Âyetlerin Gölgesinde Müslümanlar Arasındaki İhtilaf

Allah Teâlâ Buyuruyor: “Eğer Müminlerden İki Grup Birbirleriyle Vuruşurlarsa, Aralarını Düzeltin. Şayet Biri Ötekine Saldırırsa, Allâh’ın Emrine (buyruğuna) Dönünceye Kadar Saldıran Tarafla Savaşın. Eğer Dönerse Artık Aralarını Adaletle Düzeltin ve (her işte) Adaletli Davranın. Şüphesiz ki Allah, Adil Davrananları Sever.” (el-Hucurât, 9)

Sebeb-i Nüzûlü

Bu âyet-i kerime, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Evs ve Hazrec kabîleleri arasında çıkan hurma dalları ve pabuçlarla yapılan bir dövüş üzerine inmiştir. Rivayetlerin özetine göre; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sa’d b.Ubâde’nin -radıyallâhu anh-’ın hastalığında ziyaretine giderken, Abdullah bin Übeyy bin Selûl’e de uğraması istenilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah bin Selûl:

“-Merkebin kokusu bizi rahatsız etti.” demişti.[1] Orada hazır bulunan Ensar’dan Abdullah bin Revâha hazretleri de:

“-Vallahi Rasûlullah’ın merkebinin kokusu, senden daha hoştur.”[2] demişti.

Bunun üzerine Abdullah bin Übeyy’in kavminin tarafları kızmış, Abdullah bin Revaha hazretlerinin arkadaşları da kızmışlardı. Abdullah ibni Revâha, Hazrec kabîlesinden; Abdullah ibni Übeyy, Evs kabilesinden olduklarından; iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak elleriyle, pabuçlarıyla, sopalarla dövüşmeye başlamışlar, bunun üzerine bu âyet inmiş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âyeti okumuş ve bu şekilde barışmışlardı. Âyetin iniş sebebi için başka olaylar da nakledilmektedir.

Süddî’den gelen rivâyete göre: Ensar’dan İmrân adında bir zâtın “Ümmü Zeyd” adında bir hanımı vardı. Kadın, yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de kadını, evinin üst katına hapsetmişti. Kadın, ailesine haber göndermiş, onun üzerine kavmi gelmiş, oradan indirip kendisini götürmek istemişler, kocası da kendi kavminden yardım dilemişti. Bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile âilesinin aralarına girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmeye çalışırken dövüşmüşlerdi. Böylece bu âyet inmiş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- adam göndermiş, tarafları barıştırmış, onlar da Allâh’ın emrine dönmüşlerdi.[3]

 

Kısa Tefsiri

İslâm’dan önce arap kabileleri arasında sık sık anlaşmazlıklar ve çatışmalar olur, çözüm ise adaletten çok güce dayanır, gücü ve arkası olanlar, istediklerini alırlardı. Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri “Hakk”, diğeri de “Adl”dır. Kur’ân, hakkı hâkim kılmak için gönderilmiş, İslâm Dini’ne de “Hak din” ve “Hak dini” denilmiş; ümmete de “hakkı yerine getirmek, haksızlıkları önlemek” (emr bi’l-ma’rûf, nehy ani’l-münker) görevi verilmiştir.

İslam, hem bütün insanların kök itibariyle “kardeş”, hem de mü’minlerin aynı dine mensup, aynı hukuk, ahlâk ve değerler sistemine bağlı bulundukları için “kardeş” olduklarını ilan ettiği halde mü’minler arasında da anlaşmazlıklar çıkmış, anlaşmazlığın tarafları birbirine saldırmış, dalaşma ve çatışmalar olmuştur.

Bu âyet, haksız yere devlete başkaldıran gruplar ile devlet arasındaki savaşta değil, halk arasında meydana gelen anlaşmazlık ve kavgalardan, bunlara karşı güçlü çoğunluğun, halkın geri kalanlarının adalet ve hakkaniyet ölçüleri içinde tarafları anlaşmasını sağlama, aralarını bulma ve gerekirse güce başvurarak haksızlığı önleme yükümlülüğünden bahsetmektedir.

Devlete başkaldıran, hukuka boyun eğmeyen âsi gruplar (bâğîler), halkın geri kalanına karşı da haksız yere savaş îlan etmiş oldukları ve zarar verdikleri için müçtehidlerce bu âyetin kapsamına alınmışlar; -bazı istisnâlar dışında- aynı hükme ve muâmeleye tâbi tutulmuşlardır. Fıkıh kitablarının “bağy ve cihad” bölümlerinde bu konu detaylarıyla işlenmiştir. Özet olarak İslam toplumu, hem dışarıda hem içeride meydana gelen haksız çatışmalar karşısında ilgisiz ve duyarsız kalamaz, barış ve adâletin gerçekleşmesi için elinden geleni yapmakla yükümlüdür.[4]

Âyetteki (İn) şart edatı, müslüman cemaatler arasında bir vuruşmanın nadir olarak meydana geldiğine, vuruşma olmamasının gerektiğine işarettir. “Vuruştuklarında” değil “eğer vuruşurlarsa” denilmiştir. Yani bu ifade biçiminden müslümanlar arasında bir anlaşmazlığın, savaşın çıkmasının olağan olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat eğer böyle bir olay vukû bulursa bu konuda nasıl tavır alınacağı belirtilmektedir.

Ayrıca âyette “fırka” değil “tâife” kelimesi kullanılmıştır. Arapçada “fırka” kelimesi büyük bir kitleyi tanıtmak için; “taife” kelimesi ise küçük bir topluluğu tarif etmek için kullanılır.

“Derhal ikisinin arasını ıslah edin.” Yani “Düzeltin; nasihat ile, şayet orada bir şüphe varsa onu gidermekle, bu da olmadığı takdirde Allah’ın hükmüne çağırmakla sulh edin, barıştırın.”[5] Burada da Allah (c.c) “Onların arasını” buyurmamış, “İkisinin arasını” buyurmuştur. Çünkü savaş esnasında fitne devam etmektedir. Ve gruptaki herkes, kendi başına müstakilce bir iş yapmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak “Onlar vuruşurlarsa” buyurmuştur. Ama sulhe ve barışa dönüldüğünde, her grubun sözbirliği mevzubahistir. Böyle olmasaydı sulh, zaten tahakkuk etmezdi. İşte bundan dolayı, o iki grup âdeta iki şahıs gibi olduğu için “Onların arasını” denilmemiş, “İkisinin arasını” buyrulmuştur.

“Şayet biri ötekine saldırırsa,” Yani, “Eğer onlardan biri diğerinin hakkına tecavüz ediyorsa” mânâsı kastedilmiştir. Burada mü’minin haddi aşmasının beklenmeyen bir şey olduğuna işaret etmek için yine “eğer” edatı ile başlamıştır.[6]

 

Bu Âyetten Çıkan Hükümler

1) Müslümanlar arasında haddi aşmak, nâdir karşılaşılan bir hâldir.

2) İslam devletlerindeki yönetici ve hâkimlerin, leh ve aleyhlerine bile olsa birbirleriyle savaşan iki müslüman grubun arasını ıslah etmeleri, onları Allâh’ın kitabına çağırmaları, onlara nasihat edip doğruyu göstermeleri vâcibtir.

3) Gruplardan biri Allah’ın hükmüne ve Kitabına icâbet etmeyip haddi aşar ve diğerine saldırarak yeryüzünde fesat çıkarırsa, Allâh’ın emrine, yani Kitab’ına dönünceye kadar en hafifinden başlayıp sırasıyla bütün vasıtalar kullanılarak onlarla savaşılması gerekir. Şayet Allâh’ın hükmüne dönerse, her iki grubu insaflı ve adâletli olmaya sevk etmek gerekir. Çünkü Allah, hak ve adâlet ile hükmedenleri sever ve onlara en güzel mükafâtı verir.

4) Bâğîler (isyânkâr kimseler) ile savaşmak farz-ı kifâyedir. Bazıları bunu gerçekleştirdiği takdirde diğerlerinden bu farz düşer.

5) Haddi aşan taraf, savaştan vazgeçerse, artık onlarla savaşmanın haramdır. Bu savaş, saldıranın saldırmasını bertaraf etmek içindir. Herhangi bir taraftan dönme işi sâdır olduğu ve diğerinden de tahakkuk ettiği takdirde savaşın mübahlığı kalmaz. Âsi (isyan eden kimse) isyanını bırakırsa tâkibata uğramaz.

6) Bu âyette kullanılan ifadeler, mü’min kimsenin işlediği büyük günahların onu mü’min olmaktan çıkarmadığına delildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, haddi aşan tarafı da iki gruptan birisi saymış ve iki cemaate de mü’min adını vermiştir.[7] 

7) Âyetlerin hükmü geneldir. Buna göre iki müslüman grup veya toplum arasında anlaşmazlık veya kavga çıkarsa diğer müslümanların seyirci kalmayıp onları uzlaştırmak ve aralarını düzeltmek için elinden geleni yapmaya çalışması gerekir.[8] (Tafsîlât için bkz: Zehrâ Eriş, Hucurât Sûresi Tefsiri, Kampanya Kitapları, sh: 50-74)

 

[1] Buhârî, Sulh 1; Müslim, Cihad 117; Ahmed b. Hanbel, III, 157-219.

[2] Alûsî, Ruhu’l-Meân’î, XIII, 2/150-151.

[3] Elmalılı Hamdi Yazır, VII, 199-200.

[4] Kur’an Yolu, IV, 92-93.

[5] Elmalılı Hamdi Yazır, VII, 200.

[6] Fahreddin Râzi, XX, 219.

[7] Fahreddin Râzi, XX, 219-220.

[8] Bkz. Vehbe Zuhaylî, 456-460; 466-470.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle