DİKKAT BENCİLLEŞİYORUZ!

Hepimiz birilerinin eşi, annesi, çocuğu, torunu, gelini, görümcesi, eltisi, halası, yengesi; sosyal çevrelerimizde ise kiminin arkadaşı, komşusu, doktoru, hastası, öğretmeni ve öğrencisiyiz.

Karşımızdaki kişinin statüsüne ve kişiye olan yakınlık derecemize göre şekillenen toplumsal rollerimizde hepimizin, diğerleri için yerine getirmemiz gereken çeşitli vazifelerimiz var. İyi ya da kötü, eksik ya da tam, isteyerek ya da cebren herkes bu vazifeleri bir şekilde yerine getiriyor, getirmek için çabalıyor.

Bu vazifeler; zamanında, istekle ve düzgün bir şekilde yerine getirildiği zaman kişiler arası beklentiler karşılanıyor, toplumsal âhenk zedelenmeden işlerlik kazanıyor, dolayısıyla ictimâî hayatımıza zenginlik katarken aslında her türlü fedâkârlık ve yorgunluğa rağmen ruhumuzu tatmin ediyor ve huzurumuzu beslemiş oluyoruz.

Vazîfelerin “züll” (basit, bayağı) görülerek veya “ikrah” ile (zorla, isteksizce) yarım yamalak yapıldığı durumlarda ise, kişiler arası beklentiler karşılanmıyor, toplumsal işlerlik yaralanıyor. Dolayısıyla iletişim, üretim, hizmet gibi alanlarda başka sıkıntılara da muhtemel dâvetiyeler çıkarıyor.

Öyleyse kişinin münferid görevleri, daha geniş bir çerçevede değerlendirildiğinde içinde bulunulan toplumdaki âhenkli hayatı birebir etkiliyor.

Burada hem toplumsal âhengin, hem de ferdî mutluluğun yakalanması açısından, kişilerin bencillik ve diğergâmlık noktaları arasındaki farklı duruşlarının olabilecek sebepleri üzerinde daha dikkatli düşünülmelidir.

Niçin insanların bazıları, üzerlerine yüklenmiş bu çeşitli görevlerin altından kalkabilmek için mücâdele edip söylenirken, kimisinin gönlünde eşsiz bir tatmin, mutluluk ve huzur duygusu hâsıl olmaktadır? Niçin hiçbir hukûkî zorunluluk olmadığı hâlde başkaları için kendi hayatlarından fedâkârlık etmek, fazladan çaba sarf etmek bazılarını sevindirirken, bu işleri yapmak bazılarının kendisini mutsuz veya enâyi gibi hissetmesine sebep olmaktadır?

Elbette ki, tasavvuf ehlinin bu sorulara verecekleri çok daha derin, kıymetli ve özlü cevapları olacaktır. Fakat ben burada, daha farklı bir konuya dikkatleri çekmek istiyorum; kişilerdeki “sorumluluk bilincinin gelişimi”ne…

Yapılan fedâkârlıkların gönüllerde tatmin ve huzur duygusu uyandırabilmesi için ferdin, çok daha erken dönemlerde “sorumluluk bilinci”ni kazanmış olması gerekmektedir. Sorumluluk duygusu gelişmiş olan fertler, zaten vazifesi olan bir durumu îfâ ederek kendilerini hükümden kurtarırken, sorumluluk duygusundan mahrum kişiler için yapılacak olan iş, zaten vazife olarak algılanmadığı için sadece angarya vasfındadır. “Vazife” şuuruyla îfâ edilen iş, eksiksiz olarak îtina ile yerine getirilirken; “angarya” olarak addedilen iş, üstün körü ve isteksiz olarak yapılacaktır.

İnsanların toplumsal gelişimine uzaktan baktığımız zaman, alınan rollerin sayısının yaşla birlikte arttığını görürüz. İlk önce iki kişinin evlâdı olarak dünyaya gelir, daha sonra birilerinin torunu, birilerinin yeğeni olduğumuzun farkına varırız. Daha sonra başkalarının arkadaşı, birinin öğrencisi oluruz. Bu roller, yaşımızla ve sosyal statümüzle birlikte artarak çeşitlenir ve çevremizdeki herkes için ayrı bir iş, dolayısıyla daha fazla görev îfâ etmek durumunda kalırız.

Buradaki önemli nokta ise, kişideki sorumluluk duygusunun, artan rollerle birlikte birdenbire sihirli değnek değmişçesine ortaya çıkmamasıdır.

Bilakis sorumluluk duygusunun, ferdin sosyal, fizikî ve psikolojik gelişim süreçlerine paralel ve içine sindirilmiş bir şekilde tedrîcen verilmiş olması gerekir. Yaşına uygun sorumluluklarla gelişimi desteklenen bir çocuk, artan ilişkileri ile birlikte artan rollerinin gerektirdiği yeni görevlere uygun davranışlar geliştirebilir. Böylelikle âhenkli toplum için gerekli görevlerini vazife olarak idrak eder ve bu şuurun gereğini uygun bir şekilde îfâ eder.  

Günümüzde insanlık, kapitalizmle birlikte hızlı bir bencilleşme sürecine girerken unutulan en önemli nokta, fert olmamız hasebiyle yerine getirmemiz gereken sorumluluklarımızdır.

Boşanmaların arttığı, paylaşmanın azaldığı, komşuların birbirini tanımadığı, yaşlıların huzurevlerine itildiği, insanların birbirlerine borç vermediği cesur (!) yeni dünyada en önemli insânî sorumluluklar unutuluverdi ya da unutturuldu.

İnsan, her şeyin “en”ini kendisi için istedi: “en sağlıklı, en güvende, en tok, en rahat, en sıcakta, en eğlenen, en güzel, en eğitimli, en, en, en…”

Bu en’ler için, hiç kimse, hiçbir bedel ödemek istemedi ve sonra insan, sahip olduğu “en”lerin içinde mutlu olmadığını gördü. Popüler medyanın, “Kendiniz için yaşayın!..” sloganı altında ezilen insanlar, kendi elleriyle mutluluğunu fedâ etti. Kimse sahip olduğunu paylaşmak istemedi ve hastalık hızla yayıldı, sonunda toplum “bencil”leşti.

En büyük ceremesini, şimdi anne-babaların çektiği, ileride de toplumumuzun çekeceği bencilleşen gençliğin en büyük mîmarı, ne yazık ki, yine anne-babaların kendisi olmakta...

Âileler, gittikçe azalan çocuk sayısı ile birlikte sahip oldukları tüm kaynakları, bir çocuk için fazlasıyla seferber ederek, çocukları, ihtiyacından fazla imkânlarla donatarak ve çocukların kendi kendine yapabileceği/yapması gereken işlerin çoğunu, çocuklarının yorulmaması ya da işlerin eksik olması endişesi ile gereksiz yere üstlenerek, gençliğin bencil yetişmesine sebep oldu.

Böyle bir dünyada pamuklar içerisinde; hayatını devam ettirmek için hiçbir emek harcamasına gerek olmayan, çabalamadan her istediğine sahip olarak yetişen çocuğun, aynı ilgiyi ergenlikte ve yetişkinlik döneminde de çevresindekilerden beklemesine engel olabilecek şey nedir? Kendi hayatı için çabalamayan birisi, başkasına karşı görevlerini yapma konusunda ne kadar şuurlu olabilir? Gelişimi boyunca “kendisi için yaşamaya” şartlanan bir çocuk, niçin çikolatasını arkadaşı ile paylaşsın?

Geleneksel Türk âile yapısında, sıklıkla annelerin başlattığı, sorumluluk vermeme mücâdelesi, yeni nesillerin bencil ve sorumsuz olmasına sebep olmaktadır.

Çocukluğundan itibaren kendi yemeğini yemesine, ödevini kendi başına yapmasına, üstünü giyinmesine, hatta tuvaletini kontrol etmesine, üşümesine, terlemesine izin verilmeyen çocuklar, yetişkinlik döneminde ne kadar sorumluluk alabilir?

Kendi ihtiyaçlarının ve sorumluluklarının farkında olamayan ve sürekli güdülerek yetişen bir nesil, başkalarının ihtiyaç ve beklentileri için ne kadar duyarlı olabilir?

Ekonomik büyüme içerisinde, genç nüfusun yoğun olduğu ve çok daha ümitli bir gelecek hayal ettiğimiz ülkemizin ihtiyaç duyacağı en son şey ise, ne yazık ki, hızla yetiştirmeye devam ettiğimiz bencil ve sorumsuz çocuklardır.

Mutlu nesiller yetiştirerek sağlıklı bir toplum oluşturmanın da asıl anahtarı, sabah kalktığında işine mutlu gidecek, her ne olursa olsun yaptığı işi severek yapacak, çevresindeki münâsebetleri devam ettirmek için gereken fedâkârlıkları istekle yapıp, yaptığı işi kendine yakıştıracak, çevresindeki kişilerin beklentilerine ve ihtiyaçlarına duyarlı, çevresindekilere temin edebileceği faydayı vazîfe bilen nesiller yetiştirmektedir.

Bunun için geç olmadan çocukları, sorumlulukları ile büyütmek, bizlerin en önemli görevidir. Sorumluluk duygusu ve iç disiplini geliştirmek için en büyük vazife anne-babalara ve eğitimcilere düşmektedir.

Çocuğunuzun hayatındaki her alan, bunu, ona sunuş şeklinize göre sorumluluk kazanmasına ya da kazanamamasına sebep olacaktır.

Yazımız, önümüzdeki ay sorumluluk kazandıracak yaklaşımlar ve tavsiyelerle devam edecektir.

 

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle