Küfrün Firavun Prangalarından Kurtulmak…Ya da Hazret-i Asiye Olmak-5 İKİ ÖLÜM VE HUZUR

Gece... Kararan bulutların aralığından ay, başını göstermek istedikçe inatçı bulutlar kızgın, ışığa tahammülsüz… Nil küskün… Nilüferler seccadesinde ağlamaklı… Mısır sokaklarında lânetin uğultusu… Kan kokularıyla beslenen piramitlerin göğsü zevkle kabarmış, semâya uzanıyor. Hep tepeden bakan duruşuyla göklerin kızgınlığından habersiz... Bu gece, küfür ahmaklığının âbideleştiği, Firavun duruşlu piramitlerin gecesi… Firavun’un kahkahalarının koyusunda yarasalar bayramı… Akbabaların umuduna hizmet etme coşkusu…

* * *

Kararlıydı Mâşite, bir adım dahî olsa dönmeyecekti. Evlâdını getirdiler, karşısına… Baktı yavrusuna bir an…

“Güzel kızım!..” diye iç geçirdi. Evet, gece renginde gözleriyle ne de güzeldi! Kucağına verildiği an, dün gibi yâdındaydı. Çakmak çakmak bakan gözler tedirgin… Ve hâlini belli etmek istemeyerek, annesine ulaştırdığı tatlı bir tebessüm…

Savruluverir minik başı, ne olduğunu anlamadan… Ensesine yapışan acımasız ellere çaresiz teslim... Bir çığlık… Mâşite’nin yüreğinde kopan tufan… Boşalan kanın sızısıyla toprak avaz avaz... Gece rengi gözler, son parlaklığıyla, ama yine aynı tebessümle bakıyor hayata… Feri giden bakışlar, tesellî vermek istercesine son kez bakıyor anacığına…

“-Ağlama anacığım, ağlama!.. Vuslat, Cennetin kapısında… Anahtarları, bak burada, şu kesilen boynumun kan ağlayan damarlarında…”

Mâşite, hıçkırıkların evlâdı… Bir o kadar da metânetin, sabrın… Gece rengi gözleri, bekleyen şafak vaktinin ışığıyla kamaşmış, beklemede..

Karşıda beliren cellâdın elinde bir örtü yumağı… Kokusunu hissetmese, örtünün içindekinin bebeği olduğunu anlayamayacak hâlde… Belki de düşünmek bile istemediği manzaranın yaklaştığını gördükçe, yüreğini kaplayan korkunun görmezliğinde…

Firavun’un küfür kokan ağzından, yılan ıslıkları saçılıyor:

“-Ey Mâşite!.. Kızının âkıbetini gördün. Eğer inkar etmezsen, bebeğini şuraya, şu kor ateşlerin koynuna, fırına atacağız!..”

Bir an duraklar Mâşite… Ağzı süt kokan yavru… Şimdi bu nâdânların elinde… Sonra… Ya sonra… Körpecik ipek tenini kor ateşler mi kavuracak yani? Bebeği kendisine doğru yaklaştırırlar bir an… Hasret ne derin ve ne kadar çabuk yayılan bir yaradır ki, yavrucuğu şimdi gözlerinin önünde, yıllardır tüten bir buhurdan gibi yüreğini titretmede... Annesini hisseden bebek heyecanlı… Annesinin göğsüne yaslanmanın heyecanı içinde…

Zâlimlerin endişeyle seyrettiği merhamet tablosu… Hemen geri çekerler bebeğini…

Hayır, daha hayatın hiçbir rengini keşfedememiş şu mâsumeyi öldürmek kimin hakkı olabilir ki!? Pervasızca atarlar bebeği fırına… Mâşite, çetin imtihanın idrâkiyle dimdik, sabır hâlinde…

Derken bir sadâ kaplar dört bir yanı… Rivâyete göre, çocuk ateşlerin arasından dile gelerek şöyle der:

“-Anneciğim, sakın îmânından vazgeçme, sabret!.. Cennet ile senin aranda bir adım mesâfe kaldığını görüyorum!..”

Kurtuluş güneşinin ilk fecir ışıkları… Gazabın kuruttuğu pınarlar, şimdi cûşa gelmiş Mâşite’nin huzurla akan gözyaşlarına eşlik ediyor. Herkes telâş içinde… O ise, hiçbir şey duymuyor. Öyle ki, Firavun’un “Vur!” emri, celladın gıcırdayan dişleri arasında eriyip giden ömrü, gençliği… Hiçbirini duymuyor Mâşite… Huzur… Huzur… Sadece huzur…

* * *

Asiye günlerdir odasında… Ağlamaktan kıpkırmızı olan gözler mahzun... Gözleri Mâşite’nin gözlerindeki ışığın emânetçisi… Yüreğindeki yangının…

Firavun, birazdan gelip hakkında kim bilir ne hükümler verecek?! Zira daha az evvel îmânını haykırmıştı Firavun’un yüzüne… Hiddetinden ateşler saçarak ayrıldığı odaya, acaba hangi çözümle (!) geri dönecekti Firavun... Öyle ya, kendince ne câzip teklifler sunmuştu Asiye’ye… Mısır’ın en verimli bahçelerinden, en güzel evlerine, saray mülkünün akıl almayacak meblağlarına ortak olacaktı Asiye… Sadece vazgeçsin, hani o bütün îtibarını ayaklar altına atan kararından… Her şeyi vermeye râzıydı. Yeter ki, o benlik dolu mağrur başı, en yakını sebebiyle yere eğilmesindi!..

* * *

Ve Firavun’un o bir türlü eğilmeyen kibirli başı, Kızıldeniz sularına karışırken nasıl da yerlere kapanacaktı Vâhid Teâlâ’nın önünde… Duymaya dahî tahammül edemediği “Mûsâ’nın Rabbine îmân ettim.” sözünü, azab endişesiyle nasıl da söyleyiverecekti.

* * *

Şimdi Asiye’ye kalan, sadece Mâşite’nin gözlerindeki ışık değil, yüreğindeki huzurdu. Rabbiyle yaşadığı vuslatın ilkbahar sabahına, şimdi ise Asiye iştiyak duymaktaydı. Bütün Mısırlı kadınlara dudak ısırtan zenginliği, ne kadar da soğuktu Asiye’ye… Mâşite’nin huzuru ise ne kadar sıcak…

Bir sevda olmayınca, bir adanışın hikâyesini yazmadıkça şu debdebeli duvarlar, ne kadar soğuk ve insanın üzerine yürüyen cinstendi. Ama Firavun bunu anlayamazdı, anlamasını da beklemeyecekti zaten… Herkesin şaşkınlık ve delilikle itham edeceği hâle, özlem duyuyordu şimdi Asiye…

* * *

Çöl... Yüzyıllardır göklerinden ilâhî nefhalarla tebşîr edilen Rahmânî sesleri, ancak sînesi âşinâ olanların duyabildiği aşk ve ızdırab mektebi... İnsanlığa rehber olarak gönderilenlerin ayak seslerini ve gönül yakarışlarını en iyi bilen bir dost ve sırdaş… Sadece Allah elçileri değil, yüreği teslimiyet pınarına susamış nice Hacerlere, bağrındaki zemzem sırrını taşıran üstü sıcak kumlarla örtülü bir feyz okyanusu…

Hâsılı onu keşfetmek, sıcağına hissiz, gecesini saran soğuğa umursamaz hâle gelebilmek, sûretini yırtıp ötesini görmek; çölün değil, sonsuzluk yolcularının gönül gözüyleydi.

Ve şimdi bir sonsuzluk yolcusu var, kumların üzerinde… Günlerdir işkenceden dağlanan vücudu, çölün alnına kan gülleri bırakıyor. Nâzenin yüzünün ufak bir aralığından gözbebeklerindeki derinlik fark edilmese, bu yüzün Asiye’ye ait olduğunu anlamak mümkün değil… Öyle zâlimâne emirler yağıyor ki üzerine, Ebu Hüreyre’den rivâyete göre, Firavun dört direğe bağlatıyor Asiye’yi… Sırt üstü yatırarak üzerine bir değirmen taşı koyduruyor.

Firavun ısrar ediyor, inkâr etmesi için; aklı ve rûhu meflûç… Anlayamıyor, kavrayamıyor Asiye’nin bütün teklifleri göz ardı edişini… Mısır’ın en zengin kadını Asiye… Soylu Asiye… İtibar ve vakarıyla hayranlık uyandıran Asiye… Başına ipeklilerden başkasını yaraştıramadığı Asiye, nasıl da başını vermiş ayakların bile basmaya usandığı çöle… Anlamadıkça kahrı artan Firavun, zulmünü daha da artırıyor. Daha nice işkencelerden geçiyor Asiye…

Bir defasında Mûsâ -aleyhisselâm- geliyor yanına… Çektiği ağır işkencelere şâhit oluyor ve duâ ediyor O’na… Asiye’nin kan ağlayan bedeninden çok, kanayan yüreğine devâ oluyor Peygamber duâsı… Nil’in göğsünden kopan bu apaydınlık şeref madalyonunun kendi bağrına takıldığı an gözlerinin önünde… Annelik duygularını iliklerine kadar hissettiği emânetine, bir kez daha bakıyor Asiye… Risâlet nûrunun oluk oluk aktığı bu çehrenin sağanağında tekrar yıkanıyor. Ve dünya gözüyle son bir defa daha bakıyor, evlâdının yüzüne…

Vakit dolmuştu artık… Her yanında yaklaşan o muvakkat saatin belirtileri… Gözlerinin önünden geçen ömre ağlamaklı… Sona doğru ilerledikçe gönlünü Mûsâ’ya beşik eylediği demlerden öte, hiçbir kıymet bulamıyor hayat seyrinde…

Kimbilir belki de sadece O’na eşik olabilmek içindi varlık sebebi… Mûsâ’lara kıymet verip, onlara firâsetle bakarak bağrına basanlara ufukta görünen bir müjde olacaktı. Ve kıyâmete kadar Mûsâ’ları taşıyan sînelere verilen nîmetin bedellerinin de büyük olacağını haykıracaktı rûhu…

“Allah, inananlara, Firavun’un karısını (Asiye’yi) misâl gösterdi. O: «Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap! Beni Firavun’dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!» demişti.” (et-Tahrîm, 11)

Yaptığı duânın Rahmânî bir ifâde ile mü’min gönüllere ulaşacağından habersiz… Tevâzû ile vuslat ânını bekliyor.

Çöl, teselli kaynağı… Çöl, muratların pınarı… Ve yine haber var çölden, derinliklerden bir ses:

“-Başını kaldır!” diye ilhâm ediyor yüreğine… Rivâyete göre, başını kaldırıp göğe bakan Asiye’nin gözlerinden kalkıyor tüm perdeler… İşte murad ettiği cennette kendisi için yapılan incili beyaz köşk… Evet, işte kavuşma günü!.. Sevgilinin huzur şehrine dâvet var. Iztırap kalır mı artık Asiye’nin çehresinde… Sarayların ürkütücü duvarlarının debdebeli soğuğundan eser yok; sıcak, alabildiğine sıcak bir iklimin okşayan esintisiyle kapanıyor gözleri… Şimdi ise duymuyor hiçbir şeyi… Huzur… Sadece huzur… Geride bıraktığı hiçbir mülke, şöhrete hasret duymuyor, bir tereddütle gözleri geride kalmıyor. Ayağına bağ olarak kabul ettiği bütün varlığından sıyrıldıkça rahatlıyor. Emin her şeyden, yüreğindeki sevda yüklü emânetten… Huzur… Sadece huzur… Ebediyet yolcularının gönül mihengi… Huzur…

* * *

Ve bir ses gelir Kızıldeniz’den… Boğulmamak için çırpınıp duran, can derdine düşmüş bu sesin sahibine iyice yaklaşınız. Zira O, Firavun’dan başkası değildir.

 “Ben de, Mûsâ’nın Rabbine îmân ettim!..” der. Lâkin kabul edilmez îmânı... Can korkusuyla yapılan îmâna, başka nasıl bir cevap gelebilirdi ki Rahman’dan…

Yaklaşınız, bu sese iyi kulak veriniz. Çünkü bu ses, çok büyük bir ders vermiştir, insanlık tarihine… Bütün mütekebbirlerin Rahmân’ın kudretine karşı saygıyla eğileceğinin resmidir bu portre… Bu yüzden silinip gitmez, kendisi gibi Firavunlaşan zihniyetlere gözdağı vermektedir hâlâ, asırlarca…

* * *

Ya bizler… Tarihin ıztırap dolu sayfalarından kopup gelen ve her yanıyla dipdiri duran Hazret-i Asiye’nin îmân heyecanına, gönül huzuruna ne kadar âşinâyız?

Hayatımızdaki heyecan ve huzur kavramlarının karşılığını ne olarak târif ediyoruz?

Hazret-i Asiye Olmak…

 Ve bugün... “Îmânın bir kıymet olmaktan çok, âdetâ bir «züll», dinin ise bütün hürriyetleri kökten koparan, prangalayıp hapseden bir kavram olduğu” yönündeki şeytânî ve nefsânî telkinler, fazlaca kabul görür oldu hayatımızda… Belki böyle görmek, daha fazla işimize geldiği için îmânın hayata getirdiği mânâdan kaçıp kendi kavram haritalarımızın üzerinde gezerek, kendi dünyalarımızın satılmışlığına mahkûm kalmayı tercih ettik. Sözüm ona, mahkûmiyetten kaçarken daha bir mahkûm ettik kendimizi… Çünkü bizler, Firavun’un prangalarıyla hiç tanışmadık. Kazıklara bağlanan insanların acıyla attıkları çığlıklarla ansızın uyanmadık bir sabah… Hiçbirimiz, “Bu küfür dolu çehrelerin arasında inandığımı nasıl yaşarım?” diyerek uykusuz gecelere bırakmadık kendimizi… Ve bir gün, zulüm, başımıza dikilerek perçemimizden tutup sürüklemedi bizi işkenceli günlerin kıyısına…

Îmân… Nasıl olsa hep vardı. Ruhu ölse de, adı hep hayatımızın içinde geziyordu, ne de olsa… Vicdanımız rahattı. Birisi soracak olsa “Elhamdülillah Müslüman”dık!.. Ana-babamızın sadece bir mîrasıydı o… Biz ise bir mîrasyedi hoyratlığıyla savrulan bî-vefâlardık.

Hâsılı, bizler hiç Hazret-i Asiye olmadık. O’nun elinin tersiyle ittiği her şeye âşıktık, çünkü... Bir hasret vardı ki içimizde, heyhat… Nâmütenâhîye dâvet alan sırrımızı görmeyerek, eşyânın esrârına bîgâne kaldık.

Hâlbuki varlığın yaradılış sırrından habersiz olmak, perdeli, gaflet dolu gözlerle âleme ve insana bakmak, bilhassa bir hanıma ne büyük şeyler kaybettirir!.. Zîrâ evlât gibi mühim bir emânetin okuduğu ilk okul olacaktır, anne yüreği… Hassâsiyet ve derinliğin kalesi olmayı başarabilen zarif gönüller, güzel bir neslin hâmili olacaktır. Ancak bugün dünyevîleşme salgının kol gezdiği çağımızdan en ziyâde etkilenen gürûh da maalesef kadınlardır. Bu alanda varlığı ve adıyla sömürülen kadın, aynı zamanda büyük bir gönül mahkûmiyeti yaşamaktadır. Her şeyin gerekli hâle getirildiğini vurgulayan vitrinler, billboardlar; bugün en çok kadın ruhunu esir almakta, her gün televizyonlarda ballandıra ballandıra anlatılan özenti tarzı hayatlar, dizilere mevzu edilen standart üstü hayat biçimleri, bugün pek çok evde problem hâline gelmektedir. Hatta çoğu yerde bu madde planındaki üstün hayat şartlarının oluşturulamaması, yuvaların dağılmasına dahî sebep olmaktadır.

Tüm bunlar bizler için bir zihin ve gönül meşgûliyeti oluştururken evlatlarımızın iç dünyalarını okuyamaz hâle gelmekteyiz. Ya da bizim mânevî kurtuluşumuza sebep olacak Mûsâ’lara Asiye firâsetiyle bakamamakta, farkına bile varmadan hayatımızın fırsatını kaçırmaktayız.

 

Ya Mûsâlarımız… Heyecanlarımız…

Ahvâl bu olunca, gün geldi evlatlarımızı kaybettik. Kimi, bir satanist grubun elinde insânî duruluğunu yitiren fotoğraflar olarak çıktılar karşımıza… Hayata isyan eden, kendisinin de, bir başkasının da canına kastedebilecek kadar saldırganlaşıveren kimseler hâline geldiklerini gördük. Kimi bir misyoner faaliyetinin vaad ettiklerine karşılık uhrevî saadetlerini sattı. Aramakla bulacaklarını sandıkları her an, eriyip yok olmanın korkunçluğunu yaşıyor ve kendi elleriyle hazırladıkları acı sonun dehşetiyle ürperiyorlardı.

Gençleri sorgulamak, âdettendir. O kadar da “namazlı, niyazlıyızdır” oysa… “Dini bütün insanlarızdır” hâsılı… Pekâlâ, bu çocuk niye böyledir? Biz, bu kadar sağlam müminler (!) isek, evlatlarımız niye böyledir?!

Kabukta kalan bir îmân anlayışının kıskacında bir ömür… Ağlanacak hâllerin büyük bir kısmı da bize aittir aslında. Çünkü îmân, bizim zanlarımızın çok daha ötesinde, bir kısım ibâdetle kısıtlanamayacak kadar derin bir mânâdır. Hayatın her alanında duyulup heyecana dönüşmeyi bekler bizden... Şöyle bir düşünelim, yıllardır almayı arzuladığımız herhangi bir şeyi almaya muvaffak olup onu evimize getirdiğimizde duyduğumuz heyecanı evdeki herkes hisseder, değil mi?! En küçük yavrumuz bile emekleyerek yanımıza gelir ve yanağımıza minik bir bûse kondurur. Heyecanımız artıp kalp atışlarımız hızlanınca, bu heyecan taşarak onlara da yayılır; bizi sevenler, bu tempoya eşlik etmeye başlarlar. Bütün mesele, burada gizli aslında… Evimize heyecan adına neyi getiriyorsak, hayat tarzımız o olmaya başlıyor. Kalbimiz onunla atıyor. Onu konuşuyoruz, onu düşünüyoruz, onu yiyip içiyoruz âdeta… Sonra bir ânda içimiz sıkılmaya başlıyor. İbâdetlerimiz zevk vermemeye başlıyor. Çünkü farkına varmadan araçlar, amaç hâline geliveriyor. Nasıl makinenin içinde farklı fonksiyona sahip iki parçanın yerini değiştirdiğinizde bu durum bir sıkıntı doğurur, bir türlü istenen neticeyi veremezse; bizde de araçla amaç yerini değiştirince istenilen neticeye ulaşamıyoruz. Akan bir çeşmeyi tıkadığınız vakit nasıl infilak ederse, böylesi bir patlamanın eşiğinde buluveriyoruz kendimizi...

Sonra… Etrafımıza taşıramadığımız ya da bir türlü taşımayı başaramadığımız îmânımızın sadece kabuk kısmıyla herkes yetinsin istiyoruz. Evlâdımızın dinen düzgün, kardeşimizin, zevc ya da zevcemizin iyi bir mü’min olması gibi garip bir beklentinin içine giriyor ve bu isteğimizin bir türlü yerine gelmiyor oluşuna hayretle bakıyoruz.

 

Hazret-i Asiye Sırrı…

Peki ya bizler, en yakınlarımızı dahî îmânî heyecanlarımıza ortak edemezken, nasıl oluyor da asırlar öncesinde var olan Hazret-i Asiye ismi, bugün hayatıyla yüreklerde derin yankılar uyandırıyor. Nasıl oluyor da Nûh -aleyhisselâm- ve Lût -aleyhisselâm- gibi iki çilekeş peygamberin hanımı, esefle anılırken onlara kıyas ile Firavun’un hanımı olan Hazret-i Asiye tekrîm ediliyor, yüceltiliyor.

“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misâl verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları, Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!» denildi. Allah inananlara da Firavun’un karısını misâl gösterdi. O: «Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun’dan ve O’nun (kötü) işinden koru ve beni zâlimler topluluğundan kurtar!» demişti.” (et-Tahrim, 10-11)

Rivâyete göre, Nûh -aleyhisselâm-’ın karısı, O’nun mecnûn olduğunu söyler, halkı kışkırtırdı. Lût -aleyhisselâm-’ın karısı ise, O’na gelen erkek misafirleri, sapkın kavmine haber veren bir fâsıktı. Hâsılı, ikisi de îmândan nasib alamamış, nefsinin esâretinde yaşayan münkir bedbahtlardı.

 

Ya Hazret-i Asiye’yi farklı kılan sır…

“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler. Bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığında gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar. Bu iki hasmı kendinde araman gerekir. Vahyin ışığı altında aydınlan ki, sendeki Mûsâ sendeki Firavun’a gâlip gelsin.”

Evet… Bu ifâdelerle insan hakîkatine değinen Mevlânâ Hazretleri, âdetâ Hazret-i Asiye’nin sırrını açığa vuruyor. “Hazret-i Asiye” dendiğinde, çoğumuzun aklına Firavun’a meydan okuyan, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın dînine icâbet eden bir portre geliyor. Ama hâdise bundan ibâret değil!.. Bu gâlibiyet, öncelikle nefse karşı kazanılan bir gâlibiyettir. Eğer Asiye, iç âleminde yankılanan Firavunî arzulara, yani nefsine gâlip gelmeseydi, Firavun’un karşısında mücâdelesiyle destan yazan Asiye’yi belki hiçbirimiz tanımayacaktık. O mülk ve şöhretten, nefsin vazgeçilmez gıdalarından geçebilmek, rûhun en büyük zaferiydi. İçten dışa uzanan bu mânevî fütûhâtta, Asiye’yi, “Hazret-i Asiye” kılan, iç âlemindeki Mûsâ duruşlu mânâ cevherini keşfetmesiydi, hâsılı…

Firavun perdeydi. Ejderlerin ateş püsküren ağızlarından saçılan her kıvılcıma, baştan ayağa îmân, aşk, sadakat, heyecan dolu sînesiyle karşılık verince, Firavun yok oldu, eridi. Mûsâ hakîkati âşikâr oldu.

Bugün ise, âlem Mûsâ hakîkatini âşikâr kılacak, Firavunî esâretin kurtarıcılarını beklemektedir. Müfekkiresi dağılan, gönlü daralan insanlığa, Firavun yüzlü maddenin perdesini sıyırarak, mânevî akislerden tecellîlerden dem vuracak, küfrün Firavun prangalarından kurtularak sonsuzluk âlemine seyyah olan Asiyeleri… Mûsâlarına hayırhah olabilen anneleri…

Ve tarih şahittir ki, her nerede Nemrud ruhlu mütekebbirler, Firavun zihniyetli gâfiller, hâk ile yeksân olduysa, geride İbrahimî duruşlu gayret ve teslimiyet dolu gönüller, Hazret-i Asiye ve Mâşite Hatun gibi gönül diyarındaki Mûsâ cevherini âşikâr kılan bahtiyarlar kaldı. Hiçbir samimi duâ ve gönül gayreti zâyi olmaz!.. Allah Azîm, Mücîb ve Şekûr’dur, vesselâm...

* * *

O zaman bugün bize lâzım olan, îmânın isminden çok özü, rûhu ve mânâsıdır. Donuklaşan sîmâlarımıza renk verecek, yüreğimize yeniden can getirecek bir heyecan aşısıdır. Îmânı düşünceye, aksiyona dönüştüren, hayatın bütün alanlarına yayan bir heyecan aşısı…

Bugün Hazret-i Asiye’nin kapısına varışımız bu yüzden… O, îmân heyecanını bütün zerrelerinde yaşamış ve îmânındaki aşk ve heyecanı, küfrün nasipsiz hâdimleri duymasa da çağlar ötesine taşırarak, Kur’ânî tâbir kazanan, bir İslâm kahramanıdır. Ve îmânın heyecanından nasip almak isteyen bütün gönüllere, kıyamete kadar bir rehber, güç ve tesellî kaynağı olacak, Rahmân’ın izniyle yüreklere heyecan aşısı vurmaya devam edecektir.

Ve tüm beşeriyet, asırlar sonra Mâşite Hatun’un huzurunu, Hazret-i Asiye’nin dünyaya karşı, ukbâyı nasıl tercih ettiğinin destansı mücâdelesini merak edecek ve kendi çağından taşarak gelen bu îmân şerâresi, daha nice yolda kalmışların rehberi olacaktır.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle