Gönül İkliminden İnciler

t Rabbimiz’in lûtf u keremiyle bir Ramazân-ı Şerîf’i daha idrâk ediyoruz. Bir sonraki Ramazân-ı Şerîf’e ulaşabilecek miyiz, bilemiyoruz. Lâkin şu bir hakikattir ki, son nefeste bir bayram sabahına ulaşabilmek için, Ramazân-ı Şerîf’teki ibadet heyecanını, amel-i sâlih gayretini, infak seferberliğini ve gönül kazanma hassâsiyetini bütün bir ömre şâmil hâle getirebilmek mecbûriyetindeyiz. Çünkü bayramlar, gönüllerin garip, yetim ve kimsesizlere yardımla rikkat kazandığı, kalplerin fısk u fücurdan arınıp fazîlet menbaı hâline geldiği, ilâhî affa nâil olabilmek için yüreklerin af râhiyası tevzî edebildiği günlerin ardında saklıdır.

t Pâkistan’ın mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, bir gün Medîne’den dönen hacıları ziyaret eder. Sohbette kendilerine:

“Medîne-i Münevvere’yi ziyâret ettiniz!.. Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbihler, seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere hayat veren Medîne-i Münevvere’nin rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?

Hediyeleriniz içinde Hazret-i Ebû Bekr’in sıdkı ve teslîmiyeti; Hazret-i Ömer’in adâleti; Hazret-i Osman’ın îmânı, hayâsı ve cömertliği; Hazret-i Ali’nin heyecan ve cihâdı var mı? Bugün binbir ıztırap içinde kıvranan İslâm Dünyası’na gönlünüzden bir Asr-ı Saâdet heyecanı verebilecek miyiz?” diyerek sorduğu gibi, bizler de soralım kendimize… Bizler, bu Ramazân-ı Şerîfʼte gönül bahçemizi nasıl tezyîn eyledik? Mâhir bir bahçıvan edâsıyla onu ayrık ve yabânî otlardan tek tek temizleyip, en müstesnâ yerine çiçeklerin şâhı Gül’ü yerleştirebildik mi? Hayatımızı, o Gül’deki zarâfetle yaşamaya azmettik mi? Diğer taraftan mecâzen, gülün kendisine eziyet veren dikenlerine karşı sergilediği üstün sabrı, bizler de hayatımızda gösterebilecek miyiz?

t Rabbimiz şöyle buyuruyor:

(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana tâbî olun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân, 31)

Âlemler Sultanı Efendimiz;

–Dünya gafletine dûçâr olmamak için “Esas hayatın âhiret hayatı olduğunu” telkin ederek dâimâ âhireti terviç etti. Ümmetinin de bu minvâl üzere olmasını istedi.

–Zühd ve riyâzat hâlinde yaşadı. Gösterişe, süse ehemmiyet vermedi. O r Rabbine kalb-i selîm götürebilmenin derdinde oldu.

–Her zaman ihlâs ve takvâ üzere yaşadı.

–İhsan ve murâkabe hassâsiyetini hiç kaybetmedi.

–İlâhî kudret ve azamet tecellîleri karşısında; haşyet, acziyet, hiçlik hissiyâtı içinde oldu.

–Beşerî münasebetlerde nezâket, zarâfet, edep ve hayâ, O’nun hayatıyla zirveleşti.

–Gönlünde bütün mahlûkâta karşı engin bir şefkat ve merhamet vardı.

–İbadetlerdeki huşû ve vecd hâli ise bambaşka idi.

Nitekim Hazret-i Âişe c Vâlidemiz şöyle buyuruyor:

“Rasûlullah r namaza durduğu zaman, yüreğinden kazan kaynamasına benzer bir ses duyulurdu. Ezan okunduğu zaman, Allâh’ın huzûruna çıkacağı için etrafındakileri âdeta tanımaz hâle gelirdi.” (Ebû Dâvûd, Salât, 157; Nesâî, Sehv, 18)

t Âlemler Sultanı Efendimiz r ne güzel buyurmuştur:

“Namazında ölümü hatırla. Çünkü bir kişi ölümü hatırlayarak namaz kılarsa, o namaz kâmil ve güzel olur. Namazını, son namazını kıldığını düşünen kimse gibi kıl. Sonunda özür dilemeni gerektirecek her şeyden de uzak dur.” (Deylemî, Müsned, I, 431)

t Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne nisbette yakınsa, ibadetleri de o nisbette seviye kazanır.

t Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Ey insan, dünyadan birbirine zıt iki ses gelir. Acaba senin kalbin hangisini almaya istîdatlı? O seslerden biri Allâh’a yaklaşanların (takvâ sahiplerinin) hâli, diğeri ise aldananların (fısk u fücûra dalanların) hâlidir. Bu seslerden birini kabul ettin mi, öbürünü duymazsın bile! Çünkü seven bir kimse, sevdiğinin zıddı olan şeylere karşı âdeta kör ve sağır olur.”

Hayatta her şeye nefsâniyet penceresinden bakmaya karar verip kendini o yönde şartlandıran biri, dâimâ kabukta takılı kalır, hiçbir şeyin özüne ve hakîkatine nüfûz edemez.

Mevlânâ Hazretleri, aynı merkezden aldığı tesirlerin neticesi bakımından gönüllerde farklı tecellîler arz etmesini şu misâliyle ne güzel anlatır:

“Hak yakınlığı çeşit çeşittir. Güneş dağa da, taşa da, altına da ışığını düşürür, vurur. Fakat güneşin altına öyle bir yakınlığı vardır ki, o yakınlıktan, söğüt ağacının haberi bile yoktur.

Güneş, kuru dala da, yaş dala da yakındır. Güneş ikisinden de utanır, gizlenir mi?

Fakat zamanı gelince olgun, lezzetli, güzel kokulu meyvelerini yiyeceğin yaş, taze dalın güneşe yakınlığı nerede? Kuru dalınki nerede?

Kuru dal, güneşe yakınlığı yüzünden daha çok kurumaktan başka ne elde edebilir?”

t Bâyezîd Bistâmî g dünyayı tercih eden ile âhireti tercih eden kimsenin vasıflarını şöyle sıralar:

Dünyayı âhirete tercih eden kişinin:

–Câhilliği bilgisinden,

–Gafleti zikrinden,

–Günahı sevâbından çok olur.

Âhireti dünyaya tercih eden sâlih kişinin ise:

–Sükûtu konuşmasından,

–Fakirliği zenginliğinden (yani kanaati hırs ve tamahından),

–Son nefes endişesi, sevincinden fazla olur. Nefsi, hizmet bağıyla bağlanır. Kalbi, takvâ ve rızâ-yı ilâhî istikâmetinde olur. Rûhu, sohbetin ünsiyetiyle huzur bulur.”

t Yine Bâyezîd Bistâmî g’ın şu ifâdeleri, terakkî eden bir kalbin bakmak ile basîretli bir görüş arasındaki seviye farkını ne güzel beyan etmektedir:

“İlk hacca gittiğimde sadece Kâbe’yi gördüm. İkinci gidişimde hem Kâbe’yi hem de Kâbe’nin Rabbi’ni gördüm. Üçüncü gidişimde ise, sadece Kâbe’nin Rabbi’ni gördüm.”

Hazret-i Mevlânâ da bu hakikati farklı bir pencereden şöyle beyan eder:

“Hacca gidenler, orada evin (yani Beytullâh’ın) sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”

Yani hayatın bütün muhtevâsında, ilâhî müşahedenin altında bulunduğunun idrâkiyle yaşayanlar, her yerde Allâh’ın rızâsını kazanabilme gayreti içinde olurlar.

t Kulu Cenâb-ı Hakk’a vâsıl edecek vesîleler, nefeslerin sayısı kadar çoktur. Mühim olan, Hakk’a vuslat arayışı içinde yaşamaktır.

t Mâlumdur ki, bir evde farklı istikâmetlere bakan pencerelerden görülen manzaralar aslâ bir değildir. Hâl böyle olunca, bir kimsenin karşılaştığı bir hâdisede sergilemiş olduğu davranış, onun hayata hangi pencereden baktığının, hangi sese kulak verdiğinin de bir işareti mevkiindedir.

t Dünyaya imtihan nazarıyla bakabilenler, onda âhirete sermaye olmak husûsiyetinden başka bir kıymet görmemişlerdir. Çünkü asıl yurdumuz bu âlem değil, öbür âlemdir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

“Dünyada misafir gibi olun! Mescidleri ev ittihâz edin! Kalplerinizi rikkate (incelik, zarâfet ve hassâsiyete) alıştırın! (İlâhî azamet ve kudret akışlarını) çok tefekkür edin ve (ilâhî nîmetlere lâyıkıyla şükredememek endişesiyle) çok ağlayın! Nefsânî arzularınız sizi değiştirmesin!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 358)

t Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Ey yol yordam bilmeyen! Yollarda şaşkın şaşkın dolaşmak istemiyorsan, bir ceylân gibi seni tarifsiz güzelliklere götüren bir velînin yolunda yürü! Yoksa hem gülistânı uzaktan bir ateş yığını zannederek güzelliklerden mahrum kalırsın; hem de dünya çölünde gördüğün serapların peşinde koşarsın. Ancak âb-ı hayat zannettiğin o seraplar, senin boğazını tıkayacak kızgın kumlardan başka bir şey değildir!..”

“Eğer bu hâle düşmek istemiyorsan, gönül kulağına gaflet pamuğu tıkama! Hak dostlarının sözlerine kulak ver de Hazret-i Peygamber r’in yolunun Kıtmîr’i ol!”

Yâ Rabbi! Biz âciz kullarını; seçtiğin, sevdiğin, kendilerine maddî-mânevî ihsanlarda bulunduğun sâlih kullarının yolundan ayırma! Bizi, Mevlâ olarak sadece Sen’i bilen, Sana el açan, Sen’den yardım bekleyen hakikî mü’min kullarından eyle!

Âmîn!..

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

Osman Nûri Topbaş

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle