ÇOCUK GÖZÜMLE PEYGAMBERİM

“Doğdu ol saatte ol sultân-ı dîn

Nûra gark oldu semâvât ü zemîn”

sözleri ile hanımların hepsi ayağa kalkmıştı bile.

 

Essalâtü ve’s-selâmü aleyke Yâ Rasûlallâh

Essalâtü ve’s-selâmü aleyke Yâ Habîballâh

Essalâtü ve’s-selâmü aleyke Yâ Seyyide’l-evvelîne ve’l-âhirîn!..

 

Gözyaşları içinde bütün hanımlar, ellerini açıp duâ ediyorlar:

“…Peygamber Efendimiz’in doğumunu duyduk, saygı maksadı ile kıyâma durduk, Peygamber Efendimiz’e salât ü selâm gönderdik, bu hâlimizden Efendimiz’i haberdâr eyle Yâ Rabbî!..” diyorlardı.

“Âmin! Âmin! Âmin Yâ Rabbi!”

* * *

Beş yaşlarında idim. Babaannemle birlikte ilk gideceğim mevlid idi ve ben de onunla birlikte abdest almış ve hazırlanmıştım. Tutturmuştum:

“-Ben de senin gibi başımı örtüp öyle gideceğim.”

Başım da örtülünce birden büyümüştüm sanki… Daha huzurlu bir şekilde yürüyerek mevlid okunacak eve gelmiştik. Hanımlar beni pek sevmişlerdi hani… Şaşkınlıklarla dolu bir gün yaşamıştım. Hanımların yaptığı her hareketi, anlamadan tekrarlamıştım, ama çok da etkilenmiştim.

 Yol boyu babaannemi soru yağmuruna tutmuştum:

“-O hanım ne okudu öyle babaanne?”,

“-Peygamber Efendimiz bugün mü doğdu, şimdi biz ayağa kalkınca mı doğdu?”,

“-Ben doğarken de ayağa kalktınız mı?”,

“-Neden durmadan ağladılar?”,

“-Ayakta iken söylediğiniz şey neydi babaanne? Hadi bir daha söyleyelim, lütfen”,

“-Beni bir daha götürecek misin? Ne olur götür, o hanım bir daha ilâhî okur mu?”

* * *

Peygamber Efendimiz’e dair ilk bilgilerimi, o mevlid programı ile öğrenmiştim.

Mevlid; Peygamber Efendimiz’i çok seven bir âşığın yazdığı şiirdi. Peygamberimiz’in doğumu, mîrâcı gibi önemli olaylar anlatılmıştı. Yeni duyduğum o kadar çok kavram vardı ki; küçük aklım pek anlamamıştı. Babaannem bana Efendimiz’i anlatırken hep gökleri düşünürdüm, “Göklerde mi yaşadı acaba? Öyle ya! Göklere çıkmıştı…”

Bunu şu ana kadar hiç kimseye söylemedim, ama yıllarca Efendimiz’i yeryüzüne indirmemiştim, gönül dünyamda…

Sofraya oturduğumuzda:

“-Elinizi yıkadınız mı kızım, Efendimiz’in sünneti!..” derdi babam. “Yemeği sağ elle yiyin kızım, Efendimiz’in sünneti!.. Her işe başlarken besmele ile başlayın yavrum, Efendimiz’in sünneti!..”

Selâm veriyorduk bir de yolda rastladıklarımıza, o da Efendimiz’in sünneti idi. Elbisemi sağ tarafından giymeye başlardım; o da sünnetti. Sonra mahalledeki arkadaşım sünnet olmuştu. O sünnetle bu sünneti pek anlayamamıştım. Olsun, zaten o da Efendimiz’in sünneti idi. Zaten gittiğimiz mevlid de arkadaşımın sünnetinden sonra evlerinde okutulmuştu. Sünnet, galiba Peygamber Efendimiz’in yaptıklarını yapmak demekti.

Babamın tahta bir valizi vardı. Onun içinde Peygamberimiz’in hayatını anlatan resimli dergiler vardı. Çöllerde yürüyen develer, Kâbe resmi, kâfileyi takip eden bulut, zemzem kuyusu… Bu resimler çok hoşuma giderdi. Okuma-yazma bilmezdim, ama bakardım onlara…

Altı yaşımda iken dedemler hacca gittiler. Hacca Peygamberimiz’i ziyarete gidiyorlardı. Kâbe’yi göreceklerdi. Uzunca kalacaklar, kurban bayramından sonra döneceklerdi.

Bana göre, Peygamber Efendimiz hiç ölmemişti. Bu kadar insan, O’nu ziyaret ettiğine göre sağ olmalıydı. Çok sevildiği belli idi. Hacca gitmeden anneannem ve dedem, devamlı ağlarlardı. Bu gözyaşlarının hasretten olduğunu söylemişlerdi. Çok özledikleri için görmeye gidiyorlardı. Beni de götürmelerini istemiştim, ama:

“-Küçüksün, biraz büyü, sonra!..” dediler.

“-Ama ben doğarken gördüm, ne olur şimdi de görsem? Ben ne yapacağımı biliyorum. Sadece develere binmekten korkarım, başka bir şey yok.”

Dergide gördüklerimden haberleri olmadığı için şaşkın bakarlardı yüzüme sadece…

Namaz kılarken önce sünnet namazı kılıyorduk. O da Efendimiz’in sünneti idi. En çok da babaannemle birlikte namaz kılardım. Ben dine ait birçok motifi, babaannemden öğrenmişim, annem altı kardeş olduğumuz için pek ilgilenemezdi bizimle... Eli ile çamaşır yıkardı, her gün en az iki tel… Kardeşlerimin bakımı, ev işleri derken, mevlide bile onunla gidememiştik. Annem, küçük kardeşlerime bakmak zorunda olduğu için evde kalırdı. Babaannem bizimle birlikte yaşadığından onunla giderdik böyle yerlere… Yanında bizi de götürsün diye ne ağlardık.

Terâvih namazına da onunla giderdik… Çocuktuk, teravih namazı kılmak için iftardan hemen sonra abdestlerimizi alır, arkadaşlarımızla toplanır, babaannemi beklemeden câmiye koşardık. Aralarda okunan salavâtlara aşk ile katılırdık. Anlamını bilmeden, ezberlemek için özel bir gayret göstermeden öğrenivermiştik. Pek de ciddi söylerdik: “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed…” Bütün sesimizle bağırırdık.

Peygamberimiz’in babasının doğmadan vefat ettiğini söylemişti, babamın halası. O çok güzel Hazret-i Fâtıma ilâhileri söylerdi. Benim ismim de Fatma olduğu için sevinirdim. Peygamberimiz’in kızının ismini vermişlerdi bana, ne güzel!..

Aslında anneanemin adı da, babamın anneannesinin adı da Fatma idi. Pek çok kadının ismi ya Fatma, ya Ayşe idi zaten, evet Haticeler de vardı.

Tüm bu isimlerin, kimlerin isimleri olduğunu anlatırdı halam. Hazret-i Fâtıma ve muhterem beyi nasıl aç kalmışlar da yoksula vermişler ekmeklerini; düşünürdüm: “Ben aç olsam, ama başka bir aç gelse, ekmeğimi ona verir miyim? Karar veremiyordum, ablam isteyince pek vermiyordum çünkü... Aç aç nasıl verilir?”

Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin Efendilerimizi anlatırdı bizlere. Yaşlıca olduğu için iş yapamazdı. Gelinleri ev işi yaparken yalnız kalırdı evde, biz de onun can sıkıntısını giderirdik. O da bize çok değişik hikâyeler anlatırdı.

Hayvanlara zarar vermemizi istemezmiş Peygamber Efendimiz; hicrette mağaranın önünde ağ yapan örümceği, güvercinleri anlatırdı halam… Hayvanların, Peygamber Efendimiz’e kendilerini döven sahiplerini şikâyet ettiklerini anlatmıştı bir keresinde de...

Evet, bu Peygamber çok iyi biri olmalı idi. Güvercinler, develer, örümcekler, bütün hayvanlar O’nu seviyorlardı. Kedileri çok severmiş, ama ben korktuğum için üzülürdüm:

“-Keşke korkmasam da O’nun gibi kucağıma alabilsem kedileri…” derdim.

 Çok güzel şeyler yaptığına göre, O’nun gibi olmak güzel olmalı idi. O zaman, ne kadar çok Peygamber Efendimiz’in yaptıklarını yaparsam, o kadar çok sevilirdim; beni hem Peygamberimiz severdi, hem de akrabalarım… Sevilmeyi çok sevdiğim için, minicik bir sevgi sözcüğü duymamı sağlayacak, sevilmemi sağlayacak her güzel şeyi yapardım. Sevilen şeylerin çoğu da zaten sünnetti. O zaman sünnet yapmalı idim.

 Tüm akrabalarla aynı mahallede oturduğumuz için hepsinin evine rahatça girer çıkardık. Akşam olmadan, ezân okunmadan eve girmemiz gerekirdi. Peygamber Efendimiz çocukların akşamdan sonra dışarıda durmalarını istemezmiş. Nasıl bir peygamberdi ki; O’nun dediğini tüm mahalle biliyordu. Hepsi birlikte nasıl da öğrenmişlerdi. İsmi de çoktu Peygamber Efendimiz’in; Ahmed, Mahmud, Muhammed, Mustafâ… Babam, bir keresinde söylerken işitmiştim:

“-Sen Ahmed ü Mahmud u Muhammed Mustafâ’sın Efendim.”

“-Kim bunlar?” diye sorunca öğrenmiştim; bu isimlerin Peygamber Efendimiz’e ait olduklarını…

O, annesiz babasız büyümüş. Geceleri yağmur yağarken, gök gürlerken korktuğumda, Peygamber Efendimiz’in korkunca ne yaptığını düşünürdüm. Kimin yanına giderdi acaba? Ne kadar yalnız bir çocuk olmalıydı. Babamı kaybedince ilk aklıma gelen Peygamber Efendimiz olmuştu. O, babasını doğmadan kaybetmişti, ben yine on iki yaşında kaybediyordum.

Gözümün önüne kâh çocuk Peygamber, kâh kocaman Peygamber gelirdi; ama her ikisi de çok iyi idi. Seviliyorlardı. Kötülük yapmıyorlardı. Peygamber, o zaman iyilik yapan kişi demekti belki de…

 Kur’ân-ı Kerîm’i çok severdim, ama pek elime vermezlerdi; düşürürsün, aşağıda tutarsın, çocuksun bilemezsin diye... Keşke verselerdi, ben O’nu başımın üstünde tutardım. On yaşında, yaz tatilinde arkadaşlarımızla birlikte ilk hatmimizi indirince hocamız:

“-Bu hatim, Peygamber Efendimiz’e hediyeniz olsun; olur ki, şefâatine nâil olursunuz!..” demişti.

Sevinmiştim. Oracıkta “şefâati”nin ne olduğunu öğrenivermiştim. Evet, bizim Peygamberimiz, bizlere çok düşkündü. Cennete de bizimle birlikte girmek için duâ edecekti. Bizim hatalarımızın affedilmesi için ellerini açıp:

“-Allâh’ım! Lütfen onları affet, bilmeden yaptılar, şimdi çok pişmanlar…” diyecekti. “Hatalılar, ama inan, Seni çok seviyorlar, onları affet!..” diyecekti.

Halam bunları anlatırken ağlardı. O zaten hep ağlardı. Kalbi rikkat (incelik, nezâket) kazanmıştı.

Sabah kalkışımızdan, akşam yatışımıza kadar; yemek yememizden oturup kalkmamıza kadar; orucumuz, namazımız, ibâdetimizden ahlâkımıza kadar her şeyi Peygamber Efendimiz’den öğrenmişlerdi büyüklerimiz…

Şimdi sıra bizde idi, biz de öğrenmeli idik. Hiçbir zaman eve alınan bir yiyeceği dışarıda yemedik:

“-Arkadaşlarımızın canı çeker, alamayacak durumda iseler üzülürler!..” diye.

Bir şeyi arkadaşlarımızın arasında yiyorsak eğer, mutlaka tüm arkadaşlarımızla paylaşmalı idik. Değilse yememeli idik. Bütün bunlara uygun, Peygamber Efendimiz’e ait bir hikâye mutlaka anlatılırdı.

Bu gün eğitim sisteminde öğretilecek şeyin bir hikâye eşliğinde anlatmanın çok daha kalıcı ve önemli olduğundan bahsediliyor. Bir kişiye:

“-Şunu yap derseniz, onun bilincine söylemiş olursunuz. Dediğinizi yapmaz, ama hikâyelendirirseniz, bilinç altında yer eder ve o hikâye ile özümseyip yapılması gerekli olanı yapar.” deniliyor.

Meğer küçüklüğümdeki hikâyelerin ne çok faydası olmuş benim üzerimde, en çok da Peygamber Efendimiz’i anlatan hikâyelerin…

Küçükler, hayata önce taklit ederek başlarlar. Öğrenmenin ilk basamağı, taklittir. Taklit edilebilecek kaliteli şeyler yaparsak çocuklar önce onları taklit eder, alışır, sonra rahatlıkla kendi iradesi ile yapar. Biz küçükken hem büyüklerimizi taklit ediyorduk, hem de Peygamber Efendimiz’i… O yüzden öyle bizim hayran olduğumuz, rol model seçtiğimiz sanatçılar, şarkıcılar hiç olmadı, çünkü ihtiyacımız olmadı. Sevip de aynîleşme çabası içinde olduğumuz kişi zaten vardı.

Küçüklüğümde anlayamadığım birçok kavram, zamanla yerine oturdu. Sanki çocukluk tecrübelerim, beynimde bir mahzende saklanmıştı, zamanı geldikçe hepsi gün yüzüne çıktı. Şanslı idim ki, benim hâtıra depom, çocukluk sandıklarım, çok kaliteli şeyler ile dolmuştu.

Çocukken bana anlatılan her şey, beynimde yer etmiş. Çok dikkatli dinlediğimi de zannetmiyorum. Mutlaka elimde bir oyuncak ya da dikkatimi çeken bir şey olurdu. Onunla ilgilenir göründüğüm hâlde ne kadar da çok şeyi beynime kaydetmişim.

Peygamber Efendimiz’i okuyarak öğrenmek güzeldir, lâkin âile içinde verilen eğitimle Efendimiz’in sünnetini yaşanılır hâle getirmek, şuurlu bir alışkanlık hâline dönüştürmek çok daha güzel ve kolaydır. Yeter ki fark edebilelim…

Bugün öğrendiklerime bakıyorum ve ilkokula başlamadan önce bana emeği geçen büyüklerime çok duâ ediyorum. Beni çok daha küçük yaşlarda Peygamber Efendimiz’le tanıştırdıkları için… Okunan her mevlidde, yapmaya çalıştığım her sünnet amelde, zihnim çocukluğumda yaşadığım o olayla ilgili tecrübeye gider, onlar hemen gözümün önüne gelirler. Kocaman oldum, lâkin hâlâ çocukluk hâtıralarımla birlikte yaşıyorum.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle