buradakilere dua edin. Gördüklerinizi görmeyenlerle paylaşın!..” diyordum.

Erkek din görevlileri câmilerde, vaazlarında; bayan vâiz ve kurs öğretmenleri ise kurslarında anlatmışlar. Bütün toplum bu insanları, anaları, babaları, evlâtları, arkadaşları olarak görmeli, bunlara sahiplenmeli, bence…

Şimdi de aynı şekilde devam ediyor orada hizmet, fakat çalışan arkadaşlar biraz şikâyetçi… Ben yetişemiyorum, hep sizi istiyorlar diye serzenişte bulunuyorlar. Şimdi biz orada değiliz, ama önemli olan onların bir şekilde hizmeti devam ettirmesi… İnşallah bize de devam eden bu hizmetten hisseler gelir. Hayırlar, özel zamanlarda satılan hisse senedi gibidir. İyi hesap edip hayırlarda öncü olabilmek, ilk tohumu, ilk adımı atmak önemli… Allah kalplerimizi, istikametten ayırmasın. Bizi, yaptığımız hayırlarla böbürlenen değil, bu ilâhî ikram ve lütufların minnet ve şükranı içinde olan kullarından eylesin!.. Âmin.

Maksat gönül almaksa eğer, Allâh’ın dinini, Kur’ân’ını ulaşmayana ulaştırmaksa, sosyal hizmetler çok büyük bir hizmet alanı… Bir garibin, bir muhtacın, bir hastanın gönlünü almanın mânevî mükâfâtı neyle kıyas edilebilir ki?

 

Her hizmetinizde enerji kaybetmeden verimli olmayı neye bağlıyorsunuz?

Herkesin boş ve gereksiz gördüğü gönülleri kazanmak, bana göre, onların bir tanesinin gönlünü almak cami inşa etmek gibidir.

Kâbe’yi ilk gördüğümde şöyle duâ etmiştim:

“–Rabbim, her geldiğimde ilk defa geliyormuş, ilk defa görüyormuş aşk ve heyecanını nasip et!..”

Yemin ederek söylüyorum, aynı duâyı Daru’laceze’ye girerken de ediyordum ve:

“Allâh’ım, bunlardan bıkmayalım, usanmayalım!.. Usandırma, bıktırma, yorma, kahırlarına katlanma gücü ver!” diye dua ediyordum.

Hizmeti, nîmet bilmeliyiz. Nîmet bilirsek heyecanımız hiç bitmez inşâallah!!

 

Ayten hanım ve Gülcan hanım sizinle tanışmak ve sizden istifade etmek, bizim için bir onurdu. Allah sizlerden râzı olsun. Açtığınız hizmet yollarını dâim kılsın. Sizi de, bizi de bu hizmetlerden hissedar olan kullarından eylesin!..

Rabbimiz, bizlere de sizler gibi ulaşılmayan gönüllere ulaşmayı nasip etsin! Bu hizmetleri yaparken maddî-mânevî bize kılavuzluk eden, çalışmalarımızı kolaylaştıran, bizden desteğini, duâlarını esirgemeyenlerden Allah râzı olsun, hepsine müteşekkiriz. Hizmete mecburuz. Çünkü günümüzde her türlü hizmete, bilhassa sosyal projelere ve mânevî alanlardaki hizmete çok ihtiyaç var. Bu bir lüks değil. Her insanın en fıtrî, en zarûrî ihtiyacı…

 

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle