Sunuş

Muhterem Okuyucularımız;

Yine sıcak bir mevsim ve hararetli tartışmalar var. Bir taraftan geçen yılın 15 Temmuz’unda yaşanan büyük ve kanlı ihanetin yaraları sarılmaya çalışılıyor. Ve o meş’um (uğursuz) darbe teşebbüsü ilgili tartışma, soruşturma, takip vs. bütün hızıyla devam ediyor. Böylece bu ihanetin yurt içindeki maşaları ortaya çıkarken, işin perde arkasındaki güçler de yavaş yavaş netleşiyor. Kimler, hangi maksatla böyle bir teşebbüsten memnun olmuş, hatta buna çanak tutmuş, destek vermiş vs. bir bir belli oluyor.

İşin yurt içindeki kısmıyla birlikte uluslar arası oyunlar ve peşrevler de devam ediyor. Bir taraftan Katar ekseninde İslâm Dünyası’nı kuşatma plânları, bir taraftan İsrail’in Kudüs ve Mescid-i Aksâ’daki hâin planları ve saldırıları… Türkiye’nin etrafına çizilmek istenen ateş çemberi… Aslında birbirinden tamamen ayrı gibi görülse de, bütün bu hâdiselerin; tek bir el tarafından, organizeli, eş zamanlı ve hep Müslümanların aleyhine olacak şekilde gerçekleştirildiği ortada…

Müslümanlar ise, maalesef, birbirinin kuyusunu kazmakla meşgul… Kalpler birbirinden kopmuş. Kafalar bambaşka dünyalara yelken açmış. Diller bile aynı şeyleri söylemiyor ki, gönüller bir hakikat etrafında birleşebilsin.

O hâlde kafamızda, gönlümüzde, hayatımızda hükmeden “ilâhları” azaltmak gerekiyor. Tek bir ilâh’ın -celle celâlüh- hükmüne râm olup; O’nun emri üzere “tevhid”i ikame etmek, tek bir kıbleye yönelmek, tek bir Peygamberi örnek ve itaat edilecek mercî kabul etmek; tek bir Kitab’a îman etmek, kısaca “kardeş” olmak şart... İyiliği emredip kötülüğü yasaklamak; mazlûmun yanında, zâlimin karşısında olmak… Tefrikaya düşmeden, birlik içinde hareket etmek… Ama bütün bunların ön şartı, önce şirkten arınmış bir şekilde muvahhid Müslüman olmak… Dini, Allâh’a tahsis etmek…

Dini anlarken, yaşarken “Allâh’a ortaklar koşmamak”… Allâh’ın zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir ortağı bulunmadığı/bulunmayacağı inancını bütün hücrelerimize yerleştirmek… O’nun dışında “haram ve helâl kılma yetkisi”ni kimseye vermemek… O’nun koyduğu helâl-haram sınırlarına azami titizlik göstermek… Allah ve Rasûlü’ne itaat ederken, başka bir insanı onlar gibi “hesapsız-kitapsız itaat makamı” hâline getirmemek… Sevdiklerimizi, Allah istediği için ve O’nun müsaade ettiği kadarıyla sevmek… Nefretimizi, Allâh’ın buğzetmemizi emrettiklerine tahsis etmek… Mü’minlere karşı merhamet kanatlarımızı alabildiğine indirirken, kâfirlere karşı vakur ve izzetli olmak… Düşmanın silâhı ile silahlanmak… Her ân cihad ve şehâdet şuruunu diri ve taze tutmak…

Nefsimizin elinde bir esir veya oyuncak hâline dönmemek… Hevâ ve heveslerimizi ilâh edinmemek… İbadetlerimizi, hayır ve hasenâtımızı başkaları görsün diye yapmamak… İnsanların görmediği zaman ve yerlerde de, Allâh’ın bizi her an gördüğünü unutmamak… Âhirette, Allâh’ın huzurunda toplanıp üzerimizdeki ilâhî nîmetlerin ve yaptığımız/terk ettiğimiz her şeyin hesabını vereceğimiz şuuruyla yaşamak…

Allah dışındaki hiçbir varlıktan, “Allah’tan korkarmış gibi” korkmamak… Allah dışında hiçbir varlığı, “Allâh’ı severmiş gibi” sevmemek… Allah dışındaki hiçbir varlığa, “rızkımızın yegâne kaynağıymış” muâmelesi yapmamak…

Allâh’ın bize verdiğine râzı olmak… Gücümüz nisbetinde çalışıp helâlinden kazandıktan sonra, elimize geçene sabretmek, şükretmek, kanaat etmek… Ve Allah için canımızı, malımızı seferber edebilmek…

Daha uzayabilir elbette bu liste… Gelin, Kurban Bayramı Arefesi’nde şu duâyla satırlarımızı tamamlayalım: “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm; hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (el-En’âm, 162)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle