Zamanın Ruhu Ve Müslüman Hanım

Din, Allah tarafından insanların mutluluğu için gönderilmiş prensipler bütünüdür. Bu prensiplerin bir kısmı, açık, net, kesin ve tâvizsizdir; bir kısmı da insanların ihtiyaçlarına, zamanın değişimine açık bırakılmıştır. Kesin ve net olan emir ve yasaklarda, pazarlık, değişiklik, ilâve ve çıkartma yapmak mümkün değildir. Çünkü bunlar, bir bütün hâlindedir. İnsan, bu inanç esaslarını, farz ve haramları ya bütünüyle kabul eder ya da hepsini birden reddeder. Bu kesin ve net saha dışındaki “zamana ve ihtiyaçlara” bırakılmış hususlarda da, herkesin istediği gibi at oynatması mümkün değildir ve olamaz. Ancak ehliyetli, iyi niyetli ve bilgi sahibi kimseler, dîni, zamanın ve insanların ihtiyaçlarına uygun şekilde yorumlar ve hem dînî prensipler ihlâl edilmemiş, hem de insanların zarûrî ihtiyaçları çözülmüş olur.

Bu mânâda kökü Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’ya, yani insanlığın başlangıcına kadar uzanan kadın ve erkek münasebetleri, Allâh’ın çizdiği sınırlar içinde anlaşılmaya ve sağlıklı bir şekilde yürütülmeye muhtaçtır. Aksi hâlde insanlık tarihinin pek çok kez şâhid olduğu zulüm ve sapkınlıklar tekrarlanır.

Aslında ilâhî bir takdir olarak; her iki varlığa farklı özellikler, farklı vazifeler verilmiş ve ancak ikisi bir araya geldiği zaman, “insan” unsurunun tamamlayıcı, farklı parçaları olmuşlardır.

İslâm’ın izzet ve şeref atfettiği kadının en üstün vasfı, “anne” olmasıdır. Kadın, ferdî olarak kemâl hâlini, sâliha bir anne olmakla tamamlamış olur. Ancak modern câhiliye düşüncesinde, kadının annelik vasfı geri plâna atılır ve onun “dişiliği”, câzibesi ve fıtratında mevcut olan meyilleri öne çıkarılır. Bu hâliyle kadın, gerek erkeklerin gözünde bir sömürü nesnesine döner, gerekse ekonomik çarkların arasında bütün varlığı sömürülen bir eşya hâline gelir. O, câhiliye sisteminde, “şerefli bir özne” değil, kendisine ihtiyaç oldukça müracaat edilen ve en temiz duygu ve ihtiyaçları alabildiğine sömürülen “zayıf bir nesne”dir.

Bunu temin etmek için, adâlet, hakkaniyet ve fıtrattan gelen bütün değerler dışlanır ve kadın-erkek arasındaki bütün farklar “eşitlenir”. Bu göz alıcı, zihin çelen “kadının erkekle eşit olması”, nedense hep kadın aleyhine netice verir!.. Kadın, âile olmaktan, anne olmaktan korkar. Ayakta kalmak için “hür” olmalı, çalışmalı, herkese kendisini ispat etmeli, gösterişli olmalı, herkesi peşinden koşturmalı, hemcinsleri dâhil olmak üzere önüne çıkan engelleri bir bir aşmalı ve bir hayat boyunca yıpratıcı bir şekilde bütün bu istenenleri yaparken de, ekonominin ve erkeklerin istediği tarzda “alımlı” olmalıdır. Şüphesiz böyle bir yük, bir kadının bünyesine ve fıtratına ağır gelir.

Neticede kadınlar, bu çarpık sistemde en çok yük taşıyan, en çok yıpranan ve en çok mutsuz olan kimselerdir. Geriye dönüp baktıklarında, çalışma hayatına girmek ve orada tutunmak için; âile olmaktan, anne olmaktan, mutlu olmaktan vazgeçmiş; fakat sonuçta eline hiçbir şey geçmemiş varlıklar hâline dönüşmüşlerdir. Toplumda meydana getirdikleri ahlâkî çöküş, çocukların mahrumiyeti ve ferdî plânda yaşanan milyonlarca travma da cabası…

Böyle bir savrulmadan ve acı neticeden nasıl kurtulmalıdır?

Müslüman hanım, sağlam bir meşrebe, mâneviyâtı yüksek bir kalp zenginliğine ve engin bir gönle sahip olursa, dış taarruzlara karşı mukâvemetli olabilir.

Müslüman hanımın rehber edindiği karakterler, İslâmî şahsiyetleri ile zirveleşmiş, bulunduğu konumun farkında olan ve hanım olma özelliğinin Rabbinin bir lütfu olduğunun idrakinde olan insanlar olmalıdır.

Değerli insan, içindeki süflî duyguların ve nefsânî ihtirasların farkında olan, bunların tuzaklarına düşmeyen, kendisini kendi eliyle alçaltmayan kimsedir. Zamanın estirdiği farklı rüzgârların tesirinde oraya buraya savrulan değil, sadece İslâm’ın ve Sünnet-i Seniyyenin hayatına yön verecek tek âmil olduğunun farkında olandır. Reklâmların aldatıcı iğvâlarını, tıpkı şeytanın yoldan saptırması gibi gören, “moda” adı altında sunulan figürlerin aslında birer “putçuk” olduğunun farkında olandır.

Şunu aslâ unutmamalıdır ki, kaynağını ve ilhamını İslâm’dan almayan her şey noksandır, hatalıdır ve ne kadar albenili bir görünüşte olsa da defoludur ve insan fıtratına terstir. Çünkü insanı yaratan ve onu en iyi bilen Allah Teâlâ, onun fıtratına en uygun bir hayat modeli olarak İslâm’ı göndermiştir. İslâm’dan uzaklaşan, insandan uzaklaşır, fıtrattan ve hayattan uzaklaşır.

 Bu yüzden toplum hangi rüzgâra kapılırsa kapılsın, zaman hangi ruha sahip olursa olsun Müslüman hanım için esen tek rüzgâr, İslâmî prensiplerin rüzgârıdır. Hayata hep bu pencereden bakmalı ve hâdiseleri bu filtreden geçirmelidir. Bu değerlendirme idrâkine ulaşabilmesi için donanımlı, araştırıcı, kendini bilen bir gayret içinde olmalıdır.

Müslüman hanım, bilgileri başkalarından duyarak değil, bizzat kaynağından öğrenerek hazmetmeli ve toplumda İslâmî kültürün taşıyıcısı rolünde olmalıdır. Anne vasfı ile hem toplumun saf ve temiz tarafı olmalı, hem de kendisine ilâhî bir lütuf olarak verilen yavrularının hâmiliğini yapmalıdır.

Sözde bir müslüman olmaktan ziyâde, İslâmiyet’in büyük bir şuur ve Allâh’ın emir ve yasaklarına teslimiyet hâli olduğunu bilmeli ve bu istikamette yaşamalıdır. Şuur, bilgi, ihlâs ve fedâkârlıkla kendisini İslâm’ın hizmetine adayan kimse, cennet yoluna baş koymuş demektir. Böyleleri kendisine cennet yolu hazırlamış olduğu gibi, çevrelerine ve topluma da cennet gibi bir hayat bahşederler.                          

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle