Evlerimiz, Mimarimiz Ve Ruhumuz

Bizi biz yapan ve “değer” olarak ifade edebileceğimiz hangi konuya temas etsek, gayr-i irâdî bir şikâyet psikolojisine bürünüyoruz. Bu, geçmişimizi güzelleştiren birçok değerimizin bu zamana aktarılamayışının bir işareti olarak karşımıza çıkıyor.

Sosyolojik olarak değişim yaşaması kaçınılmaz olan toplum yapısı, aynı zamanda bir kültür bozulması yaşıyorsa şikâyetçi olduğumuz konuların sayısı artabiliyor. Meselâ insanî ölçülerin eskisi gibi olmayışı; edeb, hayâ gibi hassasiyetlerin günümüzde bozulmaya uğraması, büyük-küçük ilişkilerinin istenilen seviyede bulunmayışı; toplumumuzun geleneksel dokusunun zedelendiğini gösteren işaretlerdendir. Bu vesile ile bundan sonra yazacağım satırlar, bir şikâyet makamında söylenen ifadeler değil, sadece teşhis ve tedavi kabîlinden anlaşılmalıdır.

2002 yılında Azerbaycan’a gittiğimde, oradaki insanların sosyalist sistemin fecaatlerini anlatırken en çok dile getirdikleri husus, âile mahremiyetinin kalmaması için komşuluk ilişkilerini engelleyici bir mîmârînin teşvik edilmesi olmuştu. Tabiî bunu ilk anda algılamakta zorluk çekmiştim. Ne zaman ki tek odalı bir evde oturmaya başladık, o zaman insan ilişkilerinin mekânla yakından irtibatlı olduğunu anladım. Sosyalist sistemde her çalışana bir ev veren devlet, o evleri öyle dizayn etmiş ki; “bir oda, bir mutfak”tan ibaret olan evlerde kısıtlı bir hayata mecbur bırakılıyorsunuz. Bu yapıların hemen hepsinde, hamam ve tuvaletler ortak kullanılıyor. Her fert, devleti için çalışıyor ve mesâî saatleri devlet eliyle kontrol ediliyor. Böyle olunca kimsenin kimseye gitmeye tâkati, zamanı kalmıyor. Zaten gidecek olsa bile evi müsait olmuyor.

Bu bakış açısının bir benzeri, kapitalizmde var. “Ben merkezci” bir anlayışın ürünü olarak yapılan yeni ev tarzları, “rezidans” denilen ve âdeta bir otel mantığı ile inşâ edilen evler; hem mahremiyetin, hem de komşuluk ilişkilerinin âdeta kökünü kurutuyor.

Özellikle büyük şehirlerde bir zamanlar tek veya iki katlı evler varken oluşan toplum psikolojisi ile birkaç katlı apartman tarzı binalara taşınan insanların ruh hâllerinde gözle görülür bir değişiklik oldu. Son aşamada gökdelenlerde oturan binlerce insanın ferdî hayatları ve bu hayatların oluşturduğu toplumun hâlet-i rûhiyesi ise korkunç bir neticeyi doğurdu: “Komşusu açken tok yatan bizden değildir!” anlayışından tamamen uzak, komşusundan bîhaber yaşayan fertler gitgide çoğaldı.

Turgut Cansever’in hayatının ideali olan “estetik mimarî”de temel endişe, hikmeti unutturmayacak ve insanların kalbine, gönlüne hitap edecek dikey mîmarîler değil de yatay mîmârîlerin tercih edilmesidir.  O, hayatı boyunca mekânların insana fazileti, mânevî, psikolojik ve toplumsal değerleri, kısacası “insanlığı” öğretmesi gerektiğini savunmuş ve bu alanda tefekkür dünyamıza müsbet tesirler sağladığı gibi, örnek uygulamalar da ortaya koymuştur. Meselâ İstanbul’un Başakşehir denilen semtindeki yapılar, bu düşüncenin ürünüdür.

Medeniyetin peşinde koşması gereken bizler, “medeniyeti” bir “şehirlileşme” olarak anlıyorsak, bu medenîleşme öncelikle îmar ettiğimiz evlerimizden başlamalı... Belki ferdî iradenin buna fazla tesir etmesi söz konusu olamaz, ancak “fertlerin istekleri” bir araya gelir ve “kamu irâdesi” olarak tecellî ederek belirleyici olur.

Bu konuda söz sahibi olan kurumlar ve o kurumların başındaki insanlar, insan fıtratını dikkate alarak, kadîm kültürümüzde olduğu gibi, insanî değerleri ön plâna almak zorundadırlar. Bu olmazsa, kapitalizm eliyle bir sosyalist anlayışta îmar edilen mekânlarımız ortaya çıkar. Ve bu mekânlarda adı müslüman, ama artık hayat tarzı müslüman olmayan fertler çoğalır. O zaman şikâyet ettiğimiz ve eskiye atıflarda bulunduğumuz konulara bir tanesi daha eklenir. Ve bu da “eski yapılar, eski mahalleler, eski şehirler” vs. gibi hasretimize konu olan tarihî argümanlardan biri olmaya başlar. Hızlı hayatın bir ürünü olarak yapılan konutlar, insanî ve İslâmî hassasiyetlerin unutulduğu/terk edildiği mekânlar olmamalı. Bizi değerli kılan, mensubu olduğumuz İslâm Dîni ise, o zaman değer olarak ifade ettiğimiz her şeyimiz de İslâm’a göre şekillenmelidir.

Geçmişimizin mîmârî yapısını bu denli güzel kılan, yapılara verilen ruhtur. Evleri, sokakları, mahalleleri, meydanları ve özellikle ibadet mekânlarını bu kadar özel kılan şey, insanın fıtratına ve ihtiyaçlarına uygun ve İslâmî olmasıdır. Her bir yapı, insana hükmeden değil, insana hizmet eden bir mantık çerçevesinde îmar edilmişti. Maddî gösterişten uzak, insanın rûh terakkîsini önemseyen ve sağlığını ilk plâna alan yapılar inşâ edilmeye çalışılıyordu. Bunun örneklerini Osmanlı dönemine ait her türlü yapıyı incelediğimizde bâriz bir şekilde görebiliriz.

Bunlara ilave olarak “Osmanlı Köyleri” de ayrı bir estetik mîmârîye sahiptir. Bugün tarihî mekânlar olarak gezip gördüğümüz bu köyleri, hayranlık ve büyük bir iç ferahlığı yaşayarak gezme sebebimiz, ecdâdımızın o mekânlara verdiği mânevî ruhtan ileri gelmektedir.

Velhâsıl, en mahrem mekânlarımız olan evlerimiz, bizim ibadet hayatımızdan âile hayatımıza en çok zaman geçirdiğimiz özel yerlerimizdir. Bu özel mekânların, rûhumuzu inşâ eden ve bizim her yönden sağlıklı insanlar olarak hayatımızı sürdürebileceğimiz ortamlar olmasına hassasiyet göstermeliyiz. Bu hassasiyet, fert olarak tekâmül ettiği takdirde gerçek mânâda bir “şehirli” ve “medenî” olma yolunda mesafe katetmiş olacağız.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle