Yavrucuğum

Kur’ân-ı Kerim’de ilk zikredilen baba ve oğul, Hazret-i Âdem’in iki oğludur. Mâide Sûresi’nin 27-31. âyetleri arasında nakledilen bu kıssada, daha çok iki kardeş arasında geçen konuşmalar zikredildiği için sadece isimlerini zikretmekle yetiniyoruz.

* * *

Tarihî süreç itibariyle diğer bir baba-oğul da Hazret-i Nuh ve isyankâr oğlu Ken’an’dır. Hazret-i Nuh, tufan gününe kadar peygamberliğini inkâr etmekte ısrarcı olan oğluna gemiden:

“...«Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin; kâfirlerle beraber olma!» diye nidâ etti.” (Hûd, 42)

“Oğlu (ise): «Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım!» dedi. (Nûh): «Bugün Allâh’ın emrinden (azâbından), merhamet sâhibi Allâh’tan başka koruyacak kimse yoktur!» dedi…” (Hûd, 43)

Oğluna yaptığı bu nasihatler fayda vermeyince Nûh -aleyhisselâm-, Rabbine yöneldi ve:

“Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Sen’in va’din ise elbette haktır. Sen hâkimler hâkimisin!” (Hûd, 45) diye yalvardı.

Nûh -aleyhisselâm-’ın, kavmine bedduâ ettikten sonra oğluna duâ etmesi, O’nun zellesi (hatası) oldu. Zîrâ Allâh -celle celâlühû-, O’nu zâlimler için duâ etmekten nehyetmişti. Bu durum karşısında câhillerden olmaması için de ilâhî îkâz geldi:

“Allâh buyurdu ki: «Ey Nûh! O aslâ senin âilenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O hâlde hakkında bilgin olmayan bir şeyi Ben’den isteme! Ben sana câhillerden olmamanı tavsiye ederim!»

Nûh (yaptığı zellenin farkına vararak) dedi ki: «Ey Rabbim! Ben Sen’den, hakkında bilgim olmayan bir şeyi istemekten yine Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen, hüsrâna uğrayanlardan olu­rum!»” (Hûd, 46-47)

Rivâyete göre Nûh -aleyhisselâm-, bu zellesinden dolayı çok ağlayıp gözyaşı döktüğü için kendisine “Nûh” denildi. Nûh -aleyhisselâm- istiğfâr ederek kusurundan hemen dönmüştü. Ama oğlu küfürden dönmedi ve sonunda:

 “…Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.” (Hûd, 43)

* * *

Kur’ân-ı Kerim’de zikredilen bir baba-oğul da, Hazret-i İbrahim ve babası Âzer’dir. Âzer’in, Hazret-i İbrahim’in öz babası değil, babalığı olduğu da rivâyet edilmiştir. Biz bu rivayetleri bir tarafa bırakıp Kur’ân-ı Kerim’de nakledilen âile içerisindeki bu konuşmaya dönüyoruz:

Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-, tevhide dâvete babası Âzer’den başlamıştı. Ona yumuşak bir üslûpla şöyle dedi:

“–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ni­çin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırât-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahman’dan bir azap dokunup da şeytana (cehennemde) arkadaş olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45)

Âzer ise kızarak:

“«–Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzaklaş; git!» dedi.” (Meryem, 46)

Fakat İbrâhim -aleyhisselâm-, Âzer’e yine tatlı sözler ve yumuşak bir edâ ile mukâbele etti:

“«Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lutufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)

Ve babasının affı için duâ etti. Ancak duâsı kabûl edilmedi. Çünkü babası Allâh düşmanıydı. İbrâhîm -aleyhisselâm- bunu iyice anladığında duâ etmekten hemen vazgeçti. Zîrâ kâfirlerin affı için değil, ancak hidâyetleri için duâ edilirdi. Kur’ân-ı Kerîm bu husûsu şöyle bildirir:

 “Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahî olsalar, (Allâh’a) ortak koşanlar için af dilemek, ne peygambere yaraşır, ne de mü’min­lere! İbrâhîm’in babası için af dilemesi (ise), sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Onun Allâh düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan (hemen) uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrâhîm, çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi.” (et-Tevbe, 113-114)

* * *

Kur’ân-ı Kerim’de nakledilen baba-oğul kıssalarından birisi de yine Hazret-i İbrahim ile oğlu İsmail’e âiddir. Bu kıssada da, Hazret-i İbrahim, oğlundan canını Allah için kurban etmesini istemişti. Hazret-i İsmail’in teslimiyeti ise, cevabı gibi muhteşem olmuştu:

“İşte o zaman, biz O’na hilm sahibi bir oğul (İsmail) müjdeledik. Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince (babası): «Yavrucuğum, rüyâda seni kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?» dedi. O da cevâben: «Babacığım, sen emrolunduğun şeyi yap! İnşâallâh beni sabredenlerden bulur­sun!» dedi. Her ikisi de teslîm olup, (İbrâhîm) onu alnı üzerine yatırınca: «Ey İbrâhîm, rüyâyı gerçekleştirdin. Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.» diye seslendik. Biz oğluna bedel O’na büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında O’na (iyi bir nam) bıraktık: «İbrâhîm’e selâm olsun!» dedik. (İşte) Biz ihsân sâhiplerini böyle mükâ­fâtlandırırız. Çünkü O, bizim mü’min kullarımızdandı.” (es-Sâffât, 101-111)

* * *

Diğer baba-evlat misâli ise, Hazret-i İbrahim’in torunlarından Ya’kub peygamber ve çocuklarıdır. Hazret-i Yusuf, babasına gördüğü bir rüyayı anlatmıştı. Rüyasında ona peygamberlik verileceği müjdeleniyordu. Hazret-i Ya’kub, oğlunu ikaz etmiş ve şöyle demişti:

«Yavrucuğum! Rüyânı sakın kardeşlerine anlatma! Sonra (onlar) sana (hasedlerinden dolayı) bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. İşte böylece (rüyâda gördüğün gibi) Rabbin seni seçecek. Sana (rüyâda görülen) hâdiselerin tâbirine dâir ilim verecek, daha önce iki atan İbrâhîm ve İshâk’a nîmetini tamamladığı gibi, sana ve Ya’kûb soyuna da nîmetini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin her şeyi çok iyi bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sâhibidir.»” (Yûsuf, 5-6)

Ya’kub -aleyhisselâm-’ın Yûsuf’a olan muhabbeti, bu rüya sebebiyle daha da ziyadeleşmişti. Bu durum da Yûsuf -aleyhisselâm-’ın kardeşlerini kıskandırmış ve nihayet onu öldürmeye kasdetmişlerdi. Bir oyun bahanesiyle babalarından izin alarak Yusuf’u kırlara götürdüler ve orada bir kuyuya attılar. Babaları Ya’kub’a da, kardeşleri Yusuf’un kanlı gömleğini getirdiler:

 “Yûsuf’un gömleğine sahte kan bulaştırarak getirmişlerdi. Babaları Ya’kûb: «Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp bu işe sevk etmiş. Artık bana düşen, (ümitvâr olarak) güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında, Allâh’tan başka yardım edebilecek hiç kimse olamaz!» dedi.” (Yûsuf, 18)

Bundan böyle Ya’kûb -aleyhisselâm-’a sabretmekten başka bir şey kalmamıştı. Nitekim hiç kimseye hâlinden şikâyet etmeden sabretti ve:

“«Ben, sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allâh’a arz ediyorum.» dedi…” (Yûsuf, 86)

* * *

Aradan yıllar geçti. Hazret-i Yusuf’un hayatta bulunduğunu ve kendilerine kıtlık zamanında bağış ve ihsanda bulunan hükümdarın da o olduğunu öğrenen kardeşleri pişmanlık içinde babalarına başvurdular.

(Oğulları) dediler ki:

«–Ey babamız! (Allâh’tan) bizim günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten günahkâr olduk.»

(Ya’kûb da):

«–Sizin için bir müddet sonra Rabbimden af dileyeceğim. Hakîkaten çok bağışlayan ve çok merhamet eden ancak O’dur.» dedi.” (Yûsuf, 97-98)

* * *

Kur’ân-ı Kerim’de ismiyle müstakil bir sûre bulunan Lokman -aleyhisselâm- da oğluna şöyle nasihat eder:

 “Lokman oğluna öğüt vererek: «Yavrucuğum!.. Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk büyük bir zulümdür, demişti.”

“Biz, insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.”

“Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.”

(Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti): «Yavrucuğum!.. Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut derinliklerde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.»”

“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir.”

“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.”

“Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 13-19)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle