HER DEĞİŞİM, BİR GELİŞME MİDİR?

Evet, hayat, her an, her yerde en büyük kanuna tâbî’ olmaktadır: Değişim. Hiçbir şey, olduğu hâl üzere devam edememektedir. Bu da aslında bütün varlıkların mahlûk, yani fânî oluşunun en büyük âlametidir. Her biri değişmekte; şeklini, kimyasını kaybetmekte, maddeden enerjiye, enerjiden maddeye, topraktan yiyeceğe, yiyecekten cürufâta, sonra tekrar toprağa dönüp durmaktadır. Mevsimler değişmektedir; insanlar, toplumlar, ülkeler, coğrafyalar, hatta değişmez gibi gördüğümüz dağlar, denizler, okyanuslar, kıtalar… Aklınıza ne gelirse her an değişim üzeredir. Zira onların hepsi fânî, hepsi yaratılmıştır. Değişmeyen sadece, Bâkî olandır, Ezelî ve Ebedî olan…

Peki, bu kaçınılmaz değişim rüzgârı, hep iyiye, güzele doğru mu esip durmaktadır? Bunu söylemek de zor... Zira biz, etrafımızdaki tabiat hâdiselerinden görüyoruz ki, bazen kış olmakta, bazen yaz; bazen ilkbahar, bazen de sonbahar… Hepsi belli bir sıra dâhilinde birbirini tâkip edip gitmektedir. Ne sadece yaz olmaktadır, ne de sadece kış…

İnsanlardaki değişim de buna benzer. Çünkü bazen bakıyoruz tarihin gidişâtına, güzel günler geçmiş; rahat, huzur, barış, selâmet her yanı sarmış… İnsanlar birbirleriyle, kâinâtla ve iç dünyaları ile dostluk kurmuşlar. Bazen de hepsi ile birden savaşa tutuşmuşlar. Kendisiyle savaş yapmış, komşusuyla, dindaşıyla, hatta bunlar da yetmemiş, bütün dünya birbirine girmiş savaşmış…

Bazen hayır gâlip olmuş, bazen şer… Bazen iyiler iktidar olmuş, bazen kötüler… Tıpkı tahterevalli gibi, dünya ve iktidar, el değiştirip durmuş. Bu da eşyanın tabiatında var aslında…

Tam bu noktada, Allah Teâlâ’nın kâinâta yerleştirdiği, sünnetullâh diyebileceğimiz bir genel kanundan daha söz edebiliriz: Bir şey, kemâle erdiğinde zevâle döner. Daha farklı şekilde ifade edecek olursak, gökyüzünde seyredip hayran kaldığımız hilâl, ondördüne gelip tam bir dâire şekline dönüştükten sonra sağından solundan kırpılmaya başlar. Ya da gece, tamamen karanlık olduktan sonra, aydınlığın ilk ışıkları beliriverir. Bir meyve tam olgunlaştığında, aslında çürümenin de başlangıcına gelmiş demektir. Misalleri çoğaltmak mümkün…

Dolayısıyla İslâm, kâinâtta “dâiresel bir hareket” kabul eder. Başlangıçla bitiş, bitişle başlangıç iç içedir. Allah Teâlâ, “nasıl davranacaklarını görmek için” insanların arasında iktidarı, malı, serveti, rahatlık ve imkânları dolaştırıp durur. İnsanlar fakirken nasıldır, zenginken nasıl?! Yönetilen mevkiinde nasıl davranırlar, yöneten konumuna geldiklerinde nasıl?! Sağlıklı iken nasıl davranırlar, hastayken nasıl?! Gençken nasıl davranırlar, ihtiyarlayınca nasıl?!

İşte bu düşünce sistemi ile İslâmiyet, hâkim Batı kültüründen tamamen ayrılır. Hâkim emperyalist kültür, insanlığın merhale merhale yükseldiğini, en müreffeh, en medenî, en üstün ve en yüce kültürün Hristiyanlık menşeli, Batı kültürü olduğunu kabul eder. Bu kültür, insanlığın ulaşabildiği zirvedir. İnsanlar, bu kültüre ulaşamadıkları nisbette barbar, kaba, yeteneksiz ve geri kalmıştır. Bu kültüre ve onun yaşayış modeline mesafelerine göre kategorilere ayrılır toplumlar, ülkeler: Gelişmiş, gelişmekte olan ve gelişmemiş ülkeler olarak… Yine bu düşünce ile, “medeniyet götürmek için” geri kalmış ülkelere saldırmak; “onları ıslah etmek için” onları öldürmek mübahtır, normaldir ve hatta gereklidir.

Bu düşünce aslında “evrim teorisi”nin bir îcabıdır. Çünkü bu teoriye göre, insanlar, tek hücreden başlayan ve yavaş yavaş gerçekleşen bir tekâmülün (olgunlaşmanın) sonunda var olmuştur. Tesâdüfen var olan tek hücreli varlıklar, balık olmuş, sonra suda büyümüş, timsah olmuş, sonra karaya çıkmış, sürüngen olmuş, maymun olmuş, insan olmuş vs…

Beden olarak böyle bir gelişim (!) gösteren insanlar, medeniyet olarak da aynı şekilde gelişmiş, gelişmiş ve nihayet medeniyetin zirvesi olan “Batı medeniyet ve kültürü”ne ulaşmıştır. Öyleyse bu medeniyetten üstün bir medeniyet düşünülemez. Diğer bütün millet, devlet ve medeniyetler, bu kültüre yaklaştıkları oranda, kendilerini ona uydurmak için değiştirdikleri nisbette sevimli, doğru yolda ve başarılıdırlar.

Ama Batılılar, bu genel kabullerine uymayan tarihî gerçekleri göz ardı etmektedirler. Meselâ binlerce yıl önce Mısır bölgesinde, Firavunlar devrinde ulaşılan ve hâlâ sırları dahî çözülememiş olan zirve medeniyet, bu nazariyeyi temelinden sarsmaktadır. Yine İslâm dininin ve onun yüce Peygamber’inin getirdiği üstün ahlâkî seviye ve ideal hayat standardı ile, bu son dinin müntesiplerinin bilim ve teknolojide açtığı çığır, tarihte şahid olunmuş inkâr edilemez gerçeklerdir. Günümüzde de Japonların bilim ve teknolojide eriştikleri seviye, Batı medeniyet ve kültürüne tâbî’ olmadan da insanların gelişebileceğini göstermez mi?

Öyleyse değişim ve gelişme, her zaman ileriye doğru değil, bazen de geriye doğru oluyor. Yoksa 21. yüzyılda insanların anne-babasını, anne-babanın evlâtlarını barbarca öldürmesini nasıl izah edebiliriz? Yine bu kadar gelişmiş bir medeniyetin (!), bir düğmeye dokunmakla fırlattığı atom bombasının yüzbinlerce insanı öldürmesini ve sakat bırakmasını nereye sığdırabiliriz?

Sonuç olarak şunu ifade edebiliriz: Değişim vardır ve muhakkaktır. Ama en büyük değişim iyiye, güzele, doğruya doğru olandır. Sadece değişmek için değişim, başkalaşmadır. Kendi kimliğini, değerlerini inkâr etmedir. İnsanlar, sahip olduğu örf, âdet ve geleneklerini terk etmeden de maddî terakkî imkânlarına sahiptirler. Ancak, gelişebilmek için kendi mânevî değerlerinden vazgeçenler, ne istedikleri şekle dönüşebilirler, ne de kendi olarak kalabilirler.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle