Cancağızım

Rûhun Rûhuma dosttur,

Dost denilen ne hastır,

Dostun hası Allah’tır,

Rahmân’dan tesellâsın…

 

Sana seslenirken burun direkleri sızlamak, gözleri dolup, “yağız bir bulut”a dönmek ne güzel. Sana upuzun ve hayırlı bir ömür dilerken, seni, kendim için değil, sırf senin için sevmek ne güzel… Ve bu güzelliği, “uzaklığına tahammül dikeni” ile kanayarak yaşamak ne garip...

Şu okuduğun; senin hakkın, benim borcumdur Cancağızım. Sebebi bizzat sen olduğun için, zaten, seninle yazılmıştır. O hâlde, “ben” yazmışım gibi okuma!.. Senden gaflet içinde kaldığım anlar için affet… Seni, lâyık olduğunca sevebilmem için bana yardım et.

Herkes için bir başkasın. Zira Hak Teâlâ seni, bir şekilde karşısına çıktığın ve çıkacağın herkesin kaderinde, az ya da çok, sıradan ya da önemli “bir rol” oynamakla vazifelendirmiştir. Bu mânâda, diğer insanlardan bir farkın yok. Seni farklı yapan, benim için taşıdığın mânâdır. Binlerce insan tanırız; ama içlerinden sadece biri, belki bir kaçı “can” gibi gelir. Habîbine dahî insanlar arasından dost lûtfeden Rabbim, elbet bizden de bu güzelliği esirgemez. Hani, tesellî bâbından… Hani “şu gurbet daha çekilir hâle gelsin” için, lûtfeder.

Başkalarının cancağızı nedir, nasıldır, onlar nasıl severler bilmem. Fakat işte, bana sorarsan, tek bir sözüne dahî îtiraz etmeksizin tâbî olmam demektir, seni sevmem. “Seviyorum” iddiasında olduğum hâlde, sana karşı söz söyleyen ve senin sözlerine “ama” ile başlayan alternatif cümlelerle mukabelede bulunan biri olursam, sevgim defoludur. Sen ne diyorsan odur. “Ama”sı, “fakat”ı, “neden”i, niçin”i yoktur, olamaz!

Seni sevmem; emrine mutî olmam demektir. Hem sevmediğin ve istemediğin hâller içinde bulunmakta ısrar edip, hem de “seviyorum seni” dersem, hâlim, sun’î güllerin vaziyetine döner ki; ne güzel bir kokusu, ne de gerçekliği kalır.

Herkesler gibi olmayı bekleme gözümde… Zira ne gün sen, herkes gibi olursun, o gün çürümüşlüğümün başladığı tarihtir. Sen iyi bil ki; hiçbir vakit, herkes gibi olmayacaksın. Fakat belki herkes arasından bazı kimseler, gün gelip benim için “sen gibi” olur da, bu sevgiden nasiplenirler. Zira sen, öyle bir nasipsin ki -biiznillah- bölündükçe çoğalır, nicelerine de yetersin.  

Sadece seni değil, senden ötürü “senin sevdiklerini de sevmem” gerekir Cancağızım.  Faraza ki bu, nefsimin hiç haz etmediği biri olsun. Zaten, sevende nefs ne gezer, değil mi ya? Sevende kendine ait bir rey nasıl kalır? Seni sevmem demek, kendime dair her ne varsa gözümden ve gönlümden çıkması, bütün varlığımın seninle dolması demektir. Hâlâ kendimden bir söz, görüş, duygu, iş ya da kaygı kalmışsa içimde, bu nice “seviyorum” demektir?! 

Seni sevmek; kaşını, gözünü, dilini, dişini, saçının her telini, bakışını ve bakmayışını sevmektir. Sadece sohbetini değil, sükûtunu da kavî bir rızâ ile karşılamaktır. Eğer senin karşında böyle olmazsam, o ilk vahiyden sonra yıllarca ikinci bir işaretin hasretiyle kavrulduğu hâlde, Rabbini beklemiş olan Habîbullâh’ın aşkından nasip almış sayılabilir miyim? Sadece verişini değil, esirgeyişini de aynı şevkle karşılamam; verişinden şımarmayıp, vermeyişinden ümitsizliğe düşmemem gerekir. De ki; hiç seninkinden güzel yüz gören, seninkinden âlâ söz duyan mı olmuş?!

Seni sevmem, kapındaki paspası da sevmem demektir. O ki, senin ayak bastığın şeydir, mübârektir. Senin yüzündeki gülümseyişi görmüş de hayran olamamış kimseye ne kadar da yazık be güzelim! 

Sevmem, gölge gibi peşinde dolanmamdır. Sen güneşe karşı aşkla yürüyen bir yiğitken, eğer bir gölge gibi ardına düşebiliyorsam, ne kadar da nasipliyim. Biricik kârım ardında bulunmak, izine yüz sürmektir. Duâ et ki, gölgelikten de aşıp, “sen” olayım… Bakan, bende beni göremez olsun.   

Bir lâle gibi tek ve özelsin. Seni sevip, sana bürüneyim, duâ et.

Seni sevmek, sana nazlanmaktır be Cancağızım. Mesâfelerin bir yay mesafesine inmesi, sanal buluşmaların sıcacık bir vuslata dönmesi, yapmacık her ne varsa, hakikate ermesidir.

Soğumaktan bahsediyor bazı insanlar… Birkaç gün görmeyince, görüşmeyince soğumak da n’ola ki? Seni sevmem; tadı, yağı, şifası içinde taptaze bir süt gibi, etrafı için lezzet ve şifa kaynağına dönüşmek üzere, her an bir ateşin üzerinde, sabırla, fokur fokur kaynamamdır. Bir bilsen, taşmamak adına bazen nasıl da yiter giderim. İşte bu, beni sana daha çok yaklaştırır da, kendimden kurtulmuşluğum, sana dönüşmüşlüğüm çoğalır, sevinirim.

Seni sevdikçe güzelleşir, sencileyin miske benzerim. Çevremdekiler benden bîzâr olursa, bunu, seni sevemeyişime yorar; aksine bana duâcı ve benden memnun olurlarsa, bunu da senin gönlüne girdiğime, senin hayırlı duâlarını aldığıma yorarım. Ne vakit, etrafımdakilerden bir yardım gelse, bilirim, bu da senden ötürüdür. Kim bilir, derim, nasıl nazlı yakardı da, bu ikram bana isabet etti. Zira sen güzelsin. Sen nimetsin sevdiceğim. 

Seni sevmem, sana doğru akmamdır. Çünkü sevmek, sevdiğine meftûn eder kişiyi... Sana hayran olmuşa, mahlûkat da hayrandır. Eğer birileri bana “seviyorum” diyorsa, bilirim, bu, seni sevmeye niyetlenişimin bereketidir. Niyetlenişim diyorum, çünkü seni lâyık olduğun gibi sevebilmiş değilim.

Seni sevmem, sahibi olduğun bir küçücük mendile dahî dokunurken, seni hissetmem demektir. Seni nasıl özlüyorsam, işte, senden gelen en küçük ikrâmı da öylece özlerim. Oysa diğer yandan, sahip olduğun hiç bir şey, senin yerini tutamaz. Senden gelen ve gelecek olan hiçbir hediye de… Çünkü zaten, hazinenin de, hediyenin de, ecrin de hası sensin.

Seni sevmek; gurur, kibir, tembellik, uyuşukluk etmeden sana gelebilmek, karşında boyun eğebilmektir. Zaten sevmişsem seni, dilersen eğdir, dilersen kaldır başımı… İki türlü de, yapanım, kotaranım, edenim, sen değil misin? Her iki durumda da huzurunda değil miyim? Yeter ki, huzurunda olmak zevkini esirgeme benden sevdiceğim… Yeter ki muhatap almayı sürdür.

Biri, hem seni sevdiğini söyler, hem de gözlerine baka baka hâlâ, “ben, ben!” diye inilerse,  sarhoşluğundan kendini iyice şaşmış olduğuna veririm. Bunun dışında bir ihtimal düşünmem; zira o vakit, Hallâc-ı Mansur mübâreğin “Ene’l-Hak” deyişindeki tatlı esrar, o “ben” diyen kişide kalmayıverir. Bu da -maâzallah- sevdânın zoruna gider.

Sana kırılan, nasıl seviyor olabilir seni? Senden incinen, nasıl?! Sevende gönül mü kalır ki, kırılıp dökülsün? Sevende incinecek bir varlık mı kalır? Nesi varsa “sen” olur da, seven için, her bir hâlin lûtfa dönüşür.

Seni sevmem, seni kaybetmekten, senin sevginden mahrum kalmaktan delice korkmamdır ki; sana karşı laçka ve densiz olmaktan korur beni… Gerçi, âşıkta edep aramazlar ve bazen, hasret başıma vurup dellenir, olmadık sözler ederim ya, bilirsin işte, bu aramızda cilvedir… Tüm edepsizliğimle birlikte, aleyhinde laf etmeye kalkacak adam için, çekinmem, korkulu bir kâbusa da dönerim. Canını çok seviyorsa ve birazcık aklı varsa, hakkında hüsn-i zan etsin de, senin için, yalandan da olsa güzel sözler söylesin de, merhamete geleyim.   

Seni sevmek, karşında tir tir titremektir. Zira sende öyle bir heybet vardır ki; ancak sevenlerine gösterirsin. O sevmeyenlerin, sendeki bu heybeti fark etselerdi, zaten öyle ileri-geri konuşacak mecâlleri de kalmazdı. Aslında, karşında çoğu zaman, benim de mecalim tükenirdi ya, sen bana kendini hep, dayanabileceğim kadar gösterdin. İşte bu sebepten, yani aczimden, seni bütünüyle hiç görmemiş olsam da sana hayranım. Birileri beni, ölçüsüz, yarı mecnûn addeder; lâkin senden ötürü böyle dedikleri için, bu durum, canımı acıtmak yerine, hoşuma bile gider. 

Seni sevmem, attığım her adımı, tuttuğum her eli, baktığım her gözü, söylediğim her sözü senden bilmektir. “Sen” dururken, yapmak, etmek, demek bana mı kalır? Sen, konuşsan da sussan da, gelsen de gelmesen de, vursan da okşasan da sevgilisin. Zaman zaman senden gelenden şikâyet ediyor, tercih ettiğin tavırdan başkasını bekliyorsam, bu elbette zaafımdır. Sen, öylece, olduğun gibi güzelsin.

Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur diyenlere şaşarım! Sen, nerede olursan ol, gözümün önünden hiç gitmezsin ki, gönlümden gidesin. Gözden ırak kalmış kişi zaten, gönle acep hiç girmiş midir de çıksın? Yok böyle bir şey, yok!

Seni sevmem; asırlardır herkesin inandığı, atalardan, dedelerden kalma nice sözü inkâr etmem; töre, gelenek nâmına ne varsa korkmadan, çekinmeden fedâ etmem ve sadece sevginin bereketiyle dolup, sana bağlanmamdır. Eğer güzelliğini ve gözümde perde olmuşluğunu cesurca ilân etmezsem, o güzeller güzeli Peygamber, Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, çevresindeki azılı müşriklere rağmen Rabbini anması ve putperestlere karşı, aldığı vazifeyi ölümüne yerine getirmesi durumundan, nasıl nasip alabilirim?!

Seni sevmem Cancağızım; anlamlı ya da anlamsız gelen her türlü hareketini, sorgulamadan ve şüphe duymadan taklide yönelmemdir. Zira sen o kadar üstünsün ki, benim bücür aklım, senin engin doruklarına akıl erdirip, hâllerini yorumlamaya cüret edemez. Sevmenin edebinin bu olduğunu, Ebûbekir Sıddîk fısıldamıştır bize…

Seni sevmem, senden korkmamdır. Keyiflerine göre yaşayabilmek için, cehennemin varlığını inkâra yeltenerek, kendilerini rahatlatmaya çalışan gafiller ne derse desin, cehennem de cennet gibi vardır ve haktır. Lâkin seni sevenin cehennemi, cennet içredir ki; o bilindik cehennem algısının çok ötesinde yakıcı ve cefâlıdır. O hâlde, seni sevenin senden korkması, senin sevgini, senin yakınlığını kaybetme endişesinden ibarettir. Seven, bu kaygıyı delice hissettiğinden, emirlerini yaşamaya, nehiylerinden sakınmaya meyleder. Hem seni sevdiğini iddia edecek, hem senin hiçbir talebini umursamadan, kafasına göre yaşayacak olan insan, sahtekâr değil de nedir?! Seven, sevdiğini de umursamayacaksa, yâhu bu dünyaya ne demeye gelmiştir!?

Seni sevmem, aştan ayrı kalabilmemdir. Senin hatırına uykumdan, hazlarımdan, isteklerimden geçebilmemdir. Senden ayrı duruyor, seni sınırlar ardından seyrediyorsam; işte bu da sevmemdendir.  

Hem sevdiğimi söyler, hem de değer verdiklerine hakâret edersem, bana yazıklar olsun! Seni sevdiğimi söylerken, sevdiklerine zarar verecek işler peşinde koşmaya kalkarsam, ayaklarım kırılsın! Sözüne kıymet verdiğimi söyleyip, “ama bence böyle” diye ağzını açmak sûretiyle, hükmünü değiştirmeye kalkışırsam, dilim lâl olsun! Her şeyi sana fedâ etmeyip, seni nefsimin arzularına ve kaypaklığına kurban etmeye kalkarsam, canım çıksın! Şu dünyada, sadece seni sevmek gibi bir imtihandan alın aklığıyla çıksam, ne mutlu bana… Zira bu aklık, kalbimin Allah ile dolmasının izi olacaktır. Çünkü sen, O’nun ardında durduğu, sırlı bir perdeden başka bir şey değilsin. 

Cancağızım! Sen, kendisini sevmedikçe, Hakk’ı sevmeye de eremeyeceğim güzelsin. Şimdi kim olduğunu merak edecekler. Ne diyeyim, keşke her göz görse de seni, herkes sevse… Zaten, söylemekle anlaşılacak bir şey değilsin. Hem canım, kime ne senin kimliğinden?! Sen benim mahremimsin.

Şimdi, ne desem anlatamayacak seni, ne desem laf olmayacak madem, hadi, içten içe bir sohbete koyulalım da, kimsecikler duymasın. Hadi, bana biraz daha anlat aşkı… Dışarıdan bakanın, belki sadece derinliğini sezebileceği, yılların alışkanlığı içli sükûtuma dönüp dinleyeceğim yine… Hadi anlat, yüzüm gülsün, içim açılsın.

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle