Sükut Kafesindeki Sancılar

“Bir yıldızla konuşurum,

Susmuşum Meryem gibi

Söz işlemez yüreklere

Sükutum dağlar gibi…”

Ahmet MERCAN

 

Sancı dolu demler… Artık söylenecek hiçbir söz kalmaz… Meryem konuşur sadece, yüreği ve gözleriyle... İzleyelim ve görelim, Mevlâ ne gösterecek bu seyirde…

* * *

“Doğum sancısı, O’nu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevk etti. «Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!» dedi.” (Meryem, 23)

O kupkuru ağaç, nelere şâhitti. O zorlu imtihana karşı kulluğunu muhafaza etmeye çalışan Meryemciğin kucağındaki “Hayy” tecellisini doya doya seyretmenin hazzı... Dipdiri bir kalp, elinde ıtır ıtır cennet kokan bir diriliş muştusu… Târifi yok… Tahayyüllerin ötesinde bir manzara...

Sözlerin bittiği yer… Ve ardından gelir Rabbinin ihsanı…

(Hazret-i Meryem’in) aşağısından (İsa yahut melek) O’na şöyle seslendi: «Tasalanma! Rabb’in Senin alt yanında bir su arkı vücuda getirmiştir.»” (Meryem, 24)

Derken bir emir…

“Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.” (Meryem, 25)

Kurumuş hurma dalı eğivermişti, başını öylece… Sadece bir dokunuş, bir silkiniş kendine getirmişti susuz bedenini... Bazen ne olduğunu hatırlamak böylesi bir silkinişin derinliğinde gizliydi. Bu eller Meryem’in her şeye rağmen hayata tutunmasını bilen, ümit ufkuna duâ duâ açılan elleriydi. Bu yüzden «dalı silkele» buyuruyordu Rabbi… «Dalı silkele!..»

İçimizde yankı olup iliklerimize kadar işlemeli bu ifade… Uyuşan yerlerimize biraz iğne batırmalı belki de… Neden mi? Ne vakit önümüze bir mâni çıksa… Ve ne zaman yüreğimizin zorlandığını hissetsek, büsbütün bırakıveririz kendimizi… Olmadıysa bir kez, ne de çabuk yitiriveririz umutlarımızı… Zafer yelkenlisi vurmayıversin ümitsizlik sahiline… Ne de zordur aczi her nefeste çekmek sineye…

Aczi duymak güzel… Ama asıl maharet, yılgınlığa sürüklenmekten kurtarmak yüreğimizi… Zayıflık, kulluğun icaplarından birinden değil midir zaten… Mesele, acze rağmen ümidi kesmemekte… İçimizin sağlam taraflarına tutunup ayağa kalkmak belki de…

Meryem de ayağa kalkacaktı yeniden… Bütün atâlet kabuklarını kıran bir emrin muhatabı, tevekkül omzunun gözü yaşlı, yalnız bir misafiriydi o..

Ve yine bir emir…

“Ye, iç! Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: «Ben çok merhametli olan Allah’a oruç adadım. Artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.»” (Meryem, 26)

Rivayete göre, Hazret-i Meryem’in kavminde yiyip içmeden oruç tutulduğu gibi, konuşmamak sûretiyle de oruç tutulurdu. Yahut oruçlu iken yeme içmeden kaçınıldığı gibi, konuşmaktan da sakınılırdı..

Konuşmayacaktı Meryem… Ne bir terennüm, ne bir fısıldama… Her sancı, sükutu bu kadar çabuk mu getirir ardı sıra... Ya ne yapacaktı? Öyle hiç konuşmadan sus-pus… Karşısına dikilip kimbilir neler söyleyeceklerdi?! Ne iftiralar savuracaklardı o kadife sîmanın perdeler ardına gizlenmişcesine bakan, puslu, ama berrak gözlerine..

Peki ya, Meryem, konuşsa ne olacaktı? Kime söz geçirecek, neyi değiştirebilecekti ki sanki… Kucağında, Rabbinin takdiri minicik bir çocuk, karşısında taassubundan zerre ödün vermeyen Benî İsrail… En güzeli susmaktı… Susmanın verdiği sükûnetle, münkirin hiddetine galebe çalmak… Emri yerine getirmenin ferahlığına, susamışcasına susmaya koşmak..

Sükût bir örtüdür, şimdi Meryem’e…

* * *

Hadi, şimdi biraz kapat gözlerini... Yine aynı ağacın altındayız… Her şey bir yana şimdi, bir ân sükût sohbeti yapalım yüreğinle… Yanında halka olmuş sâlihlerden, bir güzîde topluluk… Ve… Ssadece sükut… Günlük bütün telaş ve gürültülerden hatta en sevdiğiniz melodiden, güzelliği bile çağrıştırsa, bütün seslerden sıyrılıp, sadece yüreğine şunu fısılda… Şişş… Haydi biraz sakinleş... Sükut… Sessiz çığlıklarım… Depremlerim, kasırgalarım... Biraz sükûnet..

Haksızlıkların kol gezdiği, mazlûmların gözyaşları oluk oluk boşalırken, gömüldüğü yalnızlığa mı sükût… Eriyen insanlığın damıtılarak, konserveleştirildiği kavanoz dünyalara mı?

Neye sükût edeyim deme… Bu sükût, bir hazırlık… Kelimelerle kurulu dünyamız, lügatlerin örtüsü altına bazen öyle gizlenir ki, gören göz şaşı olur, yorgun gönül ise âmâ... Ama sessizlik yalındır, örtüsü şeffaftır… Yalan da yoktur. Dürüsttür. Bu yüzden sessizlikte sezeriz, pek çok hakikati… İnsan, kendine şöyle bir yolculuk yapmadan, kendini tanımadan neye çare bulabilir ki... Kendi ruh coğrafyasını tanımayanlar, başkasının gönül iklimine giden yolu kimden sorabilir ki?!.

Suskun kalmak değil… İçimize dönüp, kendimizi sessizliğin aynasında seyretmek adına, şimdi biraz sükût…

* * *

İsa -aleyhisselâm-’ın doğuşu ile, kavmin arasında büyük bir iftira ve dedikodu furyası baş gösterdi. Ne bilsin, yarasa, güneşin doğuşunu hiç görmemiştir ki… Kendi karanlık mağarasında durduğu yerden, aydınlıklar ülkesine savurmaya başlar iğreti çığlıklarını…

(Meryem) nihayet O’nu (İsa’yı kucağında) taşıyarak kavmine getirdi.

Dediler ki:

«-Ey Meryem!.. Hakîkaten sen iğrenç bir iş yaptın! Ey Harun’un kızkardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen iffetsiz de değildi.»” (Meryem, 27-28)

Sabırla bekledi Meryem… Ağır bir imtihan… Hayatı boyunca içli gözyaşları dökerken içinde bir nilüfer çiçeği gibi büyüttüğü, iffeti… Bunca korunmuşluğa rağmen, ne de büyük bir imtihan sebebiydi. Hassasiyetiyle sınanıyordu Meryem… Güzelliğinin tam zıddı bir duruma mâruz kalan Meryem, şimdi büyük bir mûcizeyle aklanacak ve safiyeti bir kez daha onaylanacaktı.

Kavmin münasebetsiz tavırları artınca, Allah’ın inayeti erişti ve:

“Bunun üzerine Meryem, çocuğu gösterdi. Dediler ki: «Biz beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?»” (Meryem, 29)

Onlar çocukla konuşamayacaklardı. Ama çocuk, onlarla hayatlarında bir daha asla unutamayacakları bir biçimde konuşacaktı. Keşke O’nu gerçekten duymuş olsalardı.

İsa -aleyhisselâm- beşikte iken, Allah’ın izniyle dile geldi ve şöyle söyledi:

“Ben Allah’ın (seçilmiş bir kuluyum! O, bana Kitab’ı verdi ve beni peygamber yaptı!.. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti. Beni anneme saygılı kıldı; beni bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve kabirden diri olarak kaldırılacağım gün bana selâm olsun.” (Meryem, 30-33)

Benî İsrail dehşet içinde… Sözlerin tükendiği yer!.. Mûcize apaçık ortada… İsyan edenlerin çığırtkanlıkları ise, tam bir hezeyan… Yarasaların kaçışıp gittiği an..

Meryem… Şükür içinde döktüğü gözyaşları, “rûhullah”ın saçlarına rahmet olmuş yağıyor. Anneciğinin umudu süzülüyor, minik yanaklarından damla damla… Meryem’in gözyaşları, sükût misafirinin gönül evine konuktur artık…

Kıyamete kadar muhayyilede yaşayacak âbidevî bir tablo…

* * *

Ve İsa’nın söyledikleri bununla da bitmeyecektir. Tıpkı annesine iftira edenlere cevaplarını verdiği gibi, kendisine iftira atanları da Rabbine şikâyet edecektir.

“O zaman Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara:

«Beni ve anamı, Allah’tan başka iki Tanrı bilin!» diye sen mi dedin» buyurduğunda, O (İsa diyecektir ki):

«-Haşa! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, şüphesiz ki, Sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben Onlara, ancak bana bildirdiğini söyledim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!..» dedim.” (Maide, 116-117)

* * *

İçimizde bir Meryem ağlıyor hâlâ.. İnlemede…

Tutsak… Âzâd olacağı günü beklemede… Hürriyet ülkesindeki kulluk başşehrine…

Gönül mâbedimizin garip kalmış misafiri…

Asrımıza sunduğu hediye… Pâk ellerinde iffet cevheri… O’nun emâneti..

İçimizdeki Meryem, kaybolan kadınlığımız… Mukaddesatımız…

Sırtımızdaki annelik yükü… Hayat sırrımız...

O hâlde haydi… Kalkmadan şu ağacın altından, içimizdeki Meryem’le hâlleşmeye…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle