Etliekmek Günü Kurtarır

Müslüman-Türk geleneğimize baktığımızda, misafirin “baş tâcı” edildiğini görürüz. Türkçe sözlüklerde “konuk” kelimesi geçse de, dilimizde “misafir” kelimesi daha yaygın ve mânâlıdır. Türkî Cumhuriyetlerde, meselâ Azerbaycan’da misafir için “qonaq” yani konak; konuk ifadesi kullanılmaktadır. Balkan coğrafyasında da “misafir”, Osmanlı’dan kalan bir incelikle, zarifçe ağırlanır.

Ecdâdımız, misafir ve yolcular için kervansaraylar yaptırmış, bununla da kalmamış onların hayvanları için de husûsî ve ücretsiz barınaklar inşâ etmiştir. Şehirlerimizde ve köylerimizde misafirhaneler, konukevleri; evlerimizde misafir odası, misafir yemek takımları, misafir yorganı, nevresimi, misafir havlusu, misafir koltuğu, misafir dantelleri, örtüleri, hattâ misafir gelince serilen halı-kilim ve yolluklar bulunur. Bütün bu incelikler, dînimizin ve kültürümüzün misafire bakışının hayatımıza yansımış güzellikleridir.

Ama nedense son zamanlarda misafir ağırlamalar bize pahalıya mâl olmaya başladı. Misafire ikram, ağırlama, gönlünü hoş tutma gibi emsalsiz duygularımızın yerini:

“-Evimin eşyasına ne der, temizliğime laf eder mi? İkramımı beğenir mi? Ne giysem? Acaba misafir gelirken ne giyinecek?” türünde vesvese ve kuruntular aldı.

Üzülerek belirtmeliyim ki, âniden, çatkapı gelen misafir pek istenmiyor. Bu noktada en büyük kaygı; “Ne ikram etsem?” kaygısı iken, ikinci sırayı evin temizliği ve düzeni ile alâkalı kaygılar alıyor.

İnsanlar, toplu misafirleri gelmeden günler önce eve yardımcı hanım alıp temizlik yaptırıyor; cam, kapı, duvar, halı... Allah ne verdiyse, ev pırıl pırıl dâvet gününe hazırlanıyor. Yapabilen, bu işleri kendisi günlere bölerek yapıyor. Kış ayları sitelerde oturan komşuların haftada bir toplanması için bulunmaz fırsat oluyor. Bu sene yeni taşındığım sitede bir komşu sırasında, mevsim yaza doğru dönerken sitede son iki komşu: 

“-Oturmayı sen mi alırsın, ben mi alayım?!” noktasına geldiler.

Hayretle onları izledim. Biri:

“-Fark etmez sen de alabilirsin.” derken, diğeri:

“-Ama benim iki çocuğum var, evimin temizliğine bakmayacaksınız.” diye bizlere ricada bulunuyordu. Ben de iki küçük çocuğumla olanları dinledim, zira iyi ki ilk oturmayı ben almıştım, henüz gündemimde bu kaygılar yoktu.

Bir başka husus ise, ikram noktasında kendini gösteriyor. Ben çocukken bilhassa soğuk kış günlerinde konu komşu elişi dantelini alıp bize oturmaya gelirdi. Annem veya ablalarım, ekmeğe süzme yoğurt sürer, üzerine baharat serper, yanında Konya gevreği ve çay ile ikram ederdi. O ikramların tadı lezzeti apayrıydı. Sohbetlerin bir tadı tuzu, bir mânâsı ve derinliği vardı. Evinde sobası olan kuzine sobaya patates atar, çayın yanında sımsıcak patates ile kahvaltılık ikram ederdi. Çoluk çocuk bir odada, tabletsiz, televizyonsuz, internetsiz güzel saatler geçirirdik. Ya da âniden gelen yemekli misafir için bir çorba, bir ayran hazırlanır; evin erkek çocuğu evde hazırlanmış etliekmek içi ve fırın tepsisi ile en yakın etliekmek fırınına yollanır, bir müddet sonra sofra bezinin arasına sardığı fırın tepsisinden mis gibi etliekmek kokuları yayıldığı hâlde evin abisi gelir ve gülümseyen yüzler, hep birlikte büyük sinilerin etrafında diz çöküp yemeğe otururdu. Ardından bir un helvası ya da muhallebi ile öğün tamamlanırdı.

 Fakat günümüzde bütün bu güzellikler az da olsa yaşanmakla birlikte, toplumumuzda “doyumsuzluk, kıyaslama, nimetleri azımsama” başgösterdi.

“-Falancaya gittiğimde 5 çeşit ikram yaptı, ben 6 çeşit yapmazsam olmaz!” duygusu bizleri maddeten-mânen yordu ve yormaya da devam ediyor.

Hiç unutmam; bir defasında vazife yaptığım, şimdi mahalle olan kasabada, derslerden sonra bindiğimiz otobüsü kaçırmıştık. Yanımdaki hocahanımla beni bir hanım talebemiz evine götürdü. Tamamen tabiî, ev yapımı ve organik ürünlerden oluşan bir kahvaltı hazırlamıştı. Güleryüzü, hoş sohbeti ve evlâdının bizi ağırlaması da cabasıydı. O kadar yemiştik ki, çekinmesek bir o kadar daha yerdik. Zira ev sahibi bu ikramları ihlâs ile hazırlamıştı.

“-El âlem ne der, beni kınarlar mı?…” gibi kaygı ve endişeleri yoktu.

Tasavvuf büyüklerinin asırlardır söyleyegeldiği “hazırlanan yiyecekte ihlâs ve rûhâniyetin olması” hususu, işte budur. Bizler çay saatlerinde, arkadaş toplantılarında yedi-sekiz, hattâ dokuz çeşit hazırlayıp bunun maddî-mânevî ağırlığını hayatımızda hissetmekteyiz. Bir defa yemek hazırlanırken:

“-Aman kimsenin yapmadığı, farklı, özel bir şey olsun! Aman beni kınamasınlar! Şekli güzel olsun; sayısı, çeşidi çok olsun!” duygusu içimizi sarıyorsa, burada misafiri ağırlayıp ecir kazanma gibi güzellikler zedeleniyor, ihlâs uçup gidiyor belki de. Daha sonra sebepsiz mide ağrıları, mide yanmaları, şişlikler, bağırsak problemleri yaşıyoruz. Bir de bu ikramları midemize indirirken, dilimizle de boş durmayıp ölü kardeşlerimizin etini yiyoruz. Belki tiksindirici geliyor, ama gıybetsiz arkadaş buluşmalarımız, çay saatlerimiz çok az maalesef...

İşte modernleşen dünyanın mâneviyattan uzak kaygılarıyla baş edemeyip ihlâsımızı, fıtrî duygularımızı yontuyoruz, ya da yitiriyoruz. Oysa firaset ehli hanımların buzdolabının bir köşesinde âni misafirler için ikramlıklar hep hazır durur. Bu insanlar, imkânları nisbetinde âniden çalan ziyaret telefonlarını geri çevirmezler, hemen buyur ederler. Yahut imkân ölçüsünde hemen mutfağa geçip seve seve, kaygısız, besmeleyle, abdestle; küçük, ama tadı damakta kalan ikramlar hazırlarlar. Hatta bu hanım bir Konyalı ise, hemen en yakın etliekmek fırınını arayıp verdiği siparişle günü kurtarır; misafiri memnun, kendi huzurlu olarak günü bitirir.

Rabbim, bizleri misafirden korkmayan, kaçmayan; onları gönül ve yüz güzelliğiyle ağırlayıp uğurlayan sâliha hatunlardan eylesin. Hadîs-i şerîfte kabul olunacağı müjdelenen “misafir duâsı”na mazhar olabilmeyi nasîb eylesin. Âmin.

Fatma ÇATAK

fatmabagan@yahoo.com

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle