En Sonunda Elimde Kalan

Namaza yeni başlayan, kendi gayretleri ile namaz kılmayı öğrenen bir genç kız, iş yerinde öğle ve ikindi namazlarımı daha rahat kılarım diye abdest almış, işyerinin yolunu tutmuş. Tam öğle namazını kılacakmış ki, bazı arkadaşları müdâhale etmişler:

“-Evden işyerine kadar başı açık geldin, senin abdestin bozulmuştur, şimdi namaz kılamazsın.” diye kendi kendilerine fetvâ vermişler.

Kızcağız, abdest almaya uygun bir ortam bulamayınca, o gün öğle ve ikindi namazlarını kılamamış. Bu kez kara kara düşünmeye başlamış:

“-Başım açık olunca abdestim bozuluyorsa, abdest aldıktan sonra namaz kılacaksam hep örtülü gezmeliyim!” deyip abdest aldıktan sonra başı açık dolaşıp da sonra kıldığı namazlarını kazâ etmeye başlamış.

Bir müddet sonra namaz kılmaktan bıkar gibi olmuş. Bakmış, bu iş böyle olmayacak, namaz bile kılmayan arkadaşların verdiği fetvâ ile ibadetler çok zorlaşıyor, bu konuyu nereden öğrenebilirim diye düşünmeye başlamış. Kitapçılara gitmiş, binbir çeşit dînî bilgiler kitabının içinden hangisini alması gerektiğini bulabilmek için üç gün kitapçının yolunu aşındırmış, kitapları tek tek incelemiş. En sonunda bir ilmihal kitabında karar kılmış. Bakalım devamında neler olmuş:

“-Doğrusunu söylemek gerekirse, çevremde yardımcı olan hiç kimse olmadığı için çok zorlandım. Âilem, bir şey bilse, bana öğretirdi. Babaannem bilirdi yalnız, o da vefat etmişti. Kimse doğru-dürüst dini bilmediği, oradan buradan kulaktan duyma bilgiler edindiğinden olsa gerek, hep zanna dayalı cevaplarla hayatımı zorlaştırdılar.

Eve gelince ilk iş olarak kitabı açıp temizlik bölümüne geldim. Abdesti bozan durumların hiç birisinde baş açmak yoktu. Fakat benim bilmediğim birçok abdesti bozan durumlar vardı. Hepsini inceledim. Gusül konusundan çok etkilendim. Şimdiye kadar hep akıl-bâliğ olduktan sonra târif edildiği gibi guslediyordum, ancak guslün sünnetlerini, müstehaplarını bilmiyordum. Cuma günü gusül abdesti almanın sevap olduğunu bilmiyordum. Namaz kılarken sehiv secdesi varmış, ben sehiv secdesini hiç yapmıyordum. Çünkü yanıldığım zaman hemen namazımı bozuyor, tekrar baştan kılıyordum. Meğer ne çok kolaylıkmış sehiv secdesi yapıvermek.

Ramazan’da oruç tutmaya üniversiteden sonra başladım. Oruç tuttuğum zaman, bir arkadaşım:

“-Namaz kılıyor musun? Namaz kılmayan kişinin orucu olmaz!” deyiverdi.

Ben de orucum olsun diye namaz öğrenmeye başladım. Yalnız o ara, arkadaşın verdiği yanlış bilgiden dolayı orucu bıraktım. Namaz kılmayı öğrendikten sonra tekrar oruca başladım.

Aldığım ilmihal kitabında, namaz kılmamanın orucu bozduğuna dair bilgi yoktu. Orucu bozan sebeplerden birisi değildi. Bu kez “Acaba bu kitapta eksik bilgi mi var?” diye bir bilene sorayım, dedim. Herkesin sözüne güvenmemeye karar verip en iyi bilene sorayım diye müftülüğe gittim. Müftü bey tebessüm ederek:

“-Başın açık olmasının abdesti bozmadığını, oruç tutarken namaz kılmayanın namazlarını bile bile kılmadığı için günahkâr olduğunu, ama orucunun bozulmadığını, tutulan orucun kabul olduğunu” söyledi. “Oruç tutarken namaz kılmanın da farz olduğunu sadece Ramazan’da değil sâir günlerde de vaktinde kılınması gerekli namazları kılmadığımız için haram işlediğimizi, günahkâr olduğumuzu” da ekledi.

Yepyeni bilgiler edinmiştim. Fakat bu sefer de bilmediğim yepyeni kavramlar karşıma çıkmıştı.

“-Haram nedir, sünnet nedir, farz nedir?”

Müftü Bey, bana Kur’ân kurslarında okutulan Dînî Bilgiler kitabını hediye etti. “Îtikadım, İbâdetim, Peygamberim, Ahlâkım” konularını içeriyordu. Evde tek tek inceledim. İtikad kelimesini, îman kelimesini, kelime-i şehâdetin anlamını, îmân esaslarını öğrenmiştim. Arkadaşlarım, Azrâil’i pek sevmezlerdi. Gerçi diğer melekleri de pek bilmezlerdi, ama Azrail’in arkasından kötü sözler söylerlerdi. Öğrendim ki, o Allâh’ın görevlendirdiği bir melek... Görevi can almaksa, onun ne suçu var?! Ondan korkmadan onu sevmeye başladım. Yıllar sonra Kur’ân-ı Kerim meâli okurken Nâziât Sûresi’nde ruhları kabzeden “Nâşitât” ve “Nâziât” melekleri olduğunu, “Nâşitât”ların mü’minlerin ruhunu kolayca aldığını öğrenmiştim ve çok şaşırmıştım. Azrail’in hiçbir suçu yoktu; bütün suç, sâlih ameli olmayan günahkâr kullarındı.

Îmanın esasları, beni çok etkiledi. Allâh’ımı tanımadığımı anladım. İlköğretimde, lisede din derslerinde bir şeyler öğrenmiştik gerçi, ama hepsi ders geçmek için ezberle öğrenilmiş ve sonra unutulup gitmişti. Bazen din kültürü öğretmeni olmadığından, üniversite imtihanlarında soru olarak karşımıza çıkacak daha önemli dersleri (!) çalışır veya onların testlerini çözerdik. Zaten derslerimiz dinin özünden çok, “kültürü” üzerindeydi. Namaz nasıl kılınır, “ef’âl-i mükellefîn: mükellefin fiilleri” nedir, gibi ibâdet konuları yoktu. Dinler tarihi konusu vardı kitaplarımızda… Onda da hep ahlâkî konular vardı, bir de ağaç sevgisi, vatan sevgisi... Dini, bunlardan ibaret sandım.

İslâm Dini’nin ana konuları nelerdir? Nasıl müslümanca yaşanılır? İbadet nasıl yapılır? Zekât, hac nasıl yapılır? Hiç bilemedim. Sadece bir kelimelik tarifi vardı, her şey bu kadar!.. İlkokul öğretmenimizin öğrettiği namaz sûrelerinin de çoğunu yanlış öğrendiğimi İlmihal kitabını alınca öğrendim. Fil sûresini bile yanlış okuyordum, bütün “ra” harflerini “re” diye okuyordum. Baktım, okuyuşlarım hep yanlış! Bu kez namaz sûreleri CD’si aldım. CD’de sesli olarak sûreleri dinledikçe hatalarımı düzeltmeye çalışıyordum. Fakat beni duyan, dinleyen birisi ile çalışmam gerektiği kanaatine varıp, yine müftülüğün kapısını çaldım. Beni Kur’ân Kursu’na yönlendirdiler. İş yerinden fırsat buldukça, öğle aralarında kursa koşuyordum. Öğle yemeklerine ara verdim. Bu konu, benim için çok daha önemli idi.

Dînî bilgiler konusunu da hoca hanımla birlikte çalışmaya başladım. Çünkü böylece kitapta yazmayan, ancak sağdan soldan duyduğum bazı yanlış bilgilerin doğrularını öğrenme fırsatım oluyordu. En azından âdet döneminde neler yapmam gerektiğini, okuyabildiğim duâları, âdetli iken tespih çekebileceğimi, âdet döneminde kullandığımız petleri nasıl atacağımı, âdet döneminde tırnak kesme konusunu… Ve daha nicelerini… Arkadaşlarım, “bu dönemde kesinlikle tırnak kesilmez!” diyordu, kendi duydukları bilgiler ile… Ben kesilebileceğini öğrendim.

İş yerinden arkadaşlarım bana gülüyorlardı:

“-Yemeden içmeden kesildin, çok dîne daldın, bu hâl sana iyilik getirmez, aklını kaçırırsın. Çok dalma bu konulara, bak biz nasıl yaşıyoruz, bizim gibi ol yeter.” diye sözde nasihat de veriyorlardı kendilerince...

Kur’ân öğrenen kişi aklını kaçırmıyordu ki… Bilakis rûhunu, gönlünü, dünya ve âhiretini ihyâ ediyordu. Benim durumumdan endişe eden, üniversiteyi de birlikte okuduğumuz arkadaşım âilemi aramış:

“-Kızınız, galiba tarikata karıştı, elinden dînî kitaplar eksilmiyor! Bakın, yakında başını da kapattırırlar, gelin kızınızla ilgilenin!” demiş, hayrına!...

Üniversite yıllarında bir kez gelmeyen anne-babam, koşarak gelmişler, beni kurtarmak için… Çok zorlu günler geçirdim. Neler yaptığımı, neler yaşadığımı anlatmam ve onların anlamaları çok zamanımı aldı. Bazen sertleştiler, bazen annem durup dururken ağladı, beni etkilemeye çalıştı. Onlara, sadece şimdiye kadar öğrenmekte çok geciktiğim dinimi öğrendiğimi, hiç de ileri gitmediğimi, sadece her müslümanın öğrenmesi farz olan, ilmihal, îtikad bilgilerini öğrendiğimi, sûreleri doğru okuyarak namaz kılmak için Kur’ân öğrendiğimi söyledim. Aldığım kitapları gösterdim.

Beş vakit namazımı kıldığımı, Pazartesi, Perşembe oruçlarını tuttuğumu, geceleri teheccüde kalktığımı görünce:

“-Bünyeni çok yoruyorsun, bu kadarı fazla!..” dediler.

Tuttuğum oruçların sünnet olduğunu, Peygamberimizin her gece teheccüde kalktığını söylesem de pek anlamadılar. Ben de onlara:

“-Beni baskete gönderdiklerinde de yorulduğumu, o zamanlar baskete gitmek istemediğimi, kendilerine yorulduğumu söyledikçe de beni dinlemeden servise bindirdiklerini” hatırlattım.

“-Onu siz istediğiniz için yaptım, belki yoruldum, ama faydasını da gördüm, sporla kötü alışkanlıklarım olmadı. Antrenmanlardan, aldığım eğitimden, disiplinli yaşamayı, sağlıklı beslenmeyi, sigara-alkol gibi şeylerden uzak olmayı öğrendim; faydalandım. Şimdi de aynısını yapıyorum; oruç tutuyorum, namaz kılıyorum, sağlıklı yaşıyorum.” deyip onları ikna etmeye çalışsam da:

“Sporun zararlı olmadığını, fakat bu konuların hassas konular olduğunu” söylediler.

Ben işe gidince, babam, aldığım kitapları toplayıp ilçe müftülüğüne götürmüş.

“-Kızım, yanlış gruplara girmiş olabilir mi?” diye sormuş.

Müftü Bey, beni tanımış ve babamı aydınlatmış. Babam, ara ara müftülüğe ziyarete gider oldu. İşleri yoğun olduğu için memlekete döndüler. Ben:

“-Her müslümanın öğrenmesi farz olan, öğrenmediği zaman, Allâh’ın «Neden öğrenmedin?» diye hesap soracağı bilgileri öğreniyorum!..” deyince babam çok etkilenmiş.

Gerçekten bana dine dâir hiçbir şey öğretmedikleri gibi, bir de engellemeye kalktıklarını anlayınca epey mahcup oldular. Babam daha çok mahcup oldu. Çünkü dinimize göre çocuğa dînî eğitimi, anneden daha çok babanın vermesi gerekiyordu. Annem câhil kadındı, ilkokul mezunu idi. Ancak babam üniversite mezunuydu; hem annemin, hem de benim dînî eğitimimle ilgilenmesi gerekirken, önce kendini, sonra da bizleri ihmal etmişti. Ya ben Allâh’ın yardımı ile öğrenmem farz olan bu konuları öğrenemesem, hâlimiz ne olacaktı?

Şimdi Kur’ân okuyabiliyorum. Meâlini ve tefsirini de fırsat buldukça okumaya gayret ediyorum. Bazen âyetlerin iniş sırasıyla, Kur’ân’da sıralanışları farklı olduğu için takıldığım konular oluyor, onları anlamak için de yine müftülüğün kapısını çalıyorum. Şimdilerde en büyük arzum; Efendimizin yaşadığı, İslâm’ın yayıldığı o mübârek beldeleri ziyaret etmek için umreye gitmek.

Benim 26 yaşımdan sonra, deneye-yanıla, zorluklarla öğrendiğim bilgileri Kur’ân öğreten hoca hanımın nasıl öğrendiğini merak etmiştim. O, zarûrât-ı diniye denilen, yani dine ait bilinmesi ve inanılması zarûrî ve her müslümana farz olan bilgileri, âkıl-bâliğ olmadan evvel öğrenmiş. Kur’ân kurslarıyla, annesinin özel gayretleri ile olmuş onun eğitimi… Daha sonra dînî sahada eğitim görmek isteyip İlâhiyat Fakültesi’nde okumuş.

Hoca hanıma:

“-Size çok imreniyorum. Dinimizi ne güzel öğrenebilmişsiniz!” dedim. O da bana:

“-Esas ben sana imreniyorum.” dedi. “Ben taklid ederek öğrendim, hakikatlerini sonradan anladım dînî bilgilerin… Sen ise, hepsini kendi mücâdelenle, özel gayretlerinle öğrendin. Senin kazancın, benimkinden çok daha fazla… Ben çevremin etkisi ile hep hazır olanı aldım. Sen ise kendin aradın, kendin hazırladın; bazen yanlış, bazen doğru mücâdele ettin, pes etmedin, Allah seni daha çok seviyor.” dedi.

Çok sevindim. Evet, ben de inanıyorum, gerçekten Allah beni çok seviyor. Sevdiği için kalbime, kendi dînini öğrenme azmi ve sevgisi yerleştirdi, hoca hanımın tabiri ile, “hidâyet” verip yolumu aydınlattı. Rabbime binlerce hamd ediyorum. Bir nineden duyduğum şu söz beni çok etkilemişti:

“Hak kelâmın okumak bilmeyen, nâdân olur

Sûreti insana benzer, kendisi hayvan olur.”

Ben o sözü çok daha iyi takdir ediyorum.”

* * *

Yukarıdaki örnek genç hanım, hayatın içinden ve hepimize çok tanıdık.

Gençlik yıllarında, hattâ orta yaşlarda öğrenmesi farz olan dînî bilgileri yeterince bilmeyen o kadar çok kişi var ki… Bilmemek belki ayıp değil, ama hangi yaş ve seviyede olursak olalım öğrenmeye gayret etmemek gerçekten ayıp… “Bana âilem öğretmedi!” demek de mazeret değil; kitaplar var, dînî iyi bilen ehil kimseler var. Ve ulaşmak çok kolay.

Kulaktan duyma bilgilerle İslâm yaşanmaz. Yaşanırsa, bu genç hanımın başına gelenler başımıza gelir. Aslî dînî bilgileri öğrenmeyen kimselerin daha çok bid’at ve hurâfelerle meşgul olduklarını gördüm, hayatım boyunca. İster fizik öğrenelim, ister kimya; ister profesör olalım, ister kaymakam, hayatımızın vazgeçilmezi olan îtikad, ahlâk ve ilmihâl bilgileri hepimizden Allâh’ın talep ettiği bilgiler… Kanser hastalığını bütün mücâdelesine rağmen yenemeyen, ömrünün son zamanlarında eline geçirdiği bir ilmihal ile meşgul olup dîni anlamaya çalışan bir profesörün son sözleri şu olur:

“-Yandı yürek bağlarım, tüm bilgilerime bir hâl oldu. En sonunda elimde kalan, ilmihal oldu!..”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle