Su Kasidesi -7-

Ravza-i kûyuna her dem durmayub eyler güzâr Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş-reftâre su (Su, her zaman Sen’in cennet misâli mahallenin bahçesine (Ravza’ya) doğru akar. Galiba o da, o serviye benzeyen nazlı gidişli, hoş yürüyüşlü güzele âşık olmuş.)

Sanatlar: Sevgilinin serviye benzetilmesinde “açık istiâre”; Su’yun, bir insan gibi güzel’e âşık olmasında “teşhis”; Sevgili’nin bulunduğu köşenin (ravza-i kûy) cennete benzetilmesinde “teşbîh”; suyun akış sebebinin bilmezden gelinmesinde “tecâhül-i ârif”; normalde servilerin dibinde akan suyun, sanki serviye âşık olduğu için orada akması sebebine dayandırılmasında “hüsn-i tâlil” sanatı vardır.

Gönül Gözü ile Mânâsı: Allah Teâlâ’nın, hakkında “Her canlı/diri şeyi sudan yarattık…” (el-Enbiyâ, 30) buyurduğu ve insanlığa hayat bahşeden “su” bile; Dünya’nın ısı ve ışığını Ay ve Güneş’ten alması misâli, enerjisini O’ndan (sav) alarak hayat kazanır. İnsana hayat veren su, suya hayat veren de Allah Rasûlü’nün muhabbet ve hasretidir.

Gerçekten maddî dünyadaki hayat suyla başlamış ve su ile devam etmektedir. Bütün canlılar ve insan, sudan mahrum kalınca uzun süre yaşayamaz. İnsan için su, nasıl bir hayat kaynağı ise; bütün kâinât için de mânevî hayat kaynağı, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Her şey âdeta O’na dönmüş bir hâlde; O’na bakmanın, O’na kavuşmanın hasreti içindedir. O’nunla dolu oldukça, hayat devam eder. O’ndan uzak düşünce mânevî hayat kurur, çoraklaşır. Kalpler, O’nun muhabbetiyle hayat bulur, rızıklanır.

Kâinâtın yaratılış sebebi, muhabbetin çekim noktası, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğu için yeryüzündeki su (hayat) da var olmak ve varlığını devam ettirebilmek için Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş o mâsum Nebî’nin ayaklarına ulaşmaya çalışır. Nasıl nehirler, bir denize kavuşmak için dağlardan ovalardan süzülüp gelir, uzun yolları aşar ve nihayet büyük sularda (deniz ve okyanusta) kaybolup giderse, o hayat kaynağı su da, hayatın merkezi olan Peygamber Efendimize kavuşmak için yönünü O’na döndürür. Bilir ki, denize kavuşmayan sular, yok olur gider. Buharlaşır, geride bir izi kalmaz.

Bu yüzden Allah Rasûlü’ne varmayan yollar, O’na muhabbet ve hasret beslemeyen canlar da varmış gibi görünse de aslında yokturlar. Varlıkları devam etmez. Sonları ebterdir, kesiktir, güdüktür. O’na varan canlar, can bulur, hayat bulur. Mânen ebedîleşir; kevsere kavuşmuş gibi artar, bereketlenir, gürbüzleşir.

Âşığın gönlü ve gözü, dâim sevdiğindedir. O’ndan bir işaret gelse de, gelmese de kendisini O’nun ayaklarına atmaya adamıştır. O’nun bir işareti, bir îmâsı mâşuğu kendisine çekmeye yeter. Aslında aşka düşen kimse, âşıktan hiçbir işaret gelmese de âşık olmaktan memnundur. Aşk ateşinin yakışı, bu esnada karşılaştığı zorluklar, ona büyük bir lezzet verir. Âşık, sadece âşık olmakla bile mutludur. Âşığın gönlü, mâşuğuna kaydığı gibi, ayakları da ister istemez sevgilinin mahallesine meyleder. O, ayaklarının kendi başına bu şekilde seyirtmesinde mâzurdur. Gönül neredeyse, göz oraya meyleder. Göz neredeyse, gönül de oraya akar.

Suyun, servi ağacının olduğu yere doğru akması, tabiî meylinden olsa da, şâir bu akışı, aşkın gerçek sahibi olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bağlamış ve kâinâtta var olan bu zâhirî sebep yerine başka bir sebep yakıştırmıştır. Edebî bir sanat çeşidi olan “Hüsn-i Ta’lîl”i bu şekilde şiirle işlerken; bir de coğrafî bir hakikate işaret etmiştir. Şöyle ki: Şâirin bulunduğu Irak topraklarına dökülen Dicle Nehri, hakikatte hep güneye, Medîne-i Münevvere’ye doğru akmaktadır. Mâdem ki Dicle Nehri’nin akış yönü, Ravza’ya doğrudur; o hâlde bunun sebebi de olsa olsa, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuşma isteği olabilir.

 Tabiatta servi ağacı, su kenarlarında bulunur; su da hep servi ağacına doğru meyillidir, öyle akar. Şair; suyun hoş yürüyüşlü, servi boylu Rasûlullâh Efendimiz’e doğru meylederek akmasını, O’na olan tutku ve muhabbetine bağlamaktadır. Bu baş koyuş, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübarek varlığının hâlen var olduğu “cennet bahçesi” olarak addedilen Ravza-i Mutahhara’da hakikat bulur. Zira orası, dünya hayatında cennet bahçesine girebilme şerefine nâil olma makamıdır. Bu inanışı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu hadîsiyle beyân buyurur:

“Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” (Buhârî, Fadlu’s-Salât, 5; Müslim, Hac, 505-510)

Bu sebeple günümüzde hacılar, dünya hayatında cennetten bir mekân olan bu yerde iki rekat namaz kılabilmek için birbirleriyle âdeta yarış hâlindedirler.

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’de cennet tasvir edilirken sık sık “altından ırmaklar akan cennet bahçeleri” tâbiri kullanılmaktadır. Peygamber Efendimizin kabrinin bulunduğu yer “cennet bahçeleri” ise, onun altından da ırmaklar akması tabiîdir. Yeryüzündeki suların da bu hâle gıpta ederek, o cennet bahçesine kavuşma ve onun altından akma iştiyâkı da tabiîdir. Öyle bir cennet bahçesi ki, yanında Allâh’ın Habîbi yatmaktadır. O cennet bahçesine kavuşan su, hem cennet ırmağına dönüşecek, hem de Allâh’ın Sevgilisi olan Rasûl-i Ekrem’e kavuşacaktır. Böyle büyük bir nâiliyetten kim mahrum kalmak ister ki?!

Şair; suyun da kendisi gibi o servi boyluya meftun olmasını kıskanır. Zira gerçek aşk, ortak istemez. Suyun Sevgili’ye olan bu bağlılık, sadakat ve düşkünlüğü âşığı rahatsız eder. Bu sebeple bir an önce toprak olup da bu suyun akışına bend olma arzusu taşır. Böylece Sevgili’ye kendisinden başka gidecek, O’nun ayağına yüz sürecek kimse kalmayacaktır. Seven ve sevilen varken, üçüncüsü ağyârdır, yabancıdır.

Eşrefoğlu Rûmî de öyle demez mi:

Yok idi levh ü kalem, aşk var idi.

Âşık u mâşuk u aşk bir yâr idi.

Aşk u âşık u mâşuk bir iken,

Cebrâil ol arada ağyâr idi.Formun Üstü

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle