Âb-I Hufte

 “Niçin öfkeyle yüzün karıştı böyle yer yer

Sana yan mı baktılar, bir şey mi söylediler”

(Necip Fazıl)

 

“–Anlaşabilmek çok güzel!..” diyor keyifle...

Anlaştığını düşünme kadar büyük kaç yanılgı var acaba?

“–Seni anlıyorum...” diyoruz.

Neyi anlıyoruz oysa? Nasıl anlıyoruz ki? Aynı şeyi mi anlıyoruz sâhi?

“–Beni anlıyorsun değil mi?”

Hayır anlamıyorum canımın içi, anlamıyorum.

Ama dinliyorum “can kulağı”yla...

“–Seni anlıyorum.” diyene sorsak, “seni anlıyorum” dediklerimiz bize sorsalar; “Ne anladın bir anlat hele?” sağlamasını yapmak mümkün değil ki, her paylaşılanın...

“Beni iyi anla, beni doğru anla!..”, “Cümlemi olduğu gibi aktaramayacaksanız, değiştirip, kendi kelimelerinizi kullanacaksanız sözlerimi başkalarına iletmenize râzı değilim, bilesiniz.” demişti yıllar önce bir hocamız ve eklemişti:

“Sizin için değerli olan şeyleri öyle herkesle paylaşıvermeyin, sizin gibi anlamazsa heyecanınızı da gölgeler, anlayışınızı da; acaba dedirtir adama...”

“Ben ondan da bîzârım, o sözden de bîzârım” demiş ya koca Mevlânâ, anlaşılma arzusuyla... Bu gün onu, eşiğine toprak olduğu Zâtın üzerinde bir anışla ananlar anlıyor mu yani onu?

Röportajlarda ya da açık oturumlarda bu “anla-ş-ma” hususunda çok net örnekler görebiliriz. Soru sorulur, sorulan konuşur, ama biz bir müddet sonra soruyu unuturuz; bambaşka bir şeyin ucundan yakalamıştır cümleyi...

“Bunu neden yaptığını hiç anlamadım.”

Neyi anladık ki, bu güne kadar? Hayra yormuştuk... Bu sefer yorum gücümüzün sınırları aşıldı ondan “anlayamadık”.

Anl-aş-ıyorsak neden bu kadar çok incitiyoruz?

Anlıyorsak neden bu kadar inciniyoruz?

“İncitmemek incinmemek...” yolumuz olmuşken... Anla-ş-sak incinmezdi yüreklerimiz, incitmezdi sözlerimiz... “Kalpten çıkan sözler, kalbe ulaşır.”

“Bâbil’de «kule» yapılıp da ertesi sabah kalkıldığında hiç kimse birbirini anlamamış ya…” dedi dost: “Sanıldığı gibi ayrı diller ortaya çıkmamış aslında, algıları değiştirilmiş insanların...”

İnşaallâh diyoruz, Allah dilerse demek… Kimisi bunu duâ olarak alıyor, Allah yardım etsin de olsun… Kimisi “izin verecektir”… Kimisi nötr; izin verirse verir, vermezse vermez… Neylerse güzel eyler... Kimisi yapacağım, ama biliyorum ki, bu ancak Allâh’ın yaptırması, dilemesi ile olmuştur diye anlıyor. Kehf Sûresi’nde dünya hayatının hakikatine uyandıran o iki bahçe sahibinin kıssasında, bir iksir-i ilâhî olarak sunulan inşâallah, bir de bakıyorsunuz baştan savmanın, ertelemenin, hayır demenin dolaylı anlatım yolu yapılıveriyor.

Aşırı emniyetten oluyor bu “anlama” vehmi. Kendine, titrine, tecrübene, bilgine güvenmekten oluyor.

Anlamıyorsun, hiç değilse dinlemeyi bil...

Anlayamayız, ama dinlersek kalplerimize anlaşma fırsatı tanımış oluruz.

“Dört insanın kalbi, rıza-yı ilâhîye muvafık, aynı şey üzerinde te’lif olunsa, onların bulunduğu yerden Arş’a öyle bir nur yükselir ki, melekler hayran olurlar.”

Lâ ilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullah...

Eyvallah, ama ne anlıyorsun Allah deyince, Peygamber deyince? Hazret-i Ömer öfkelendiği zaman, yanında Allah anılınca hemen durur ve sakinleşirmiş... Bir siyer kitabı yazarı, kitap baskıya gireceği gece rüyasında Efendimiz’i görmüş:

“–Koca kitabı yazdın da bana salevâta mı üşendin?” buyrulmuş.

Derhal kitap baskıdan çekilmiş, bütün (s.a.v.)’ler -sallallâhu aleyhi ve sellem- hâline getirilmiş. İyi öğrencinin üzerine titrenir, “gözünün içine bakılanlardan mısın, yoksa göz ucuyla bakılanlardan mı?” Teveccüh ârifedir, târif gerekmez çünkü...

“Hevâ ve hevesini ilâh edinenler…” buyruluyor âyet-i kerimede, “Lâ ilâhe” demenin içinde:

“Yâ Rab, bana cism ü can gerekmez,

Cânân yok ise cihan gerekmez.” mündemiç mi?

Aynı anlamları yüklemiyoruz kelimelere, nasıl aynı şeyi anlayabiliriz ki?

Allı pullu bir zarf gibi ömrüme düşen gül, ey Allâh’ın gönderdiği Rasûl; Tâif’te taşlanırken, bağa sığındığınızda, melek, Allâh’ın emrini iletirken:

“–Sen beni affedinceye kadar Sen’den af diliyorum.” derken ne düşündüğünüzü nasıl anlayabiliriz? Mîracı ve ru’yet-i ilâhîyi getiren iki ulvî basamak olmuş iki büyük imtihandan bahsediyoruz. Ufacık bir yakınlığa erince, iki namaz kılıp, iki hizmet edince, ilâhî bir dokunulmazlık zırhına girdiğini vehmedip ufak bir sıkıntıda feverân eden şımarık yanımızla biz Siz’i, nasıl anlayabiliriz?

Her okuduğumuzu, her duyduğumuzu anladığımızı sanıyoruz, ne yaman bir hata! “Bana eşyanın hakikatini göster.” diye yalvarmışken Peygamberimiz... Her şeyi anlıyoruz biz, öyle mi?..

“Bildiğini bilene öğrenci ol,

Bilmediğini bilene öğret;

Bildiğini bilmeyeni uyandır,

Bilmediğini bilmeyenden kaç!” demişler, ne güzel demişler; kaçalım birbirimizden dostlarım! Kaçalım ve çekilelim gönül Hira’mıza, “Mâ ene bi kariin” diyelim, “Oku!..” diyenlere, “Ben okuma bilmem ki!..” Melek bize, “Yaratan Rabbinin adıyla” okumayı tâlim edene kadar, “O, insana bilmediğini öğretir.” tecellisi vukû bulana kadar...

Anlamıyoruz birbirimizi, anlayalım artık bunu!..

Ezberimizi bozalım artık... Suskun dostum, edepli dostum, mâcerâperest dostum, müceddid, faal, orijinal, marjinal dostum, şâirim var benim... Birbirimizi anladığımızı iddia etmeyişimizden çıktı dostluğumuz... Anladığını düşünmeye başlayınca, keşif duygusu pörsümeye başlıyor. Heyecan diniyor, aşk çekiliyor aradan, karşı cinse olunca adı “aşk” olan o müthiş câzibe...

Birbirimizi büyük bir merak ve ilgiyle, sonuna kadar dinliyoruz böylece... (1. Madde: Dinlemek)

Ne kadar yakınlaşırsak yakınlaşalım, ne kadar sık görüşürsek görüşelim, ne kadar uzun zaman beraber olursak olalım edebi, şefkati ve hizmeti ihmal etmiyoruz birbirimize... Lâubâliliğe dönüşmüyor münâsebetimiz böylece... (2. Madde: Diğergâm olmak)

“Kâinatta «her an bir iş üzere olan» Allâhu Rabbü’l-Âlemîn (kızımın ilk keşfettiği esmâ-yı ilâhî ya, özellikle kullanıyorum bu sıfatı) dostun hayatında nasıl tecellî etmiş görüşmeyeli” merakıyla gönlümüzü açıyor, birden göğe fırlayan bir kuş yüreği çırpınışı ile soluksuz kalıyoruz bir an, adrenalin oluyor böylece... (3. Madde: Katılmak)

Hakkı, sabrı, merhameti tavsiye edenlerden olmaya çalışıyoruz. Acıysa elinden tutuyoruz, zorluksa suhûlet diliyoruz, coşkuysa sükûnet; sorarsa “Hak” diyoruz “düşmüşleri kaldırır, içimize aşk doldurur...” Dertlenene, şikâyet edene “merhamet” diyoruz, her konunun alnına, cephesine bu kelimeyi koyuyoruz; parolamız oluyor... (4. Madde: Müteyakkız olmak)

Ortak kelimeler tanıştırır bizi, ama asla anlaştırmaz; anlaşan ruhlarımızdır... (5. Madde: Rûhunu unutma!)

Gün dindi... Ancak.

İçimde dostluklar dindi. Dostluğa dâir hisler dindi...

Şarkılar dindi... Tüm uzun sözler, içli sözler...

“Günü ne kadar doldurursanız o kadar genişliyor, uzuyor, lastikli gibi...” dedi anne Akbar, gün bereketli idi, dindi...

Rüzgarlar dindi. (Ne üflerdi onlar?) Meltemler, imbatlar sustu.

Denizler duruldu. Dalgalar durdu.

Şiir dindi... Mânâ, kapandı içine…

Çöldeki inilti dindi. Âhûların kirpiklerindeki kıpırtı kesildi. Ney-nevâ sustu...

Gün dindi. Kalbimdeki sızı açıldı, nefs yoruldu, ruh dinginleşti...

Gün dindi... Arzular, ümitler... Yarına kaldı.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle