Bakım Ve Güzellik Mi Dediniz?

İnsanın tabiatında zâhire (görünene, dünyaya) ait bir meyil, arzu ve istek vardır. Bu arzu ile insanoğlu durup dinlenmeden çalışır, çabalar, biriktirir. Hattâ öyle bir zaman gelir ki, bunları sahiplenir, bunlarla övünür, gurur duyar. Bu sebeple Allah Teâlâ, sık sık dünya hayatının kısa ve ehemmiyetsiz olduğunu, çok fazla gönül kaptırılmaması ve meşgul olunmaması gerektiğini hatırlatır.

Zamanımızın en kaygan ve hassas noktası, tam da burasıdır. Müslüman güçlü olmak için çalışmalı, üretmeli, kazanmalı, ama kaygan zeminde sağlam durmalı, nefsine hâkimiyeti kavî olmalıdır. Bu güç, kalbine, diline, amellerine bulaşmamalıdır. Daha da önemlisi, Rabbi ile olan birlikteliğine zeval getirmemelidir. Nitekim Allah Teâlâ, güçlü-kuvvetli, gösterişli, zengin bedenleri değil, tâzim ve terbiyeyle süslenmiş diri kalpleri sever.

Modern hayatın idealize edildiği günümüzde, tüketim, en büyük güç kaynağı olmuştur. Artık insana verilen değer, kişilerin evi, arabası ve makamıyla ölçülmektedir. Az kazanıp kısıtlı imkânlarla yaşayanlar ise, toplumda “zayıf” olarak telâkkî edilip çoğu zaman dışlanmaktadır.

Her şey hızla değişirken tüketim ve güç gösterisi şekilleri de son zamanlarda değişiklik göstermekte... Önceden tüketim, yalnızca ürünler ve metâlar üzerinden yürütülürken şimdilerde buna bedenler de âlet oldu. Başta medya olmak üzere birçok kanaldan empoze edilmeye çalışılan “gençlik, güzellik ve bakımlı olmak” kavramları, insanları -özellikle de hanımları- büyük bir cendereye hapsetti. Başta spor ve diyetlerle başlayan muhabbetler, güzellik ve bakım ürünleri, hattâ bu hizmetlerin yapıldığı salon reklâmlarına kadar vardı.

Birkaç gün önce muhâfazakâr olarak görüp güvendiğimiz bir gazetede “Güzellik rastgele bir lâf değildir, çaba ister.” başlıklı yazı dikkatimi çekmişti. “Çaba isteyen bir vazife” daha diyerek okumaya başladım. Bu yazının bir reklâm yazısı olabileceği düşüncesiyle okuduğum hâlde sonunda etkilenmemek mümkün olmadı. Çünkü saygıdeğer yazar, güzelliği ve beden bakımını hayatın öylesine merkezine yerleştirmişti ki, onlarsız hayatın ne tadı, ne tuzu olurdu. Gün içerisinde ilk plânda yapılması gereken şey, sağlık ve güzellik için bakım olmalıydı. Zayıflık için spor hareketleri, diyet hazırlıkları, hatta diyet menüleri için alışveriş olmalıydı. Bunlar yapıldığı takdirde o günün mutlu, başarılı ve kazançlı geçeceği garanti ediliyordu.

Merak ettim, bunlar, bu gücü ve teminatı nereden alıyorlardı? Aynı imkânlara sahip olduğumuz biz insanlardan farklı bir duyuya mı sahiptiler? Allâh’ın emanet olarak verdiği beden elbisesi, ne zamandan beri böyle üstün güçlere sahip olmakta idi?...

* * *

Bir parça kan pıhtısı olan insanoğlu, kendisine rûh üflendikten sonra eşref-i mahlûkât olmuştur. Beden ise, bu rûhun üzerine giydirilmiş bir elbisedir. Bu elbisenin hiçbir ehemmiyeti olmadığı gibi, rûhun kendisini terk etmesiyle birlikte hemen toprağa mahkûm edilen bir emanet olmaktadır. Elbette ki dünya hayatı boyunca rûha mihmandarlık yaptığı için değerlidir, Allâh’ın emaneti olduğu için önemlidir; ama hiçbir zaman “asıl” değildir.

Hazret-i Mevlânâ şöyle der:

“Sen, insan bedenini, insanın kendisi sanmaktasın. Oysa bu beden, rûhun elbisesinden başka nedir ki? Hiç insanın değeri, giydiği elbiseyle ölçülür mü? Değer ya da değersizlik onun rûhuyla ilgilidir, bedeniyle değil. O hâlde sen gözünü, ten elbisesinden çek de içindekine dikkat et. Şekle değil, mânâya bak. Eğer şekilce benzerlik insan olmaya yetseydi, iyi de kötü de bir olurdu.” (Mesnevî, III, 1616)

Allah Teâlâ, bedenlerin bakımına ve güzelliğine değil, kalplerin terbiyesine, huşûuna, tâzîmine ve ziynetine değer verir. Bedenler, bize verilen emanetlerdir. Emanetleri hoyratça kullanma veya onlar üzerinde değişiklik yapma hakkımız yoktur. Sünnet olan hayat tarzı, lâyıkıyla uygulandığı takdirde sağlık ve bakım muhakkaktır zaten.

Bize “üsve-i hasene: en güzel örnek” olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayatında görmediğimiz, hadîs-i şerîflerinde işitmediğimiz, okumadığımız çabalar boş ve lüzumsuz gayretlerdir. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise ısrarla bunlardan uzak durmamızı tavsiye etmektedir. Tıpkı şu hâdisede olduğu gibi:

Bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ebû Ubeyde’yi cizye mallarını alıp getirmesi için Bahreyn’e göndermişti. Cizyeyi toplayan Ebû Ubeyde, Medîne’de sabah namazı kılınırken şehre girdiğinde geldiğini duyan sahâbîler, mescitten ayrılıp kafileyi karşılamaya çıkmışlardı. Allah Rasûlü, onların bu hâlini görünce gülümsemiş ve aralarında şu konuşma geçmişti;

“-Öyle sanıyorum ki siz Ebû Ubeyde’nin bir hayli dünyalıkla geldiğini duydunuz, onu sevinçle karşılıyorsunuz!”

“-Evet, ey Allâh’ın Rasûlü!...”

“-Şâd olunuz ve sizi sevindirecek nîmetleri, bundan böyle her zaman umunuz. Vallâhi bundan sonra sizin, fakir olacağınızdan korkmam. Fakat sizin için korktuğum bir şey varsa, o da, sizden önce gelip geçen ümmetlerin önüne dünya nîmetlerinin yayıldığı gibi sizin önünüze de yayılması ve onların bunlara aldanarak helâk oldukları gibi sizin de bu kargaşada kaybolup gitmenizdir.” (Buhârî, Cizye, 1)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle