BU KAPIYA MUHABBET GETİRİN

Gittiği her yerde muhabbet ve hizmet aşkını tazelemeye gayret eden, Allah dostlarından aldığı feyz ile daima genç kalan ve sohbet meclislerinde bu gençliğin sırlarını anlatan, hepimizin yolunu hasretle beklediği muhtereme Zâhide Topcu Ablamızı dâvet ettik bugün de gönüllerimize… Onun muhabbet ve hizmet ufkuyla aydınlanıp nice hayırlarda öncü olmak niyazıyla… Buyurun.

* * *

Zâhide Hanımefendi, bu dergiyi okuyan herkes sizi az-çok tanıyordur, ama biz usûlen soralım. Zahide Topcu kimdir?

1944 yılında Konya’nın Kadınhan kazasında doğdum. On yaşıma kadar oradaydım. Sonra amcamlar vasıtasıyla İstanbul’a taşındık. Erenköy’e yerleştik.

 

Ebeveyniniz sizin gibi kıymetli bir evlât yetiştirmişler. Allah onlardan râzı olsun. Çocukluğunuz nasıl bir âile ortamında geçti?

Babam terbiye nâmına bize ne aşırı sert davranır, ne de kendi hâlimize bırakırdı. Mütenasip bir metot uygulardı. Babamızdan hem çok çekinir, hem de onu çok severdik. Bizim ibadet hayatımızdan günlük meşguliyetimize kadar her türlü davranışımızla âilemiz yakından ilgilenirdi. Babaannem bizimle beraber kalırdı. (Mâlum babaannem, Musa Topbaş efendimizin halasıdır.) Evimizde babaannemizin ağırlığı hissedilirdi. Ona çok saygı gösterirdik.

 

Evde bir büyüğün olması, çocuklar için çok önemli değil mi? Örnek alacakları, saygı duydukları bir babaanne veya dede… Onların tecrübeleriyle terbiye daha kolaylaşıyordur.

Tabiî… Çocuklar, anne-babaya nasıl davranacaklarını, âileden müşâhede etmiş oluyorlar. Bunun da ötesinde sürekli anne-babayla yüzgöz olmadan, nisbeten daha olgun olan büyükanne ve dedelerin merhamet ve şefkatle yaklaşmaları ve güzel örnek olmaları çocuk üzerinde çok daha kalıcı tesirler bırakıyor. Şimdi her evlenen için ayrı bir dâire açılıyor. Gençler, büyüklerden kopuk olarak yetişiyorlar. Bu da âile içi eğitimi zorlaştırıyor. Elhamdülillah, bizler, o zorluğu çekmedik. Dâima âile hayatında yanımızda bir büyük vardı. Bizde akraba bağları da çok kuvvetliydi. Şimdi bayram oluyor, anneler babalar hayatta olduğu hâlde gençler, ziyaretlere bile iştirak etmiyorlar. Biz, yeni bir elbise giyince bile büyüklerimizin elini öperdik, bırakın bayramlarda ziyaret etmemeyi... Dayımızın, amcamızın himayesinde büyürdük. Onların dedikleri öncelikliydi bizim için… Neredeyse kendi tercihlerimiz ikinci planda idi. Bütün akrabalar, sanki bir âile gibiydi. Böyle olunca evlerde bir huzur vardı.

Bir yere gitmek için babamdan izin istediğimizde izin vermek istemiyorsa:

“–Hayır!.. Oraya gidemezsiniz!” diyerek bizi kırmaz, onun yerine daha câzip başka alternetifler sunardı. Meselâ o gün evimize değişik meyveler veya şekerlemeler alarak, âdeta bizim için uygun görmediği o yeri bize unuttururdu. Biz de anlardık ki, babamız, gitmek istediğimiz yeri uygun görmüyor. Allah kendilerinden râzı olsun, kendilerini daima rahmetle yâd ederim. Bugün de kendi âile hayatımdaki huzurumu, o dönemde aldığım terbiyeye borçluyumdur.

 

“Âiledeki huzurum” deyince, Mehmet Amca’nın adı geçtiğinde bile gözlerinizden huzur ve muhabbetiniz aksediyor? Bunca yıl bu muhabbeti nasıl taze tuttunuz?

Mehmed Bey, dayımın oğludur. 18 yaşımdayken kendisiyle bir akraba evliliği yaptık. Ben evin en küçük kızı olduğum için babam yanlarında kalmamızı arzu ediyordu. Allah râzı olsun, dayımlar da kabul ettiler. Eşim Mehmed Bey, Konya’dan Erenköy’e, bizim yanımıza geldi, yerleşti. Âilemle beraber yaşamaya başladık. Elhamdülillâh, eşim çok temiz yürekli, güzel ahlâklı birisidir. Annem de yirmi beş sene boyunca bizimle birlikte yaşadı. Zaten annem de, eşimin halası oluyordu. Anneme de çok saygılı davranırdı. Annemden çok dua aldık, elhamdülillah, onun duâları ile bugünlere geldik.

Az önce bunca yıl, bu muhabbeti nasıl taze tuttuğumuzu sormuştunuz. Bunun sırrı, birbirimize karşı saygılı ve anlayışlı olmak!.. Yanlış bir istekte bulunmadıysam, bana, elinden geldiğince hiç “hayır” dememeye gayret göstermiştir. Ben de ona aynı şekilde davranmaya çalıştım. İstediği her şeyi, elimden geldiğince güzel şekilde yapmaya gayret gösterdim. Hâlâ Allâh’a hep şöyle duâ ederim:

“Allâh’ım bana güç ver de ona en güzel şekilde ihtimamla hizmet edeyim!..”

İçimden hiç, “Ben yaşlıyım! O bana hizmet etsin veya çocuklar baksın!..” gibi bir düşünce gelmiyor. Karşılıklı fedakârlık olunca, huzurlu bir âile hayatınız oluyor. Tabiî biz de hayatımızın belli zamanlarında çok zorluklardan geçtik. Ağır imtihanlarımız oldu. Hayat şartları, bizi çok zorladı, bazen bunaldık.

Hayat hep güzel geçmeyebilir; inişli çıkışlı yokuşlu olabilir. Bizi de zor zamanlarda ayakta tutan güç, İslâm’a ve ibâdete karşı muhabbetimizdir diye düşünüyorum.

 

Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Efendi Hazretleri’nin de duâsını aldınız ve yakın hizmetlerinde bulundunuz. Sâmi Efendi’ye ve âilesine hizmete nasıl başladınız?

Sâmi Efendi Hazretleri’nin Erenköy’de Zihnipaşa Câmii’nde sohbetleri olurdu. Bu câmi, evimizin bir sokak üstündeydi. Ondört yaşımdayken annemle birlikte bu sohbetlere katılmaya başladım. Bu sohbetlerde mânevî bir akım ve muhabbet başlamış oldu. Her insanın küçüklüğünde meşgul olduğu, heveslendiği işler olabilir. Âcizâne çocukluğumdan beri hizmet etmeye çok merakım ve iştiyakım vardı.

O zamanlarda büyüklere yaklaşmak, şimdiki gibi kolay değildi. Râbia Annemiz’in bulunduğu meclislerde bulunurdum. Çok genç olduğum için dikkatlerini celbettim herhalde… Bir gün:

“–Kızım, siz kimsiniz?” diye sordu.

Amcam, o zaman tanınan kimselerdendi. Kendimi takdim ettim. Böylece Râbia Annemizle tanışmış oldum. Sonra kendileri, “Siz on beş günde bir buraya gelin!..” diyerek teklifte bulundu.

 

Hâlbuki o zamanlar, gençleri böyle tasavvufî meclislere pek almazlarmış değil mi?

Evet, gerçekten öyleydi.

“–Kızım, siz evinizde çocuğunuza, beyinize hizmet edin!..” denirdi.

Ama ben bunlara takılmaz, yanık yürekle sohbetlere iştirak etmeye gayret ederdim. O kadar coşkuluydum ki, “Ne olur, sadece size hizmet edeyim!” diyerek yanlarına giderdim. Rüyalarımda büyüklerimin abdest sularını ellerine döktüğümü, evlerinde hizmet ettiğimi görürdüm. Öyle bir huzur alıyordum ki, o meclislerden, dünya hayatım âdeta ikinci sınıf olmaya başladı. Ben, o on beş günü iple çekmeye başladım. Bu sırada yeni evliyim, kucağımda sekiz aylık çocuğum vardı. Altı ay sonra da onların dâvetiyle yakın hizmetlerine başlamış olduk. Orası bizim için âdeta “baba evi” gibi oldu. Tabiî en büyük şansım, annemin yanımda bulunması ve benim olmadığım zamanlar, çocuğumla yakından ilgilenmesiydi.

 

Nasıl bir hizmet alanınız oldu?

Meselâ bir sohbet meclisi kurulacak, hemen bize bildirirler, biz kardeşler arasında meclisleri ayarlardık. Devlethâneden haberler alır, onları kardeşlere iletirdim. O zaman telefonlar pek yaygın değildi. Ulaşım da şimdiki gibi kolay değildi. Bizde de gençlik var tabiî, oradan oraya koşuşturuyor ve bundan da çok büyük mânevî bir haz alıyordum. Kardeşlerim de, devlethâneden haber getirdiğim için bizi bir müjdeci olarak görürlerdi. Haber getirdiğimde kardeşlerim:

“–Ebediyyen Cemâlullâh’ı gör!..” diye duâ ederlerdi.

Râbia Annemiz, fakirin koluna girerlerdi. Yavaş yavaş giderdik sohbetlere... Yaptığı sohbetler çok feyzli olurdu. Gözyaşları ile dinlerdik. Bazen okuduğu yeri irticâlen anlatırdı. Sohbetler hikâye gibi dinlenmez, muhabbetle dinlenirdi o zaman meclislerde… Doğrusu hâl vardı.

 

Büyüklerimiz o zamanlardan sizi âdeta bugünler için yetiştirmişler...

Elhamdülillâh diyelim, ama kendimde hiçbir zaman bir ayrıcalık hissetmedim kızım!.. Etraftan kardeşler söyleyince de duygulanıyorum. Ben o zaman bunu anlamadım, ama şimdi anlıyorum. Düşünüyorum da bazı zamanlarda büyüklerimiz müsâit olmazlardı. Ziyâretlere ara verilirdi. Hemen heyecanlanır, panik yapardım. Bu ayrılık uzayacak mı diyerek hüzünlenirdim. Ama büyüklerimiz, bana göz işareti ile:

“–Sen gel. Yanımızda kal!” derlerdi.

 

Biraz da Mahmud Sâmi Efendi Hazretleri’nin kıymetli zevceleri Râbia Annemizden bahsedelim mi?

Rabia Annemizi ilk tanıdığım andan itibaren hep kendilerine hayran olmuşumdur. Kendileri çok vakur, heybetli, buna mukabil çok da müşfik ve diğergâm bir vâlidemizdi. İnsanlarla çok iyi iletişim kurar, onlara çok değer verip kimseyi unutmazdı. Herkesin derdiyle dertlenip onları dinler, ardlarından duâ eder, sürekli hatırlarını sorarlardı.

Efendi babamızla çok gıpta edilecek bir âile saadetleri vardı. Biz onların birbirlerine olan muhabbet ve saygılarını görünce hayran olurduk. Bir defasında eşim Mehmet Bey’e, Efendi babamız sarraftan birkaç çeşit bilezik almalarını rica etti. Bir düğüne hediye götüreceklermiş. Beyim getirip Efendi babaya takdim edince, bulundukları odadan bitişikteki odaya geçerken kapıyı tıklatarak Rabia Annemizden müsaade alarak odaya girmişler. Rabia Annemiz, o bileziklerden bir tanesini seçmiş. İkisi de böyle çok nezih, çok zarif insanlardı. Sürekli birbirleriyle istişâre ederlerdi. Meselâ bir misafir mi gelecek, Efendimiz, Vâlidemiz’in yanına gelerek, “kaç kişi misafir gelecek, saat kaçta gelecekler, ne ikram edilecek” hepsini Râbia Annemize danışarak yapardı. Aslâ emir komuta şeklinde bir münâsebetleri olmazdı. Hatta Vâlidemiz, bir defasında:

“–Kızım, gelen herkes, kendisinin bu kapıda özel olduğunu hissetsin diye hepsine özel dâvet veriyoruz.” demişti.

Misafire pek çok yemek yaparlardı. Misafire ikram edileni israf olarak görmezlerdi. Yemek arttıysa da onu komşulara ikram ederlerdi. Evleri çok düzenli idi. O zamanlar kalaylı kaplar kullanılırdı, hepsi pırıl pırıl kalaylı idi. Mutfakta her şeyin üzeri kapalı olurdu. Tuzların dahî üzerini örterdi. Açıkta bir şey olmasından hoşlanmazlardı. Hatta her şeyin yönünü kıbleye döndürürdü. Bidonların, çaydanlıkların, terliklerin yönünü bile kıbleye çevirirlerdi. Sebebini de “Canlı-cansız her şey Allâh’ı zikreder, onlar da kıbleden nasibini alsın! Onların içindeki su ve yiyecekler de yiyip içenlere şifâ olsun!” diye izah ederdi.

Dâima besmele ve hamdele ile işini yapar, ayakta yenilip içilmesini uygun görmez, bir şey yiyip içerken hemen oturulmasını isterdi. Bir de çocuklara dahî verilen sözün tutulması gerektiğini tembih ederdi. “Bir şeyi alacağım, yapacağım diye söz veriyorsanız mutlaka yapın!.. Çocuklar, size olan güvenini kaybetmesin!” tavsiyesinde bulunurdu.

Râbia Annemiz, bir keresinde şöyle demişti:

“–Kızım, efendimin hizmetinde kusur etmemek için âdeta gözümü kırpmadım. Lüzumsuz gezmelerim olmadı. Elli beş sene ona hizmette kusur etmemeye gayret ettim. O kadar koşuştururdum ki, telâşeden ayağıma terlik bile giyemezdim, romatizmalarım ondan oldu. Yüzümü ekşitmeden hizmet ettim. Şu saçımı, Hak yolunda ağarttım, elhamdülillâh!..”

Mahmud Sâmi Efendimiz, zaman zaman Vâlidemize:

“–Ben sizden râzıyım, Allah da râzı olsun!.. Hakkınızı helâl edin!..” diyerek ondan helâllik istermiş.

Şam yolculuğuna çıkacakları zaman, Râbia annemiz hasta yatağından kalkmış:

“–Neden gidiyoruz? Ne kadar kalacağız?” demeden eşyalarını toplamış. Şam’da bir bodrum katta, mütevazi bir ev tutulmuş. Çok da rutûbetli imiş. Orada altı ay kalmışlar. Hiçbir zaman:

“–Neden buradayız? Ne kadar kalacağız?” diye sormadan orada kalmaya devam etmiş.

Vâlidemiz böyle sabırlı ve firâsetli bir anneydi. Herkes onu çok severdi ve herkes kendisinin onun tarafından çok sevildiğini hissederdi. Bire on verirdi. Meselâ siz ona bir paket hediye verseniz, o size bohça ile karşılık verirdi. O devlethânenin karşılığı böyle idi; hem maddî, hem mânevî... Hep böyle vericiydiler.

Bizim de bazen çok sıkıntılı zamanlarımız olmuştu. Üstüste pek çok imtihan ve bâdire yaşamıştık. O sırada Sami Efendimiz, daha sonra Vâlidemiz evimize teşrif etmişlerdi. Bizi o zamanlar ayakta tutan, büyüklerimizin muhabbet ve nasihatleri idi. Büyüklerimizin hakkını ödeyemeyiz, evlâtları da onlara bir Fâtiha üç İhlâs-ı şerîf hediye etsinler.

Her dönemin Allah dostları böyledir; bereketli bir yağmur gibi gelip geçerler. Onları zamanında iyi değerlendirip kıymetini bilmeliyiz. Bu kıymeti, muhabbetle yakalayacağız! Muhabbet çok mühim!..

 

Eskiden hasret, muhabbet bir başka imiş değil mi?

Tabiî, eskiden imkânlar çok azdı. Şimdiki gibi ulaşmak, görüşmek çok kolay değildi. Büyüklerin sohbet meclisleri, çok nâdir olurdu. O meclislerde gözyaşı ve feyz çok yoğundu. Biz şimdi nîmetin içindeyiz, ama kıymetini bilmiyoruz. Bu da teslimiyetin ve muhabbetin eksikliğinden kaynaklanıyor. Büyüklerimiz hep derdi:

“–Bize malınız mülkünüz hediyeniz lâzım değil!.. Bu kapıya muhabbet getirin!..”

Muhabbetten Muhammed hâsıl olur. Teslimiyet, sadâkat, vefâ… Bu duygularla gönlü coşturmak lâzım..

 

Size de hep soruluyordur, ama “Mürşid’e muhabbet nasıl olmalıdır?” Çünkü bazıları ifratta, bazıları tefritte… Bunun usûlü, edebi nasıldır?

Bu muhabbeti kalbe koymak için önce gönlü boşaltacağız. Başta Allah rızâsı ve ihlâs olmalı… Böyle bir yola girenin, Cenâb-ı Hak muhabbetine göre kalp ufkunu açıyor. Cenâb-ı Hak, riyâdan kalplerimizi muhafaza etsin!.. Büyüklerimizin en çok korktuğu, bizleri de men ettiği husus bu idi. Samimi bir yürekle gelinecek… Her şeyin üstünde, önce Allah sevgisi, sonra Rasûlullâh sevgisi, ondan sonra üstâdının sevgisi ve mânevî yolun sevgisi gönle işlenecek!.. Bu da kademe kademe… Aşırı gidip gönülde putlaştırımayacak… Bazıları putlaştırıyormuş; her şeyi şeyhinden bilip ondan istermiş. Bu çok yanlış!.. Onlar bir vâsıta… Nasıl bir yolculukta kılavuz önder olduğunda kaybolmadan maksada vâsıl olunursa, bu yolda da kaymadan Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmak için onlar birer vasıtadır, kılavuzdur.

Bunun için, kalp sâir muhabbetlerle dolu olmayacak; temizlenecek, sükûnet bulacak ve istikrara kavuşacak… Bunun neticesinde de ahlâk güzelleşecek. Bunun ilâcı da seherler, sohbetler ve tefekkür-i mevt (ölümü düşünme), abdestli gezip kalbi Mevlâ’ya vermek, sâlih ve sâlihalarla dostluk kurmak... Gönlü bu şekilde maksada uygun hazırlamak…

Şimdi kalpler istikrarsız, her şey sûrette kalıyor.

 

Büyüklerimiz, derslerinde “sohbete, ibâdet vecdi ile gelmek gerektiğini” söylemişlerdi. Sohbetlerden feyz alabilmek için bu da çok önemli değil mi?

Sohbete gelenler üç kısımdır denilir. Yusuf Hemedânî Hazretleri, Hemedan şehrinde zuhûr ettiğinde Abdülkadir Geylânî Hazretleri:

“–Biz gençken ilk duâmızı, Yusuf Hemedânî’den aldık.” buyuruyor.

Onun niyeti, hep Yusuf Hemedânî Hazretlerini görüp bir duâsını almakmış. Bu niyetini, bir terzi arkadaşına açıyor. Terzi arkadaşı da:

“–Ben de duydum Yusuf Hemedânî’nin medhini, kendisini çok da merak ediyorum!..” diyor.

(Onun niyeti de merakını gidermekmiş.) Beraber anlaşıp yola çıkıyorlar. Yolda karşılarına kibirli bir âlim çıkıyor. Nereye gittiklerini soruyor. Düşüncelerini anlattıklarında, o âlim de:

“–Ben de sizinle geleyim, bir göreyim şu zâtı!..” diyor.

Üçü, yola revân oluyorlar. Zâhiren beraber gidiyorlar, ama kazançları farklı olacak… Nihayet varıyorlar. Bir odaya alınıyorlar. Birden postun üzerinde Yusuf Hemedânî hazretleri zuhûr ediyor. İlk kerâmetini göstermiş oluyor. Bunlar bir şey söylemeden önce Abdülkâdir Geylânî’ye dönerek:

“–Evlâdım; niyetin mübârek olsun! Dünyan da, âhiretin de mâmur olsun! Başın da, sonun da selâmet…” diyor.

O, hâlis niyetinin karşılığını buluyor. Sıra terziye geliyor.

“–Bu aşırı merakın yüzünden dünya hayatını sıkıntılı geçireceksin, son nefesinde de îmanını zor kurtaracaksın!..” diyor.

Hâlbuki Allah dostlarını imtihandan geçirmeye kalkışmak aslâ doğru değildir. Sıra kibirli âlime geliyor. Çünkü onun niyeti, methini duyduğu bu zâtı denemek, kemâlâtını yoklamak imiş. Yusuf Hemedânî hazretleri, o kibirli âlime de:

“–Ey mütekebbir!.. Kibrin yüzünden dünyan da harap, âhiretin de…” diyor.

Bu misâlden de anlaşılacağı üzere, niyetler hâlis olmalı!.. Sohbete sırf Allah rızası için gidilmeli, oradaki şahıslar önemli değil!.. Hep büyüklerimiz de söylerdi:

“–Sohbeti okuyan mı kazanır, yoksa kapı eşiğinde, boynu bükük oturan mı belli olmaz!..”

 

Hizmet edeceğiz; vâlidelerimiz de hizmet etmişler, ama âilelerini hiç ihmal etmemişler. Bu dengeyi iyi kurmak lâzım… Yoksa bir taraftan kazanıp diğer taraftan kayıplar başlıyor. Siz bu dengeyi nasıl kurdunuz?

Çok önemli bir konuya değindiniz. Gerek Anadolu’da, gerek umreye gittiğimizde beylerden bize bu hususta şikâyetler geliyor, maalesef…

Bunca yıl büyüklerimin yanında kaldım; büyüklerimiz akşam ezanından sonra hanımların hâlâ sokaklarda kalmalarını hiç hoş karşılamazlardı. Bir hanımefendinin, beyinden evvel evine girmesi lâzım!.. Büyüklerimiz, “Akıllı hanım, vaktini de, işini de ayarlar. Onun için saatler kıymetlidir.” derlerdi.

Musa Efendimiz:

“–Bazı hanımlar akşama kadar gezer gezer, akşamleyin de makarnayı haşlar yemek olarak beylerinin önüne koyar!..” diyerek hiddetlenerek ikaz ederdi.

Bazen de Musa Efendimiz’in yanına gelip:

“–Şu yurtta, şu hizmette, şu kermeste hizmet ettim.” diye anlatanlara:

“–Ee mânevî derslerinizden ne haber? Onları yapabildiniz mi? Sohbetlerinize devam ediyor musunuz? Beyleriniz yaptığınız hizmetten râzı mı? Eve yorgun gelip âilenizi ihmal etmeyin!” diye uyarırdı.

Hanımların her gün sokaklarda gezmelerini uygun görmez:

“–Bir gün sohbet için, bir gün hizmet için, bir gün de sıla-i rahim için çıkılır. Diğer günleri de evinize ayırmalısınız! Beyinize güzel sofralar hazırlamalısınız. Masaya ütülü-kolalı örtüler serin, beyinizi gülümseyerek huzurla kapıda karşılayın! Hasta da olsanız, yaşlı da olsanız, onları güler yüzünüzden mahrum etmeyin!” diye nasihatlerde bulunurdu.

Mûsâ Efendi, her şeyimizin saatli olmasını ister:

“–Saatinde gelen-giden insan, saatinde işini yapar.” derdi.

Mûsâ Efendimizden en sık duyduğumuz nasihatlerden biri de tertipli düzenli olmamızdı.

“–Evi dağınık olanın zihni de dağınık olur. Zihni dağınık olandan pek hayır çıkmaz!..” buyururdu.

Râbia Annemiz de günlerini böyle ayarlamıştı. Bir gün hasta ve akraba ziyareti olurdu. Bu ziyaretleri saatliydi, 40-45 dakikayı geçmezdi. Giderken mutlaka yanında ikram götürürdü. Orada da hiç mâlâyânî ve lüzumsuz söze girmeden, duâ ve muhabbetle oradan ayrılırdı. Çoğu günleri, evlerinde Mahmud Sâmi Efendimize ve gelen evlâtlarına hizmetle geçerdi.

Bizlere de:

“–Rabbim hizmetten ayırmasın, yaptığımız hizmetleri ihlâslı eylesin!” diye duâ ederdi.

 Ömrüm boyunca, büyüklerimin bu tavsiyelerini yerine getirmeye gayret ettim. Yemeğimi hazırlamadan, evimi düzenlemeden dışarıya çıkmamaya gayret ettim.

“Belki bir daha evime geri dönemeyebilirim!..” düşüncesi ile hareket ederim. Özellikle Medîne’de iftar sofralarını hazırlamaya çıkmadan evvel, yemeklerimi en az iki çeşit hazırlayarak ondan sonra hizmetime giderim! Çünkü iftardan sonra döneceksiniz, yorgun olacaksınız, evdekiler aç olacak… O zaman yemeğin yoksa, herkesi aç aç bekleteceksin, haklarına gireceksin! Onları bekletmemek için önceden hazırlanmak daha iyi... Yoksa yaptığın hizmette de daima zihnin bununla meşgul olur.

“Daha eve gideceğim, şunu yapacağım, bunu yapacağım!” derken yaptığınız hizmetten de zevk almazsınız. Bu olmamalı… Yoksa iki tarafı da kaybetmeye başlarsın, arasatta kalmış mecnun gibi olursun. Huzuru bulamazsın. Fedakârlık olmadan olmuyor! Ecre ulaşmak için fedakârlık şart! Evine fedakârlık; eşine, çocuğuna fedakârlık yapacaksın.

“–Ne yapayım, ben böyleyim!..” dediğimiz zaman bir şeyler üretemeyiz, daima gayret edip daha iyi olmalıyız. Bunu yakalamak için de gönülden hizmete bağlanıp saatli olmayı prensip hâline getirmeliyiz. Her sabah kalktığımızda “Bugün ben Allah için ne yapmalıyım?” diye düşünmeliyiz. Böylece Allah, bize güç, zamanımıza bereket ihsân eder. Hem hizmetimizi, hem günlük işlerimizi kolaylıkla bitirebiliriz!

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle