İslâm, Benim Hayatımı Değiştirdi

Hidayet, Rabbimizin bazı kullarına ikram ettiği en büyük hazine… Bu hazine, kimine “…Allah kendisine yönelene hidayet eder.” (er-Ra’d, 27) âyetinde buyrulduğu üzere, kişinin gayreti neticesinde veriliyor. Kimine, bu hidayet, Allâh’ın gönderdiği peygamber ve kitap vesîlesi ile veriliyor. Kimisine ise, “…Allah dilediğini saptırır, dilediğine ise hidayet verir…” (İbrahim, 4; en-Nahl, 93) âyeti sırrınca, “Allah vergisi” olarak ikram ediliyor.

Kimisi, doğar doğmaz kulağına ezan okunarak hidayet nimeti için hiçbir bedel ödemeden, meccânen sahip oluyor. Böyle hâllerde de çoğu zaman nimetin kadr ü kıymeti bilinmiyor.

Kimi kul da hidayetsizliğin buhranı ile yıllarca kavrulup ömrünün son demlerinde ancak buluyor. Ve zor bulduğu bu emânete dört elle sarılarak kıymetini biliyor. Hidayetsizliğin acısını bildiği için, onu kaybetmemek uğruna her şeyini feda edebiliyor.

İşte bugün, farkında olmadan hidâyet nimetinin yokluğu ile kavrulan ve Allâh’ın ikramı olarak kendisine îman nasip olan Yuhanna Nur kardeşimizin hidayet yolculuğuna şahit olacağız. Böylece bir kere daha sahip olduğumuz îman nimetimizin farkına varacağız ve bir kere daha bu nimet için her şeyi feda etmenin güzelliği ile Rabbimize sonsuz şükürler edeceğiz…

 

Kıymetli Nur kardeşimiz, biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

İsmim Yuhanna… Arnavut’um. İki buçuk sene önce Ekim ayında Müslüman oldum. O zaman yirmi iki yaşındaydım. Bu yıl, Nur ismini aldım. Âilem; baba tarafım da, anne tarafım da hepsi Hıristiyan… Annem Makedonyalı ve onun sülalesindeki bazı akrabalarımızdan papaz olanlar var. Sülâlemizde evlenen erkekler, ya hıristiyan bir kızla evlenirler ya da eğer müslüman bir kızla evlenmişlerse, hanımlarını hemen Hıristiyan yaparlar. Zaten Arnavutluk’ta hıristiyan bir erkekle evlenen müslüman kızlar, hemen hıristiyan olur; bu, mecburiyet gibi bir şeydir. Ama hıristiyan bir kızın âilesi, kızının müslüman bir erkekle evlenmesini aslâ kabul etmez.

Üniversiteyi bitirince bankacı olarak üç sene çalıştım. Çalışırken hukuk alanından master yaptım. Yüksek lisansı bitirdikten dört ay sonra müslüman oldum. Müslüman olunca faizin haram olduğunu öğrendim ve bankacılığı bıraktım. Ayrıca bankacılık yaparken bizim dar ve kısa giyinmemizi isterler; çekici ve makyajlı olmamızı zorunlu tutarlardı. Müşteriye hoş görünmek ve onu ikna etmek için bu bir mecburiyet idi. Bunlar ise, İslâm’ın haram kıldığı şeylerdi.

 

 Müslüman olmanıza ne vesile oldu?

 Biz küçük yaşımızdan itibaren İslâm’a nefret duyarak büyüdük. Bütün âilem, özellikle babam, İslam’dan nefret ediyordu. Bize müslümanların eğitimsiz, kültürsüz, bakımsız insanlar olduğunu, dünyadaki bütün kötü şeylerin Müslümanlar tarafından yapıldığını anlatırdı. Öyle ki, yolda tesettürlü bir kadın görsem, dayanamaz ona laf atardım.

“-Bu sıcakta bu kadar nasıl örtünüyorsunuz?” vs.

Ülkemizde tesetürlü okumak ve çalışmak yasak olduğu için müslüman kadınlar, ev hanımı oluyor mecburen... Sadece bu vakfın açtığı İmam-Hatip Okulu’nda okuyor müslüman kızlar, ama üniversite imkânları yine yok... Bu yüzden gücü yetenler başka ülkeye gidip eğitim alıyorlar.

Babam, gemi mühendisi… Sık sık Türkiye’ye gelip gidiyordu. Bu sebeple İslâm’ı az çok biliyordu. Babamın çoğunlukla gittiği yer, sahil şehirleriymiş. Buralarda da İslâmiyet’in genel olarak en az yaşandığı yerlermiş, bunu da sonradan öğrendim.

Babam İzmir’de bir gün restoranda yemek yerken yanındaki masada iki kadın oturuyormuş. Biri tesettürlü, diğeri de çok açıkmış. Açık olan:

“-Elhamdülillah ben de müslümanım!” demiş.

Babam bunu duyunca çok şaşırmış. Giyim tarzı hiç İslâm’la alakalı olmadığı için... Açık olan da “Müslümanım!” diyor, kapalı olan da “Müslümanım!” diyor. Eğer ikisi de müslümansa, kıyafetleri neden bu kadar farklı?!

Babamın gemideki Türk arkadaşları da “müslümanız!” diyorlarmış; ama zina yapmak, alkol almak vs. birçok şeyi rahatlıkla yapıyorlarmış. Bu tür şeyler, babamı İslâm’a karşı biraz daha soğutmuş. Babam orada gerçek müslümanlarla karşılaşsaydı, belki durum çok daha farklı olabilirdi.

Biz de babamın anlattıklarından etkilenerek İslam’dan nefret ederdik. Ben on sekiz yaşıma geldiğimde; her şey bana boş ve sıkıcı gelmeye başladı. Alkol almak, gece yarılarına kadar dans etmek, arkadaşlarla gezmek artık beni sıkmaya başlamıştı. Arkadaşlarla oturup dedikodu ederken, konuştuklarımızdan rahatsız olurdum.

“-Burada olmayan birisi hakkında konuşmayın, o bu söylediklerini duysa üzülür!” derdim. Tabiî, o zaman gıybet ve dedikodunun haram olduğundan habersizdim.

İçimde rahatsızlıkların arttığı zamanlar, sürekli aynı rüyaları görmeye başladım.

 

Nasıl rüyalar görüyordunuz?

Bir imam-hatip gördüm. Orada yetimler vardı ve Afrika’dan gelen çok fakir insanlar vardı. Orada sadece kadınlar çalışıyordu. Bu okulun içinde, tekrar çok güzel bir bina varmış. Ve çok büyük bahçe varmış. Bahçe göz kamaştırıcı yeşillikler dolu... Ben orada çalışan kadına:

“-Bu yetimlerle tanrı rızası için ilgilenmek lâzım… Bunu kim yaparsa Tanrı rızasını kazanmış olur!” dedim.

Bu rüyayı anneme anlattım:

“-Bizim tanıdığımız imam-hatipte çalışan birisi var mı?” diye sordum. Annem de “Yok!” dedi. Bu rüyanın psikolojik olduğunu ve önemsemem gerektiğini söyledi. Ben de ilk aşamada çok üzerinde durmadım.

Ama bu rüyayı sık sık görmeye başladım. Her defasında bu okulun daha da büyüdüğünü ve güzelliklerinin gitgide arttığını görüyordum.

Bu arada son beş yıldır ne zaman kiliseye gitmek istesem, mutlaka bir engel çıkıyor ve ben bir türlü gidemiyordum. Paskalya’da, Îsa -aleyhisselâm-’ın doğum kutlamalarında her sene âilece uyuyakalıyorduk ve merasimlere hiç yetişemiyorduk. Şimdi düşünüyorum da Allah bizim gitmememiz için bizi uyutuyordu galiba...

Üniversite son sınıfta iken Arnavutluk’un en büyük ve en kutsal kilisesine gitmek için arkadaşlarla servis ayarladık. Kiliseye gidip mum yakıp hayatımız boyunca şanslı olmak için duâ edecektik. Ben o gün okula giderken çantamı değiştirmiştim. Cüzdanım diğer çantamda evde kalmış, bunu okula gelince fark ettim. Arkadaşlara:

“-Cüzdanım evde kalmış, ben gelemeyeceğim!” deyince arkadaşlarım:

“-Olmaz biz sana borç veririz, gel!” dediler.

Hatta servis şoförü:

“-Ben senden ücret almayacağım, gerek yok! Sen yeter ki gel!” diye ısrar etmesine rağmen kabul etmedim. Nedense ne borç almak, ne de servisçinin bedava beni götürmesi, bana hoş gelmiyordu. Gurur yaptım belki de, ama onlarla gitmedim. Bana yine kiliseye gitmek nasip olmamıştı.

Bu arada güzel rüyalar görmeye devam ediyordum. En son rüyamda Kur’ân-ı Kerîm gördüm. Fakat onun Kur’ân olduğunu o zaman bilmiyordum. Sonra gerçek hayatta ilk defa Kur’ân-ı Kerim gördüğüm zaman rüyamda gördüğüm şeyin bir Kur’ân olduğunu anladım.

Rüyamda gördüğüm Kur’ân altındandı; soldan sağa sayfaları açılıyordu. O kadar nûrlu ve güzel bir kitaptı ki, o güzellikte bir kitap bu dünyada görmemiştim. Arkasından beyaz bir bulut çıkıyor ve yükseliyordu. Ama o beyaz rengin beyazlığının ve nûrunun bir benzeri bu dünyada yoktu! O yüzden size o beyaz rengi anlatamıyorum. Kur’ân sayfalarını karıştırırken gözlerim beyazlığından kör olacak gibiydi. Ve kalbim çok hızla çarpıyordu. Bu heyecan ve şaşkınlıkla yatağımdan fırlayarak uyandım.

Nefes alamıyor gibiydim. Yatağa uzandım. Bütün vücudum kaskatı kesilmiş ve buz gibi olmuştu. Saat sabah 04:30 gibiydi ve dışarıda müslümanların ezânı okunuyordu. Bizim evimizin hemen yanında bir câmi var ve benim odamın penceresinden câminin avlusu görünüyor. Ezanı dinledim, kalktım, elimi yüzümü yıkadım ve pencereden baktım. Namaza gelen insanlar vardı. Şaşırmıştım. “Bu kadar erken saatte, uykunun en tatlı zamanında insanlar nasıl ibadet etmeye geliyorlar?” diye düşündüm.

Bu rüyayı gördükten sonra, müslüman olana kadar iki yıl boyunca, her gün sabah ezanı ile kendiliğimden uyandım. Ezanı dinler, güneş doğana kadar da uyuyamazdım. Güneş doğunca ancak uyurdum.

Son zamanlarda gece ikide kalkmaya başladım. Bir saat boyunca ne yaparsam yapayım bir türlü uyuyamıyordum. Kalkıp evi dolaşıyordum. Bilgisayarla meşgul oluyordum, ancak bir türlü uyuyamıyordum. Bu gece yarısı ve sabaha karşı uyanmalarım beni rahatsız etmeye başladı.

Bir gün kuaföre gittim. Orada müslüman bir arkadaşla tanıştım. Ama adı Müslüman… İslâm’ı hem yaşamıyor, hem de İslam hakkında hiçbir bilgisi yok!. Ona bu gece ve sabah uyanışlarımdan, rüyalarımdan bahsettim. O beni dinledi:

“-Seni cinler veya şeytan rahatsız ediyor olabilir!” dedi. Ben de:

“-Zannetmiyorum. Öyle bir şey değil, hiç korku duymuyorum!” dedim. Bunun üzerine:

“-Benim pek bilgim yok. Ama Şam’da okumuş bir arkadaşım var. Onun beyi de imam… Belki o senin sıkıntının neden olduğunu bilir. İstersen onunla görüştüreyim!” dedi.

“-Tamam.” dedim.

O hanımla bir cadde üzerinde görüştük. Ama ben onunla görüşürken çok utandım. Müslüman tesettürlü bir hanımla yolda benim konuştuğumu görenler ne der? “Kimse görmese bari!” diye düşünüyordum. Sonra o hanım, çok şefkatli ve candan bir şekilde bizi evine davet etti. Evde görüşmekte bir sıkıntı olmazdı. Kimse benim müslüman bir kadınla konuştuğumu görmeyecekti. Birkaç gün sonra evine gittik. Bizi güler yüzle karşıladı, çok şaşırmıştım. İlk defa müslüman bir hanımı, ev içinde görüyordum. Çok bakımlı ve çok güzeldi. Hattâ güzelliği beni büyülemişti. Yanında kendimi çirkin hissettim. Kapalı kadınların bu kadar bakımlı ve çekici olacağını hiç düşünmemiştim. Orada öğrendiğime göre, müslüman hanımlar içeride eşlerine karşı istediği gibi süslenir; hanımların yanında da istediği gibi başlarını açabilirmiş. Benim orada fikirlerim değişmeye başladı; en azından müslüman hanımlara karşı önyargılarım dağılmaya başlamıştı.

O hanıma, gördüğüm rüyaları ve gece uykumun bölünmesini anlatınca, bana “Âyete’l-Kürsî” verdi, okumam için… Fakat ben onu hiç okumadım. Şimdi düşünüyorum da, ben o zaman müslüman olmadığım için gusül abdestim yoktu. Yani onu okumaya layık ve hazır olmadığım için Allah bana müslüman olana kadar onu okumayı nasip etmemişti.

O hanım bana bir de zemzem suyu verdi. Onu içince rahatladım. Besmele çekerek içiyordum. O hanım bana İslâm’ı da anlattı. Lâkin anlattıkları bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkıyordu. Ben şifayı Allah’tan değil, tamamen kutsal su olan zemzemden biliyordum.

O hanımla görüştüğüm günlerde onların Sûriye’den “şeyhimiz” dedikleri bir hoca geldi. Beni onunla görüştürmek istediler. Ben de “Tamam” dedim.

Onunla görüşünce elimi tutup tokalaşmadı ve benimle yalnız başıma görüşmeyi kabul etmedi. Beni yanına götüren hanım ve beyi de yanımda kapıda sonuna kadar açık bir şekilde görüştü. Ben yalnız görüşmek istemiştim. O şeyh, bunun İslâm açısından haram olduğunu, Peygamberimizin mahremi olmayan hiçbir hanımla başbaşa bir odada kalmadığını ve elini tutup tokalaşmadığını söyledi. Bunlar bana ilginç gelmişti.

Ben o şeyhe daha sıkıntılarımı ve rüyalarımı anlatmadan, o şeyh bana hepsini anlatmaya başladı. Ben hemen dışarı çıkmak istedim; bu bana büyü mü yapıyor, nasıl bilecek diye düşünmüştüm.

“-Bunlar sıkıntı değil, kızım! Bunlar hidayetin habercisi… Bunlar sende ne zaman başladı?” diye sordu. Ben:

“-On sekiz yaşımda!” deyince, o şeyh:

“-Hayır, on sekiz yaşında değil! Allah sana çok daha önceden hidayet verdi. Sadece sen hatırlamıyorsun.” dedi.

Ardından kendisinin Arnavutluğa gelmeden önce beni rüyasında gördüğünü anlattı. Ona da rüyasında:

“-Sen Arnavutluk’a gidince yanına bu kız gelecek, müslüman olacak ve İslâm’a çok hizmet edecek!” demişler. Bunları anlattıktan sonra:

“-Ben seninle burada görüşeceğimi biliyordum!” dedi.

“-Ben müslüman olmayı hiç düşünmedim!” dedim.

O hiçbir şey olmamış gibi, bana İslâm’ı anlatmaya başladı. Onu dinledikçe kalbim ferahlıyor ve bana İslâm sevimli geliyordu. Bana döndü ve:

“-İslâm’ı kabul et, kızım!” dedi. Ben de ne olduğumu anlayamadan bir anda:

“-Tamam, kabul ediyorum! dedim.

Tam orada ve o şeyhin vesilesi ile müslüman oldum. Orada sanki kendi irademle İslâm’ı seçmemiş gibiydim. Fakat müslüman olur olmaz kuş gibi hafifledim. İçime enerji ve huzur dolmuştu. Eve giderken ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi. Yıllardır omzumda tonlarca ağırlık taşıyormuşum da o ağırlıktan kurtulmuş gibiydim. İçim sevinç doluydu ve bu hisler, benim müslümanlığı kendi irâdemle de seçmeme sebep oldu, elhamdülillah!

 

Bu şeyhin adı neydi?

İbrahim el-Yasin el-Hüseyin… Sonradan öğrendiğime göre, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in soyundan geliyormuş. Yani Ehl-i Beyt’ten... Ben normalde insanlara hemen güvenemem, ama ona hemen güvendim. Mesela Osman Nûri Topbaş Hoca’yı görünce de hiç tereddüt yaşamadan hemen güvendim.

Şeyhim İbrahim el-Yasin, bana:

“-Allah seni seviyor, sana ne kadar güzel hidayet vermiş! Sen şirke girme diye kiliseye gitmeni hep engellemiş.” dedi.

 

Müslüman olunca, âilenize müslüman olduğunuzu hemen söylediniz mi?

Evet, o sevinç ve huzurla, başıma bir şey geleceğini düşünemedim herhalde… Eve gider gitmez anneme sevinçle:

“-Ben müslüman oldum!” dedim.

O kadar rahat söyledim ki, annem bana inanmadı:

“-Sen sıcakta çok dolaşıp yorulmuşsun, acıkmışsın. Gel, otur, karnını doyur!” dedi.

Dediğimi hiç önemsemedi. Ben ekim ayında müslüman oldum. Nisan ayına kadar evde hiçbir problem çıkmadı. Çünkü hayatımda pek değişiklik yoktu. Ama Nisan ayında ilk defa namaz kılmaya başlayınca işin ciddiyetini anladılar.

Ekim ayından Nisan ayına kadar sessizce İslâm’ı araştırdım. “Neden müslüman olmalıyım? Müslüman olarak nelere dikkat etmeliyim? Hangi ibadetleri yapmalıyım?” vs. birçok soruma cevap aradım. Kitaplar okudum, internette sohbetler dinlemeye başladım. İbadet videoları izledim.

Kitapları okudukça kendimden utanmaya başladım. Hele tesettürü okudukça, derinliğine indikçe utancım artıyordu. Yıllardır vücud nimetimi, güzelliğimi acımasızca zâyî ettiğimi fark ettim. İslâm’ın yasakladığı, insan fıtratına aykırı her şeyi yapmışım, bilmeden… Alkol almıştım, domuz eti hep yerdik. Gecelerimiz eğlence yerlerinde geçerdi.

Bu yüzden bir yerden başlamalıydım. Önce açık kıyafetlerimi kaldırdım. Bol, uzun kollu kıyafetler kullanmaya başladım. Elbise giymeye çalışıyordum. Ama Arnavutluk’ta bu tür kıyafetler bulmak imkânsızdır. Bu hususta çok zorlandım. Alkolü bıraktım. Evde yemek yerken yemeklerden domuz etini çıkarır, öyle yerdim. Yağının da haram olduğunu bilmiyordum. Domuzun her şeyinin haram olduğunu öğrenince evde yemek yemeği bıraktım. Çünkü annem her yemeğe ya domuz eti ya da yağını mutlaka kullanırdı. Ya dışarıda helâl bir şeyler yerdim ya da evde kendimce bir şeyler ayarlardım. Bu süreçte çok aç kaldım.

Nisan ayına kadar gidebildiğim kadar mescide giderek cemaatle namaz kıldım. Namazın hareketlerini öğrenmiştim. İmam, bana câmide namazı anlatan bir kâğıt verdi. İlk kendi başıma namazımı, Nisan ayında, bir yatsı namazı vaktinde kıldım. Hayatımın en lezzetli, en mâneviyâtlı namazıydı, bu namaz... Evimde hiç seccade yoktu. Temiz bir örtüyü yere serdim, başımı büyük bir havlu ile örttüm. Kışlık bir hırka giydim. Hava da çok sıcaktı, ama başka çarem de yoktu. Kâğıdı seccadenin üzerine koydum, oradakilere baka baka okuyup namazımı kıldım.

Selâm verince ağlamaya başladım, bir türlü kendimi tutamıyordum. Ağladıkça içimi huzur kaplıyordu. Sanki o gözyaşları benim içimdeki her türlü kiri, sıkıntıyı yıkıyordu.

“-Allâh’ım, ne olur şu an benim ruhumu al!..” diye dua ediyordum.

O an kalbimde sanki Allah sevgisinden başka hiçbir sevgi kalmamış, dünyadaki her şey önemini yitirmişti. Şu an da namaz kılıyorum, ama o namazın lezzetini bulamıyorum.

Şeyhime haber gönderdim, namaza başladığımı bildirdim. Bana hediye olarak ferâce, başörtüsü, seccâde, tesbih ve Kur’ân-ı Kerîm göndermiş. O hediyeler, benim en çok muhtaç olduğum şeylerdi.

 

Türkiye’ye nasıl geldiniz?

İslamiyet’i en iyi şekilde öğrenmek istiyordum. Araştırmaya başladım. Bizim imamımızın eşi:

“-Benim dört çocuğum var, seninle ilgilenemiyorum. Ama Türkiye’de ilahiyat okumuş Deniz Hoca var. Onlar Türkiye’de İslam’ı öğrenmek isteyenlere yardımcı oluyorlar, seni onunla tanıştırayım.” dedi.

İşkodra’ya gidip Deniz Hoca ile tanıştım. Durumu anlattım.

“-Her yaz biz imam-hatipli talebeleri Türkiye’ye gönderiyoruz. Bir ay hem İslâm’ı öğreniyorlar, hem de Türkiye’yi geziyorlar!” dedi.

“-Tamam.” dedim.

Türkiye’de ilk olarak Hatice Hatun Kursu’na geldik. Yaz kursu olduğu için çok sıkı değildi, telefonlarımız vardı. Bol bol geziyorduk. İslâm’a dair ilk temel bilgileri aldık. Bir ay sonra döndük. Deniz Hoca:

“-Memnun kaldıysan tekrar gönderelim!” dedi, ben de “Tamam!” dedim.

 

Âileniz, Türkiye’ye İslâm’ı öğrenmeye gelmenize nasıl izin verdi?

Babam yurt dışındaydı, ama annem ve abim, bu süreçte bana çok sıkıntı çıkardılar. Annem ağladı, hasta oldu. Kalbi sıkıştı, hastaneye yattı, bayıldı. Ağabeyim, bu sebeple birkaç defa beni dövmek istedi. Bir defa da dövdü. Ama ben hiçbir şekilde ikna olmuyordum.

“-İzin vermeseniz de gideceğim!” dedim.

Anneme, “Din öğreneceğim!” demedim. “Türkiye’ye gezmeye gidiyorum.” dedim.

Bu yüzden biraz yumuşadılar ve izin verdiler. Babam, ben Türkiye’ye varınca haberdar olduğu için problem çıkmadı.

Kışın tekrar Türkiye’ye gitmek ve Türkçe öğrenmek istediğimi söyledim. Annem dil öğrenmeye çok hevesli olduğu için benim de dil öğrenmek istememe çok sevindi ve izin verdi. Kış kursu için Bursa’daki Kestel Kursu’na geldim. Fakat çok zorlandım. Hiç yaz kursu gibi değilmiş!. Hafta içi telefon verilmiyor, sürekli dersler oluyor, kurallar var. Bu nefsime biraz ağır geldi ve nefsim benimle uğraşmaya başladı. Arnavutluk’a geri dönmeyi bile düşündüm. Ama bir taraftan bunun nefsimin isteği olduğunu da biliyordum. Allâh’a çok duâ ettim, buraya alışayım diye… Elhamdülillah, sonunda alıştım.

Haziranda Arnavutluk’a gittiğimde başım açık olduğu için çok önemsemediler ve problem çıkarmadılar. Ama başımı örtüp:

“-İslâm’ı öğrenmek için tekrar Türkiye’ye gideceğim!” deyince kıyametler koptu.

Ağabeyim, annem, babam, hattâ bütün sülâle; benimle tek tek uğraştı. Kavgalar, küsmeler, nasihatler; tahmin ediyorsunuzdur neler olduğunu... Kimse ikna edemedi beni… Ben en son onlara:

“-Siz beni kilitleseniz de pencereden kaçıp gideceğim!” dedim.

Eylül’de babam yurt dışına çıkınca, anneme:

“-Ben Türkiye’ye gidiyorum! İster bana yardım et, istersen etme…” dedim.

Annem kabul etmedi. Şeyhime durumu anlattım, o bana:

“-Annenle yumuşak bir şekilde konuş!” dedi. Ben de daha sonraları yumuşak bir üslupla konuşunca, “peki” dedi ve ekledi

“-Ben senin müslüman olmanı kabul etmiyorum. Sadece benim kızım olduğun için ve seni kaybetmek istemediğimden sana yardım ediyorum!” dedi.

Babama da:

“-Babacığım, ben senin çocuğunum ve seni seviyorum. Bana güven. Senden para da istemiyorum. Sadece bana inan, ben sana hizmet etmek istiyorum. Seni utandıracak bir işle meşgul olmuyorum, bana güven!” dedim.

Bu yıl ikinci dönemde Hüdâyî Kursu’na Osman Hocamızın isteği ile geldim. Hüdâyî Kursu’nda Kutlu Doğum programından sonra tesettüre girdim. Tesettüre girdikten sonra, şeytan benimle çok uğraştı. Çarşıya çıkıp açık kadınları görünce:

“-Bunlar da Müslüman, ama açıklar!.. Acaba anne-babamı üzmesem mi? Tesettüre girmesem mi?” diye düşünüyor, içim sıkılıyordu.

Hocalarımın tavsiyesiyle teheccüdlerde Allâh’a çok duâ ettim:

“-Allâh’ım, ben senin rızan için örtündüm. Bunu bana kolaylaştır. Şeytanın bana verdiği vesveseyi al!..” diye...

Elhamdülillah, içimden bu sıkıntı da çıkıp gitti. Allâh’ın rızasını kazanmak kolay değil! Şimdi böyle düşünceler hiç gelmiyor, tesettürlü olmayı çok seviyorum.

 Ramazan’da Arnavutluk’a gidince tesettürlü bir şekilde gittim. Babam çok kızdı, lânet etti:

“-Bu eve bir daha böyle gelme!” dedi.

Anneme de:

“-Onunla bir daha konuşursan seni boşarım!..” demiş.

Annem de, babam da müslüman olmak sûretiyle, onları akrabalarımıza karşı çok mahcup ettiğimi düşünüyorlar. Babam:

“-İmam-hatipte müslüman kadınlar ders veriyorlar. Hepsi açık! Sen neden illâ örtüneceğim diye inat ediyorsun!” dedi. Ben de:

“-Ben gerçek bir müslüman hanım olarak örnek olmak istiyorum. Onlar gibi yanlış örnek olup Allah katında sorumlu olmak istemiyorum.” dedim.

 

Peki, tekrar gidince nasıl olacak?

Tekrar eve gidemeyeceğim, eve almayacaklar… Bundan sonra Allah neyi takdir etti ise öyle olacak düşünmüyorum. Allâh’a tevekkül ettim. Kaza-kaderimiz Allâh’ın elinde… Biz sadece duâ ederiz. Rabbimiz, sabrını da, kolaylığını da verir, inşâallâh!..

 

Bundan sonraki hedefin nedir?

Hüdâyî Kursu’nda ilim talebeliğimi tamamlamak istiyorum. Gittiğimde az bir ilmimle anneme anlattım, annem yumuşadı. Ağabeyim müslüman oldu ve müslüman bir hanımla evlendi. Fakat ikisi de İslâm’ı henüz bilmediği için gerektiği gibi yaşayamıyorlar. Ama domuz eti yemiyorlar.

Bundan sonra da aldığım ilmi yaşamak istiyorum. “Sonra ne olacak?” diye hiç endişe etmiyorum. Allah hangi kaderi verirse, onu kabul edeceğim. Tevekkül ve teslimiyet çok önemli... Annem bana:

“-Yirmi beş yaşında oldun. Tesettürlü olduğun için evde kaldın!” diyor. Ben de:

“-Hayır, sen yanlış düşünüyorsun. Ben kursta kaldım.” diyorum.

Annem bu yıl Türkiye’ye ameliyat olmak için geldi. Kursta benim yanımda kaldı. Hüdâyî Kursu’nu yakından gördü. Arkadaşlarımın ve hocalarımın ilgisini görünce hele de Osman Topbaş hocamızla görüşünce gönlü çok rahatladı. Osman Hocamızı görünce:

“-Bu kadar beyaz ve nûrlu bir insan görmedim.” dedi.

Osman hocamız, annemi görünce ona:

“-İslâm, tek hak din… İslam, ahlâk dinidir!” dedi. Annem de:

“-Ahlak için din lâzım! Biz elli sene dinsiz olarak yaşadık. Lütfen benim kızıma emanetime iyi bakın!” diye karşılık verdi. Osman hocamız:

“-O bizim kızımız… O İslâm’ı öğrenip en güzel yaşayacak!” dedi.

Buraya gelmesi, kursu görmesi, Osman Hocamızla tanışması gönlünü rahatlattı.  İnşâallâh îman da nasip olur. Şu an babamla görüşmüyorum, annemle gizli gizli haberleşiyoruz.

 Arnavutluk’ta hep:

“-Allâh’ım bana hakiki ilmin kapısını aç!” diye duâ etmiştim.

Bu kapı açıldı. İnşâallâh şimdi de hizmet kapısını açar. Her şey imtihan… Hep öğrendiklerime bakıyorum, bu dünyada hiçbir peygamber ve onun arkadaşları mutlu hayat yaşamamışlar, hep zorluklar çekmişler.

Biz âilemizle bile telefonda görüşmek için telefonumuza kontör yüklüyoruz, internet satın alıyoruz. Allah ile konuşmak istesek, Allah kendisine duâ ettiğimiz için bizden bir ücret istemiyor. Her an hazır… Ben derste çok soru sorunca, arkadaşlarım rahatsız oluyor. Ama ben Allah’tan durmadan bir şeyler istiyorum, O hiç rahatsız olmuyor.

Allah hep bizimle… Biz kendimiz için, hocalarımız için, mü’minler için duâ ediyoruz. O bizim sürekli istememizden rahatsız olmuyor. Biz aynı kişiden üç-beş defa bir şey istesek, o kişi bizden rahatsız olmaya başlar.

 

Son olarak buradan dergimiz okuyucularına mesajların nedir?

Herkesi hakiki İslâm’a dâvet ediyorum. Allâh’ın emir ve yasakları aslında zor değil, şeytan bize zor gösteriyor. Yeter ki, biz sabırlı olalım. Çünkü gerçek İslam, hayatı değiştiriyor. Yaşamak zor gibi gelse de emirleri yerine getirince aldığın huzur her şeyden kıymetli... İslâm, benim hayatımı değiştirdi. Bütün günahlarımı temizleyip mâsum bir bebek gibi yaptı beni... Bunu hissediyorum. Allah, şirk koşmayan herkesi affediyor. Herkes Allâh’a yönelsin. Tevekkül ve teslimiyet çok önemli… Sizin dersinizde öğrendiğimi de söyleyeyim:

“-Biz Allâh’a ve Peygamberimize itaat edersek, Allah da bizi sever ve günahlarımızı bağışlar. Bizden razı olur.”

İnşâallâh, Allâh’ın rızasına kavuşanlardan oluruz.

 

Şebnem Dergisi adına teşekkür ederiz. Rabbimiz üzerimizdeki hidayet nimetini artırsın ve cümlemizi, bu büyük nimetin kıymetini bilenlerden eylesin.

Âmin, inşâallâh.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle