Osmanlı Kadını ve Harem

Osmanlı Kadını

Osmanlı kadını konusu, Batılı okur ve yazarları yüzyıllar boyu hep cezp etmiştir. Örtünme, haremin dışarıdan farklı görülen, kendine has dünyası, “çok eşlilik” gibi hâlâ büyük ilgi odağı olan birçok mesele, pek çok Avrupalı’yı Osmanlı topraklarına çekmiş, bu konularda ilk elden bilgi sahibi olmak için nice uzun ve zorlu yolculukları göze almalarına sebep olmuştur. Bu seyyahlardan hem kadın, hem erkek yazarlar, Osmanlı’nın hayatı ile ilgili intibâlarını yazmışlar. Ancak bu seyyahların müşâhedeleri ele alınırken, doğruluğunu ölçebilmek için çok dikkatli olmak gerekir. Zira ecdâdımız, mahremiyetlerine çok düşkün insanlardı. Özel hayatlarında dinin emirlerine, âdâb ve erkâna büyük titizlik gösterirlerdi.

Osmanlı kadınları, kendilerine ayrılan haremlerde bulunurlar ve buralar, yabancıların giremeyeceği, âdeta “yasak bölge” sayılırdı. Harem kadınları, mahremleri dışında hiçbir erkekle görüşmezlerdi. Hareme yabancı erkeklerin girmesine zaten hiçbir zaman izin verilmezdi. Dolayısıyla Avrupalı erkek yazarların, Osmanlı haremindeki kadınlarla ilgili birinci elden bilgi verebilmeleri imkânsızdır. Anlattıkları, ya kulaktan duyma bilgiler ya da başka kaynaklardan okudukları, çoğunlukla Binbir Gece Masalları’nın tesirinde kalarak uydurdukları hayal mahsûlü şeylerdir.

Hareme girebilen yabancı kadın yazarlar bile hareme ancak sıkı bir eleme sonrasında kabul edilirlerdi. Osmanlı seçkinlerinin hareme girebilmeleri için sağlam yerlerde diplomatik bağlantılarının olması gerekirdi.

 

Bazı Batılı Seyyahların Gözüyle Osmanlı Kadını

Aşağıdaki satırlar, Aslı Sancar’ın “Osmanlı Kadını”[1] adlı eserinde yer alan, pek çok misali arasından seçilmiştir. Aşağıda da görüleceği üzere, Osmanlı kadını, hayatın içinde, müstakil, hür ve muhterem bir mevkide görülmüştür. Bu durum, aslında İslâm’ın ona verdiği ihtimam ve değeri göstermektedir. İslâm, olduğu gibi anlaşılıp hayata tatbik edildiği müddetçe, kadın da, diğer varlıklar gibi yücelmiş; İslâm’ın prensipleri hayattan uzaklaştırıldıkça kadın da haysiyet ve değerini yitirmeye başlamıştır.

“Türk kadınlarına köle, metâ gibi yakıştırmalar yapılmıştır. Türk kadını, ikisi de değildir. Esâsında, Türk kadını hukûkî açıdan Avrupalı evli kadınların çoğunluğuna göre daha tercih edilir bir mevkidedir. Kendi mülkiyeti üstünde her zaman tam hak sahibi olan Türk kadınlarıyla mukayese edildiğinde evli İngiliz kadınları, özellikle çok yakın bir geçmişte yürürlüğe giren kanunlardan önceki durumları itibariyle, bir köleden farklı değillerdi. Kanunlar, Türk kadınına evlendiği sırada mülkiyetinde ne varsa veya kendisine daha sonra herhangi bir miras bırakılmışsa, bunları istediği gibi tasarruf etme hakkını veriyor. Kadın, bu mülkü yaşarken dağıtabileceği gibi dilediği birine miras olarak da bırakabilir. Kanun gözünde Türk kadını hür bir unsurdur. Kocasından bağımsız olarak hareket edebilir, onunla hiçbir bağlantısı olmadan dâvâ açabilir, dâvâ edilebilir. Bütün bunlar düşünüldüğünde, Türk kadını, Türkiye’deki hristiyan hemcinslerinden çok daha geniş bir özgürlük içindedir.” (Z. Duckett Feriman, 1911)

* * *

“Haremin mahremiyeti, kocanın sevdiğini başkalarından gelebilecek bütün kötülük ve elemin bilgisinden dahî korumak dileğinin en tabiî sonucundan başka bir şey değildir. Koca, Zümrüd-ü Anka’sını, Haremi’nin ışığını, bütün sıkıntı ve kaygılardan uzakta tutmak ister. Biz nasıl çok değerli bir taşı mahfazalar içinde dikkatle korur ya da kutsal bir emâneti kalabalıkların bayağı bakışlarından sakınırsak o da aynı şekilde, sahip olduğu en değerli şeyi kaba ve âdî alandan saklar. Türklerin centilmenlik anlayışında, bir erkeğin kadını dokunulmazdır, kadının bulunduğu yer olan harem de her zaman için saygın bir yerdir.” (Catherina Elwood)

* * *

“Türk kadını, Avrupalı kadınların zihnini bir karabasan gibi kaplamış moda köleliğinden uzaktır. Türkiye’de aynı kumaştan yapılma, aynı tarz giyim ve aynı türden baş örtüsü kullanılır. İnsanların âdet ve törelerine böyle bağlı olması şaşırtıcı bulunmamalıdır, çünkü imparatorluğun diğer şehirlerinde sürekli yeni şeyler üretip insanları kararsız bırakmayı iş edinen moda erbâbı, İstanbul’da bulunmaz. (…) Müslüman kadınlar, yaşlanma alâmetlerini ya da fazla kilolarını saklamak gibi faydasız çözümlere de başvurmaz. Rujla hiç tanışmamışlardır…” (D’Ohsson)

* * *

“Arabamızın az ötesinde, kendi arabasından inmiş genç güzel bir hanımla karşılaştık. Doğuya bakan ucuna, elle işlenmiş dövme gümüşten bir vazonun yerleştirildiği pahalı bir iran seccadesi üstünde dizüstü yere eğilmişti. Hemen arkasında üç köle, kollarını kavuşturmuş duruyordu. Kendisini öylesine ibâdetine vermişti ki, bir Türk hanımının derhal dikkatini celbedecek biz Avrupalı kadınların orada olması bile gözlerini kaldırıp bakmasına sebep olmadı. Çarpıcı bir güzelliği vardı, inanılmaz zarif bir hâl içindeydi ve küçük ellerini önünde kavuştururken, başını sessiz, derinden bir huşû ile yere eğdi, gönlünden akıp gelen duâları kelimelere dökmesi bile gerekmiyordu. Eğer bu şekilde meşgul olmasaydı, belki bir saat daha yanında kalır dünyanın en latîf yüzlerinden birisini seyretmenin tadını çıkarırdım.” (Miss Julia Pardoe)

* * *

“Hanımın yanındakilerden bir kısmı müezzinin çağrısına uydu, bir kısmı da hiç davranmadı. Haremdeki hanımların âhiretleri için, sık sık sadaka verme vecibesini yerine getirmek ve bir hayli zor olan Ramazan orucunu yerli yerinde tutmak yolunda gösterdikleri kılı kırk yaran dikkat, müslüman kadınların güyâ ruh taşımadığına inanıldığı yolundaki uydurma hikâyeyi tamamen boşa çıkarır.” (Mary Adelaid Walker)

* * *

“Türk kadınının gördüğü muâmele, bütün milletlere emsal teşkil etmelidir.”(Lady Craven)

* * *

“Türkler kadınlara karşı son derece saygılıdır. Ortalık yerde bir kadına bakmayı bile günah addederler.” (A. L. Castellan)

 

Harem

Harem kelimesi, Arapça “h-r-m” kökünden gelir. Mukaddes, Allah tarafından korunan, kötülüklerin yasaklandığı bölge demektir. Bu tâbir sadece kadınlar için kullanılmaz; mukaddes bölgelere ve mescidlere de harem denir. Mekke ve Medine’ye “Harem-i Şerif” denmesi gibi.

Harem kelimesi, Osmanlılar zamanında bir hânede kadınlara ait olan bölümlere denir. Türkler için hanımlarının yaşadıkları yerler, âdeta bir mescid gibi mukaddes kabul edilmiştir. Halk içinde hâlâ kullanılan “Haremlik-Selâmlık” ifadesi buna güzel bir örnektir.

Bir batılı seyyah, kadınların, evlerinin hareminde yaşayışını şöyle ifade eder:

“Kadınlar, kelimenin hiçbir mânâsında esir olmadıkları gibi, kimi zaman bazı kişilerin bizi inandırmak istediklerinin tersine, kafesli pencerelerin ardından çıkmak için can atıyor da değillerdir. Bu mahremiyet hâli, müslüman kadına ağır gelmez, hattâ mahremiyetinin bozulması, herkesten önce onu kızdıracaktır. Çünkü böyle bir şey, onun kocasının gözündeki kıymetini kaybettiği mânâsına gelir.”[2]

Osmanlı Devleti örfünde “Harem” denilince, akla hemen Topkapı Sarayı gelmektedir. Çünkü Osmanlı Devleti, yüzyıllar boyunca Topkapı Sarayı’ndan idâre edilmiş ve bu saray da genel hatları ile ikiye ayrılmıştır. “Harem” bölümü ile “Selâmlık” bölümü…

Gerek Topkapı Sarayı, gerekse imparatorluğun son zamanlarında kullanılan Yıldız ve Beylerbeyi sarayları, padişahların evleridir. Orada âileleri ve hizmetkârları ile birlikte yaşarlar. Elçileri ve devlet adamlarını burada kabul ederler, kısaca burada yaşayarak devleti idâre ederler. Günümüzdeki ifadesiyle “Cumhurbaşkanlığı Köşkü” ve “Başbakanlık Konutu” gibi devlet daireleridir.

 

Osmanlı Haremi

1960’lı yıllarda Harem’in restorasyonunda görev alan ve tarihçi Robert Anhegger ile evli olan Muallâ Anhegger, Osmanlı Devleti’nin Haremi’ni şu şekilde tasvir etmektedir:

“Haremin, Avrupalıların yüzyıllarca yazıp çizdiği ile hiçbir alâkası olmadığını fark ettim. Harem, padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Mîmârisi bile buna göre düzenlenmemiş. Padişahın câriyeleri görebilmesi ve aralarından birini seçebilmesi mümkün değil. Kapılar, daireler, geçişler buna göre plânlanmamış. Câriyeler, yirmi beş kişilik koğuşlarda yatıyor, üst katta yatan kalfaların sıkı denetimi sözkonusu.

Padişahın annesi kendi bölümünde, padişahın kadınları kendi bölümünde, padişah ise kendi dairesinde. Padişahın kadınını annesi seçip oğluna sunabilir. Padişahın kalkıp câriyelerin bölümüne geçmesi için kuş olup uçması lâzım! Harem, bir üniversite gibi düşünülmüş. Câriyeler ise öğrenci. Zaten câriyelerin yaşadığı bölümün kapısında «Allâh’ım, bize hayırlı kapılar aç!» yazıyor. Ve bu yazı doğrultusunda, çoğu, padişah tarafından çeyizleri verilip evlendirilmiş. Çünkü câriye köle değil, cinsel köle hiç değil!.. Bence doğru deyim, câriyenin padişahın evlatlığı olduğudur. Ve gerçekten evlâtlık gibi hoş tutulup iyi eğitildikleri anlaşılıyor.

Haremin mîmârisi düzenlenirken, burada yaşayan herkesin bir dakika bile boş kalmaması hedeflenmiş olmalı. Dans, müzik, dikiş, eğitim… Harem, sanki askerî bir teşkilât… Bu askerî teşkîlât düşüncesini haremi restore ederken sık sık fark ettim ve sonunda kendimi öylesine kaptırdım ki, kabul edilemez sebeplerle, devlet tarafından yevmiyem kesildiği hâlde, gün boyu çalışmayı sürdürdüm. Kısacası harem restorasyonundan elime maddî olarak hiçbir şey geçmedi, ama karanlıkta kalmış bir kurumu, el yordamıyla da olsa kavramayı başardım.

Haremdekiler son derece iyi yetişmiş, terbiye edilmiş, zekî ve yetenekli kimseler… Yalnızca güzel değil, aynı zamanda zekî de olanlar devlet kademesinde yükselmek istiyorlar. Bunda şaşılacak veya ayıplanacak bir yön göremiyorum. Kendilerine güvenen erkekler gibi, haremin kadınları da şanslarını sonuna kadar zorluyorlar. Sanılanın aksine, yükselmek için dünya güzeli olmaya gerek yok. Kendisine verilen eğitimi, en iyi özümsemiş olan, güzel yazan, güzel konuşan bu yarışa avantajlı başlıyor. İşte bu sebeple de haremin, belirli dönemlerde politik iktidara el koymuş olması son derece tabiî. Elbette haremden acımasız ve muhteris sultanlar çıkmıştır. Ama ben, harem kadınlarını, şanslarını kendileri oluşturmaya çalışan, aynen erkekler gibi bunu bazen başaran, bazen başaramayan ve bu uğurda, şartlar gerektiğinde, erkekler kadar acımasız olabilen kimseler olarak değerlendiriyorum.”[3] (Devam Edecek)

 

[1] Aslı Sancar, Osmanlı Kadını, Kaynak Yayınları, sh: 37.

[2] Elizabeth Cooper’dan naklen Aslı Sancar, a.g.e., sh: 37.

[3] Muallâ Anhegger, “Topkapı Sarayında Padişahın Evi”, Nokta Dergisi, 2 Nisan 1989’dan naklen Prof. Dr. Ahmed Akgündüz, “Tüm Yönleriyle Osmanlı’da Harem”, Timaş, sh: 30-31.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle