Tebbet Suresi -2-

Sûreler Arası İrtibat

Bir önceki sûre olan Nasr Sûresi’nde, Allah Teâlâ, iaat edenin mükâfâtının dünyada zafer ve fetih, âhirette de bol bol sevap olduğunu zikretmişti. Bu sûrede de âsînin âkıbetinin dünyada hüsran, âhirette de ilâhî azaba çarptırılma olduğunu açıklamış oldu. (Zuhaylî, Tefsîru’l-Münîr, Risâle, XV, 665)

Diğer bir ifadeyle; Cenâb-ı Hak, Kâfirûn Sûresi’nde “Sizin dininiz size benim dinim banadır.” buyurunca, sanki:

“-Allâh’ım, Sana itaat eden kullarının mükâfâtı nedir?” denilmiş, O da:

“-Yardım ve fethin elde edilmesidir.” (en-Nasr, 1) buyurmuştur.

Sonra da:

“-Öyleyse Sana isyan edenin cezâsı nedir?” denilmiş. O da:

“-Dünyada zarar, âhirette Tebbet Sûresi’nin delâlet ettiği şekilde azaptır.” buyurmuştur.

Nasr, Medîne’de son nâzil olan sûre; Tebbet de Mekke’de ilk nâzil olan sûrelerden olmasına rağmen sûreler arasındaki uyum göz önüne alınırsa, Kur’ân-ı Kerîm’deki sûrelerin Allah Teâlâ tarafından ve O’nun emri ile tertip edildiği anlaşılır. (Bkz: Fahruddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 537)

Said Havva der ki:

“Kâfirûn Sûresi, «Sizin dininiz size, benim dinim banadır.» âyetiyle sona ermiştir. Nasr Sûresi ise, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kâfirlere karşı zaferle müjdelemek üzere gelmiştir. el-Mesed (Tebbet) Sûresi de kâfirlerin âkıbetlerinden ve onların hüsranlarından bahsetmek için gelir.

Nasr Sûresi’de kâfirlere karşı dünyadaki yardım, Mesed (Tebbet) Sûresi’nde ise, kâfirlere karşı ahretteki yardım kastedilmiştir. Bu da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ikinci bir yardımdır.” (Said Havva, el-Esâs fi’t-Tefsîr, Şamil, XVI, 437-438)

 

Tefsiri:

1- Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da.

 

(Tebbet: Kurusun) kelimesi hakkında şu görüşler nakledilmiştir.

1- Tebbet, helâk olmak mânâsındadır. Bu fiil, bir durumu haber vermekle birlikte dilek kipi de olabilir. Yani “Kurudu” anlamı da vardır, “Kurusun, helâk olsun!” anlamı da…

2- “Tebâb” kelimesinin “helâka götüren hüsran” mânâsından yola çıkarak, “Hüsrana uğrasın!” şeklinde mânâ vermek de mümkündür. (Bkz: Hûd, 101, 63)

3- Bu kelimede, “Çabası boşa gitti, gayesine ulaşamadı.” mânâsı da vardır. Ebû Leheb, Peygamber Efendimiz hakkında çeşit çeşit iftiralar atmakta ve insanları, Allâh’ın Rasûlü’nden ve İslâm’dan uzaklaştırmaya çalışmaktaydı. Ancak zaman onun aleyhine işlemiş ve bütün yaptıkları boşa gitmişti. İnsanlar, fevc fevc Allâh’ın dininin ve Rasûlullah’ın etrafında kümelenmişti.

İbn-i Abbas -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir:

“Ebû Leheb, «O sihirbazdır!» sözüyle insanları Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den uzaklaştırıyordu. Ebû Leheb, kabilenin yaşlısı olup Allah Rasûlü’nün babası gibiydi. Bu sebeple itham edilemezdi. Bu sûre nâzil olunca kızdı ve şiddetli bir düşmanlık sergiledi. Böylece itham olunur hâle geldi ki, artık bundan sonra Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkındaki sözleri kabul edilemezdi. Bu da onun çabasının boşa gittiğini, gâyesine ulaşamadığını göstermektedir.” (Fahruddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 539)

4-Bu kelimenin mecâzî mânâsından yola çıkarak, “Her hayır üzere elleri sararıp solsun, iflâs etsin, elinde avucunda bir şey kalmasın, her tuttuğu boşa çıksın, tutacağını tutamasın!” denilebilir.

(Yedâ: İki Eli) “Olumlu-olumsuz, gerek tutmak, gerek itmek için kullanmak istediği bütün sebep ve vasıtaları; gerek dünyaya, gerekse dine uzatmak istediği iki eli de helâk oldu.”

Burada “el” kelimesinin seçilmesinin de birtakım hikmetleri vardır:

1- Peygamber Efendimiz, insanları Allâh’ın dinine dâvet ederken Ebû Leheb, topladığı taşları, o ellerle Rasûlullah’a atardı. Yine o elleri ile dışarıdan diken toplamış, Peygamber Efendimizin yollarına sermiş ve aynı şekilde kazma-kürek kullanarak Allah Rasûlü’nün yolu üzerinde kuyular kazmıştı.

2- Ebû Leheb, Peygamber Efendimizin görüştüğü kimseleri vazgeçirmek için yanlarına yaklaşır, ellerini onların omuzlarına koyarak kendileriyle konuşurdu.

3- “El” kelimesi, “Zikr-i cüz, irâde-i küll” yani küçük bir bölümü söyleyerek bütünü kastetmek mânasında Ebû Leheb’in bedenine işaret etmektedir. Bu, hemen hemen bütün dillerde kullanılan bir ifade şekli olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’de pek çok misali de vardır. (Bkz: Yâsin, 71; Hacc, 10)

4- İki elin diğer bir mânâsı da, “Dîni de, dünyası da; öncesi de sonrası da helâk olsun!” şeklindedir. İki elden birisiyle menfaat temin edilir, diğeriyle zararlar def edilir. Meselâ sağ elle silah tutulur, diğeriyle kalkan… (Fahruddin Râzî, Tefsîr-i Kebîr, XXIII, 539-540)

(Ve tebbe: Kurudu da) Cenâb-ı Hak, birinci ifadeyi bedduâ üslubunda, ikinci (tebbe) kelimesini de haber verme makamında buyurmuştur. Yani “söylenen oldu bitti, gerçekleşti” demektir.

Burada kastedilenin, “Ebû Leheb’in elleriyle kazandığı malı, Ebû Leheb’in oğlu veya bizzat kendisi” olduğu şeklinde görüşler de vardır. Gerçekten her biri ile ilgili birtakım rivayetler vardır. Meselâ Ebû Leheb’in oğlu Utbe, Şam’a giderken aslanlar tarafından parçalanmış; Ebû Leheb’in bizzat kendisi de perişan, hasta, yalnız ve ibretâmiz bir şekilde ölmüştür.

Araplarda, ilk evlâda nisbetle babaya künye verilirdi. Ebû Leheb’in “Leheb: Ateş alevi” isminde bir evladı olmamasına rağmen ona bu künye verilmesi; başlangıçta yüzünün parlaklığı, canlılığı yahut hiddet ve şiddeti itibariyle övgü mahiyetindeydi. Gerçek ismi ise, “Abdü’l-Uzza: Uzza isimli putun kulu” şeklindeydi. Kur’ân-ı Kerim’in “şirk” mâhiyetindeki bir ismi (Abdü’l-Uzza) kullanmayıp künyesini (Ebû Leheb’i) tercih etmesi pek çok yönden hikmetlidir.

1- Künye isim yerine kullanılabilir. Mühim olan insanların o kelimeyi duyunca, o şahsı tanıyabilmesidir. Ebû Leheb, hem ismiyle, hem de künyesi ile tanınan bir kimseydi.

2- Tevhid esasını getiren bir dinin, gerçek bir mâhiyeti olmayan putlara ilahlık pâyesi veren bir vasıflandırmayı kabul etmesi düşünülemezdi.

3- Ebû Leheb, küfrü, şirki, isyanı ve zulmü sebebiyle ebedî cehennemliktir. Cehennem ise, alevli ateştir. Gideceği yer ile künyesi büyük bir âhenk arz etmiştir. Hâli, künyesine uygun düşmüştür. Her ne kadar kavmi, ona bu künyeyi takarken “cehennem” vb. kelimeleri düşünmemişlerse de, takdir-i ilâhî, büyük bir tevâfukla künye ile o ebedî cehennemlik kâfiri denk düşürmüştür.

4- Aslen isim, künyeden daha şereflidir. Cenâb-ı Hak, yaptıkları sebebiyle Ebû Leheb’i ismiyle değil, onun altında olan künyeyle anmıştır.

Dikkat edilecek bir husus da; Peygamber Efendimizin öz amcası olmak hasebiyle yüksek bir şeref, neseb, yakınlığa sahip bulunması umulurken Ebû Leheb’in, küfrü, inkârı seçmesi ve bunda ısrar etmesi sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın îkazına, bedduâsına ve azabına dûçâr olmasıdır. Peygamber Efendimizin amcası, soy ve neseple bu şekilde helâke sürüklenmişse, Peygamber Efendimize buğzedip tevbe etmeyen sâir insanların ne kadar bedbaht olacakları da ibret nazarıyla düşünülmelidir. (Bkz: Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim, X, 49)

 

Zehra ERİŞ

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle