ÇİLELERDEKİ HİKMET VE KERAMET

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede:

“Allah hiç kimseyi gücünün yetmediğinden mükellef kılmaz...” (el-Bakara, 286) buyurur. Yâni Allah Teâlâ, insana beşer tâkatinin üzerinde bir mes’ûliyet yüklemez. Fakat verdiği tâkat nisbetinde bir kulluk ister.

Meselâ 25 kilo kaldırabilecek kuvvete sâhip bir kişi, farazâ 24 kilo kaldırsa, kaldırmadığı bir kilo sebebiyle kıyâmet günü mes’ûl olur.

Zekât ibâdetinin belli bir nisâbı vardır. Bu nisâbın gerektirdiği nisbette verildiği takdirde zekâtın mes’ûliyetinden kurtulmuş olunur. Bunun hesâbını yapmak kolaydır. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği bütün nîmetler de, kulda maddî ve mânevî bir mes’ûliyet nisâbı meydana getirir ki, bunların sınırını tâyin etmek çok zordur.

Dolayısıyla Hak katında mes’ûliyetlerimizin hesabını yüz akıyla verebilmemiz için, bu dünyada tâkatimizin son noktasına kadar Allah için gayret etmemiz zarûrîdir.

Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin naklettiği şu kıssa[1], Cenâb-ı Hakk’a karşı sahip olmamız gereken kulluk mes’ûliyetindeki ufku göstermek bakımından dikkate şâyandır.

Hak Teâlâ, Mûsâ -aleyhisselâm-’a iki tâlimatta bulundu:

“1. Bir ümit ve emel ile sana geleni nasipsiz bırakma!

  1. Senden kendisini korumanı isteyeni muhâfaza et!”

Hazret-i Mûsâ, bir seyahate çıkmıştı ki, yolda bir şahinin bir güvercini kovaladığını gördü. Güvercin, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı görünce ona sığınmak üzere omzuna kondu. Şahin de geldi, diğer omzuna kondu. Şahin üzerine atlamaya niyetlenince, güvercin Hazret-i Mûsâ’nın yeleğinden içeri girdi.

“–Beni koru yâ Mûsâ! Yoksa şahin beni helâk edecek!” dedi.

Buna mukâbil şahin de, açık bir lisanla Mûsâ -aleyhisselâm-’a:

“–Ey İmranoğlu! Ben de senin yardımına muhtaç olarak geldim. Ümidimi boşa çıkarma! Benimle rızkımın arasına girme!” diye nidâ etti.

Güvercin ise:

“–Ey İmranoğlu Mûsâ! Beni korumanı diliyorum, sana sığınıyorum, beni koru, bana eman ver!” dedi.

Mûsâ -aleyhisselâm- kendi kendine:

“–Aman yâ Rabbî! Bu hususta ne çabuk ve ağır bir imtihana tâbî tutuldum!” dedi. İmranoğlu Mûsâ, çâresizlik içinde kaldı.

Sonra güvercini korumak, şahinin de talebini yerine getirebilmek ve böylece Allâh’ın emrine sâdık kalabilmek için son çâre olarak baldırından bir parça et koparıp şâhine vermeyi düşündü.

Güvercinle şahin, Hazret-i Mûsâ’nın bu candan fedâkârlık niyetini sezdikleri anda:

“–Ey İmranoğlu! Acele etme! Biz iki elçiyiz. Maksadımız senin Allâh’a olan ahdinin sıhhatini imtihan etmekti.” dediler.

Evet, bu kıssa pek ibretlidir. İlk olarak Allah Teâlâ, Hazret-i Mûsâ’ya emir ve yasakları ile ilâhî bir hudut çizmiştir. Sonra da peygamberini, îman, bağlılık ve itaatini yoklamak üzere ağır bir fedâkârlık imtihanına mübtelâ kılmıştır.

Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulduğu üzere:

“…Bu (kıyâmet günü), sâdıklara, sıdklarının (doğruluklarının) fayda vereceği gündür...” (el-Mâide, 119)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ne kadar müşkil durumda olursa olsun Allah için cömertlikte sadâkatini ifâde eden sayısız misal sergilemiştir. Öyle ki sahâbeden Câbir -radıyallâhu anh-’ın beyânı vechile:

“Kendisinden bir şey istendiğinde «hayır» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)

Nitekim birgün küçük bir çocuk, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna geldi. Annesinin bir gömlek istediğini arz etti. O sırada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sırtındakinden başka bir gömleği yoktu. Çocuğa, başka bir zaman gelmesini söyledi. Çocuk gitti. Tekrar gelip annesinin, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sırtındaki gömleği istediğini söyledi. Allah Rasûlu -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hücre-i Saâdet’e girdi ve sırtındaki gömleği çıkarıp çocuğa uzattı.

O sırada Bilâl -radıyallâhu anh- ezan okuyordu. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sırtına alacak bir şey bulamadığı için cemaate çıkamadı. Ashâbın bir kısmı merak edip Hücre-i Saâdet’e girdiler ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gömleksiz olarak buldular.” (Vâhidî, s. 294-295)

Velhâsıl, insanlığa örnek şahsiyet olarak gönderilen peygamberler, başa gelebilecek çilelerin en ağırlarıyla sadâkat imtihanından geçirilmişlerdir. Kimi hanımının ve çocuğunun küfre ve helâke sürüklenmesi ile imtihan edilmiş, kimi sağlıktan, kimi kardeşlerinin hasedinden, kimi iftirâdan, kimi mal ve sevdiklerini bir anda kaybetmekten ve kimi de kör bir testere ucunda canını Allâh’a takdîm etmekten… Ancak onların her biri, sıradan insanların kaybedeceği bu ağır imtihanları, büyük bir îman, teslîmiyet ve itaat ile kabullenmişler ve Rablerini râzı edecek şekilde imtihanlarını yüz akı ile vermişlerdir.

Yukarıdaki kıssada da Hazret-i Mûsâ, şahin ile güvercinin birbirine tezat teşkil eden isteklerini geri çevirmemek ve ne olursa olsun ilâhî hudutlara riâyet etmek için büyük bir îtinâ göstermiştir. İlâhî emir ve yasaklara riâyet uğruna ne kadar müşkil durumda kalırsa kalsın, kendisi için nefsânî bir tâviz yolu aramamıştır. Gerektiğinde canından fedâkârlıkta bulunmak pahasına, ilâhî emirleri îtinâ ile yaşamaya gayret etmiştir.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrâhim’i de malından, canından ve evlâdından imtihana tâbî tuttu. Zîrâ bu üç nîmet, insanoğlunun kalbinde taht kurar. Cenâb-ı Hak Halîl, yâni Dost’u olan İbrahim -aleyhisselâm-’da bu üç tahtın yıkılmasını murâd etti. Onu önce malından imtihana tâbî tuttu. İbrahim -aleyhisselâm- zikrullâh’ın lezzeti karşısında malını fedâ etti. Yine onu, Hakk’a teslîmiyetini sınamak için canıyla imtihan etti. Atıldığı ateş, onun teslîmiyetini sarsmadı. Hazret-i İbrahim, kendisinin devâmı olan sevgili oğlu İsmâîl’i Allah için kurban etmek husûsunda da ahdine sâdık kaldı. Bu üç ağır imtihanda da Cenâb-ı Hak, kulundan dâimâ teslîmiyet görünce o üç nîmeti de kuluna bağışladı. Bu sadâkat ve teslîmiyetine mukâbil Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’i şöyle tebrik etti:

“Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık bir imtihandır, diye seslendik. Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık: «İbrahim’e selâm!» dedik.” (es-Sâffât, 104-109)

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ise en ağır çilelerin çemberinden geçirildi. Nitekim; “…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

O’nun, ümmetine duyduğu şefkat ve muhabbeti, bir anne-babanın evlâdına duyduğundan çok daha ötedeydi. Ümmeti, bilhassa Mekke’de O’nun gözleri önünde hakaret gördü, aç bırakıldı, dövüldü, zulmedildi. O’nun Tâif’teki çileleri ise çok daha ibretlidir:

Bir gün Hazret-i Âişe vâlidemiz:

“–Yâ Rasûlallah! Uhud Harbi’nden daha fazla daraldığınız bir gün oldu mu?” diye sormuştu.

Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdular:

“–Evet, senin kavminden çok cefâ gördüm. Bu cefâ ve ıztırapların en fenâsı, onların bana Akabe Günü[2] yaptığıdır. Ayrıca Tâifli Abdükülâl’in oğlu İbn-i Abdiyâlîl’e sığınmak istemiştim de, beni kabûl etmemişti. (Beni ayak takımına taşlatarak her tarafımı kan revân içinde bırakmıştı.) Ben de geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnü’s-Seâlib mevkiine varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı fark ettim. Bana:

«−Allah Teâlâ, kavminin Sana ne söylediğini ve Sen’i himâye etmeyi nasıl reddettiğini duymaktadır. Onlara dilediğini yapması için de Sana, Dağlar Meleği’ni gönderdi.» diye seslendi.

Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonra da:

«−Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitmektedir. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı (Mekke’deki Ebû Kubeys ile Kuaykıân dağlarını) onların başına geçireyim.» dedi. O zaman:

«−Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sâdece Allâh’a ibâdet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler getirmesini dilerim.» dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Zîrâ O, her ahvâlde, bütün insanlığa merhamet ve şefkat tevzî ediyordu.

Yine O, dâimâ Cenâb-ı Hakk’a acziyetini arz etmiştir. Nitekim Tâif’te taşlandıktan sonra:

“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum.

Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı ga­zaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!

İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; on­lar bilmiyorlar.

İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” diye niyazda bu­lunmuştur. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

İşte beşer tâkatini eriten bunca sıkıntılara gösterilen sabrın ardından, ilâhî nusret ve fetih gelmiş, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka hiçbir beşerin, hattâ hiçbir meleğin ulaşamadığı mânevî mertebelere nâil olmuş ve Mîrâc’a yükseltilmiştir.

En büyük çileler, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulları olan peygamberlerin, daha sonra da peygamber vârisi Hak dostlarının ve derecelerine göre sâlih kulların başından geçmiştir. Zîrâ insan, çilelere tahammülle olgunlaşır. Sâhillerdeki taşlara dikkat ettiğimiz zaman görürüz ki, üzerlerinde hiçbir pürüz kalmamıştır. Üstelik, güçlenmiş ve kırılmaz hâle gelmişlerdir. Zîrâ asırlarca dalgaların çilesini çeke çeke sağlamlık kazanmışlardır.

Çile çekmeyen ve ıztırap bilmeyen insanın nefsi, azgın bir aygır hâline gelir. Kendisinde tanrılık vehmetmeye kadar gider. Firavun ve Nemrud’un hâli, bunun en bâriz misâlidir. Bu itibarla Hak dostları, başlarına gelen çileleri, hiçlik, acziyet ve kulluk hislerini inkişâf ettiren ve kalbin Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmasını temin eden bir nîmet bilmişlerdir. Zîrâ Hakk’a yakınlığın lezzeti karşısında dünyadaki bütün çile ve ıztıraplar onların gözünde ve gönlünde ehemmiyetini kaybetmiş ve:

Hoştur bana Sen’den gelen,

Ya gonca gül, yâhut diken,

Ya hil’at ü yâhut kefen,

Kahrın da hoş, lutfun da hoş

demişlerdir. Fakat bu sözleri söyleyebilmek için, çilelerin Hak’tan gelen bir imtihan tecellîsi olduğunu bilip sabır, şükür ve rızâ ile karşılanması gerekir.

Dolayısıyla, ko­layca söy­le­nip geçilen bu nevî sözlerin ya­şan­ma­sın­da­ki güç­lük, iyi­ kav­ran­ma­lıdır. An­cak “râ­dı­ye” ma­kâ­mın­da ger­çek­le­şe­bi­len bu ve­ya ben­ze­ri ifâdele­ri, kendini o makamda veh­mederek ve­ya tak­lîd he­ve­siy­le yüksek perdelerden te­ren­nüm et­mek­ten sa­kın­mak gerekir. Zî­râ bu tak­dîr­de on­lar bi­rer id­diâ mâ­hi­ye­ti­ni alırlar ki, Ce­nâb-ı Hak ku­lu­nun söy­le­di­ği bu söz­de sa­mi­mi olup ol­ma­dı­ğı­nı im­ti­han eder­se, pek çok kulun bu yol­da ya­ya ka­la­ca­ğın­dan kor­ku­lur!..

Yâ Rabbi! Sana dâimâ acziyetimizi îtirâf ederiz. Hislerimizi kendi rızâ-yı şerîfin ile te’lîf eyle! Bizi âyet-i kerîmede buyurduğun; “canları ve mallarıyla cenneti satın alan”[3] kullarının zümresine ilhâk eyle. Bizi, ilâhî imtihan tecellîlerine karşı rızâ ve teslîmiyet ile Sen’den râzı kıl, bizden de râzı ol…

Âmîn!

 

[1] Bkz. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Tavsiyeler Bölümü.

[2] Akabe Günü: Allah Rasûlü’nün Minâ’da Akabe mevkiinde durup insanları İslâm’a çağırdığı gündür. O vakit bu insanların bir kısmı İslâm’ı kabûl ederken bir kısmı da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e eziyet etmiştir. İşte o gün “Akabe Günü” diye meşhur olmuştur.

[3] Bkz. et-Tevbe, 111.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle