Hayat Ve Memat

Artık nefes yok, açlık, susuzluk yok; ihtiyaç da yok! Kapanan gözlerimse de, kararan kalbim âdeta! Burnumu sıktıkça, nefes alamayan ciğerlerim değil de, yüreğim sanki!.. İçim daralıyor, korkuyorum.

“Düğün Günü” diyebilmek vardı ölüme! “Rabbim, Sana geliyorum!” diyebilmek… Arap şairin dediği gibi “âlemin ağlayıp da benim güldüğüm” bir ölüm bırakabilmek vardı, peşim sıra... Âh dünya, sana hiç kırılmamış kalpler bırakmak isterdim, ama kırılan kırıldı, olan oldu; geri çevirmek ne mümkün...

* * *

Şu an ölmediğim için mutluyum, ama geri getiremediğim zaman için çok üzgünüm. Bir şansım daha olduğu için umutluysam da, nisyan ve isyan meylimden dolayı gamlı... Fakat bu “ölüm tefekkürü” değil midir zaten insanı anlamlı kılan, ayakta tutan… Havf ve recânın insana sunduğu îtidal başka hangi sistemde mevcut ki?! Zira;

Dostlarımla yaşadığım her küskünlük, âhiret telâşına kapılarak helâllik derdiyle aramızı düzeltmeye dönüşüyor. Ebeveynimle her ihtilâfım, onları kaybetme korkusu içinde özürle neticeleniyor. Diğer yarımla yaşadığım her kırgınlık, “ya bir daha göremezsem” endişesiyle son buluyor. Evladımın her sıkıntısı, yarın sorulacak bir sual olarak kalbime oturuyor, emânettir diyerek sarılıyorum minik bedenine...

Meğer ki, hayata anlam katan şeymiş ölüm... Yoksa nasıl güzelleşirdi hayat?!. Hangi yaptırımla çeki düzen verirdik kendimize? Ne güzel, ama ne sıkletli bir korku, ölüm... Şu fânî dünyada, “Bu da geçer; ölüm var ölüm!..” deyivermek ve silmek her türlü kötüyü, ne kadar da kolaylaştırıyor kulluğu... Mesele, her işe bu tefekkürle, ölümü anarak yaklaşabilmek... Unutursak ölmeden evvel ölmeyi, eğer ölmeden evvel ölen nefsimiz değil de ruhumuz olursa n’ola hâlimiz?! Hani buyuruyor ya büyükler;

Mûtû kable en-temûtû

“Ölmeden evvel ölünüz!..”

Bugün insanlık, bu emri, ruhunu öldürerek yerine getiriyor, ne yazık!.. Nefisler azgın, saldırgan, dipdiri… Halbuki bir ders hocamız, “Ölmeden evvel ölmek, nefsin (bedenin) ölü gibi isteksiz hâle gelmesidir.” demişlerdi… Lâkin şimdilerin genelinde ruh isteksiz hâle geliyor; namaz zevk vermiyor, tefekkür zor geliyor, Kur’ân kalbe inmiyor, Allah anılınca kalpler titremiyor. Ve nefis, dünya nimetlerine dalmış homurdanıyor. Yani cesetten (nefisten) ibaret kalmış insanlar oluveriyoruz, her şey «ben» oluyor. «Ben»im çevremde dönsün istiyor dünya. Halbuki İdris -aleyhisselâm- ölmeden evvel öldüğü için Rab Teâlâ, canını bile almaya gerek duymadı da öylece ref etti göğe… Sallâllâhu aleyhi ve Sellem Efendimiz, bu dünyada mârifetin zirvesine erip kendinden geçtiği için müşâhedesi âhirete kalmadı; hem de ne büyük hiçlik ve diğergâmlık ki, Refik-i Âlâ’sına kavuştuktan sonra yine döndü ümmetinin başına... «Üsve» olsun diye ref edilmek yerine, geçirildi ölüm kapısından En Sevgili!.. Hani diyor ya Üstad:

“Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber”

İşte bütün mesele bu; olmak ya da ölmek... “Ben”i öldürüp rûhu olduranlardan mıyız, rûhu öldürüp nefsi oldum iddiasında bulunanlardan mı?!

Ölmeden evvel ölmeyi, ölümü yaşayandan dinlemek için Mesnevi’den bir tefe’ül açtım; bakın ne çıktı:

“Var olan Sen’sin ancak Allâh’ım!

Biz ney gibiyiz. Bizdeki ses, Sen’dendir. Biz dağ gibiyiz, bizdeki yankı Sen’dendir.

Ey bizim canımıza can olan Rabbim, biz, kim oluyoruz da Sana karşı “biziz” diye ortaya çıkalım.

Aslında bizler de, bizim varlığımız da birer “yok”tan ibaret!.. Allâh’ım, fânîyi varmış gibi gösteren “Gerçek Varlık” Sen’den ibâret.

Görünüşte biz hepimiz de birer aslanız. Ama bayrak üstündeki aslan gibi… O aslanların zaman zaman oynayışı, saldırışı rüzgârın tesiri iledir.

Bayrakların üstündeki aslanların oynayışları görünür de, onları oynatan rüzgar görünmez. O görünmeyen, hiçbir zaman eksik olmasın, bizden uzak kalmasın.

Allah’ım, bizi hareket ettiren güç de, bizim var oluşumuz da Sen’in lütfun, ihsânındır. Varlığımızın hepsi de Sen’dendir. Sen’in eserin, Sen’in îcadındır.

Yok olan bizlere, varlık lezzetini Sen tattırdın. Sonra tuttun, var gibi görünen bizleri, kendine âşık ettin.

Bizlere verdiğin mânevî varlık lezzetini, lutfettiğin nîmeti geri alma. İhsan ettiğin mânâ aşkını, bizden esirgeme.

Eğer o mânevî lezzeti, feyzi esirgersen, onları Sen’den kim arayabilir? Resim, “Sen beni neden böyle yaptın?” diye ressama nasıl olur da çıkışabilir?

Allâh’ım, Sen bize bakma, bizim yaptıklarımızı görme!.. Sen kendi lutfuna, kendi cömertliğine bak.

Allâh’ım, ne biz vardık, ne de bizim dileğimiz vardı. Sen’in lutfun, bizim söylenmemiş sözlerimizi duyuyor, işitiyor, bizi varlığa çağırıyordu.

Allâh’ım! Bu duâmızı Sana ulaşan duâlardan kıl…” (Mesnevî, Şefik Can Tercümesi, c.1, sh: 599-610)

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle