Mürşid_İ Kamiller, Manevi Evlatlarını Kendileri Seçerler

Kıymetli okuyucularımız;

Sizleri bu ay, ömrünün çocukluk ve gençlik devresini büyük zorluklarla geçiren, buna rağmen yaşadığı bu sıkıntıları, “Rabbinin kendisine ikram edeceği bir nîmete hazırlık devresi” olarak gören, bu yüzden kendisine çile çektiren herkese cân u gönülden duâ ederek büyük bir ibretlik hâl sergileyen Hatice Daştan Hanımefendi ile tanıştıracağız.

Bilenler bilir, Hatice Teyzemiz İstanbul’a geldikten kısa bir müddet sonra, merhum Mûsâ Topbaş Efendimizin devlethanelerinde hizmet etmeye başlamış ve gücü yettiğince hâlâ hizmete devam ediyor. Bir taraftan da hanımların ve üniversiteli gençlerin sohbetlerinde onlara mânevî ablalık yapıyor. Biz de Hâce Mûsâ Topbaş Efendimizin işaret buyurduğu üzere, bu ibretli hayattan hisse almak için sizleri sohbetimize iştirak etmek üzere aramıza dâvet ediyoruz. Buyrun, hayata, bir de bu pencereden bakıp tanımaya…

 

Kıymetli Hatice Hanım, sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

Efendim, hasbihâlimize başlamadan evvel bir hususu bildirmek isterim. Hayatım, evlenene kadar çok zor imtihanlarla geçti. Ben Rabbimin kaderinden râzıyım, şikâyetçi değilim. Şikâyetçi olmadığım için de kimseye anlatmamıştım. Tâ ki, -himmeti hazır olsun- bir gün merhum Mûsa Topbaş Efendimiz, bana durup dururken:

“-Kızım, Hatice Hanım! Çocukluğunuzda yaşadıklarınızı, başınızdan geçen imtihanlarınızı gençlere anlatın, olur mu? Sohbetlerde de anlatın! Dinleyenler, kıssadan hisse alırlar.” dediler.

Ben donup kaldım. Çünkü kendilerine başımdan geçen hâdiseleri hiç anlatmamıştım. Başka kimseye de anlatmamıştım. Beyim, çocuklarım dahî, size şu anlattıklarımı bilmezler, hiç söylemedim. Ben Mûsâ Efendimizin bu kerâmetine sükût ettim. Bir şey diyemedim.

Şehbal’ler açılınca, “ibretli hayat hikâyeleri” diye dersler olunca, Süreyya Vâlidemiz bizi de gönderdiler, o zaman gençlere anlatmaya başladım. Bugün de dergiye anlatıyorsam, Mûsâ Efendimizin bu isteği sebebiyledir. İnşâallâh, dedikleri gibi, kıssadan hisse alınır da biz de vazifemizi yerine getirmiş oluruz.

Hayatıma gelince…

Efendim, aslen Tekirdağ Malkara doğumluyum. Bendeniz henüz iki yaşımda iken, babam vefat etmiş. Annem, dört çocukla ortada kalınca, bizi alıp memleketi Balıkesir Bandırma’ya annesinin evine götürmüş. Bize bakabilmek için çalışmaya başlamış. Çalıştığı hâlde bize bakmakta zorlanınca, beni evlâtlığa verdiler. On altı yaşıma kadar, dört ayrı yere evlâtlık verildim.

 İlk olarak, ben henüz beş yaşında iken İzmir’de bir âileye verildim. Kendim de hâlâ hatırlıyorum o anları... İzmir’deki o hayatımı unutamam, Allah hepsinden râzı olsun! Beni evlatlık alan âile, memur bir âile idi; hiç çocukları olmamış. Annemin sağlığında iken bize geldiler, kardeşlerimin arasından beni seçip istemişler. Onlar daha sonra İzmir’e döndüler.

Takip eden günlerin birinde, bir gece annem beni yıkadı. Saçlarımı taradı, bağrına bastı, gece yanıma yattı. Ertesi gün anneannem ve anneciğimle beraber yola çıktık. Anneciğim, Bandırma Otobüs Terminali’ne kadar beni sırtında taşıdı. Gözyaşları içinde, beni ve anneannemi yolcu etti. Bizi, sabaha karşı İzmir’de bir erkek karşıladı. Evine götürdü.

Evine girdik; divanda hasta yatan bir hanım vardı. Tabiî ben yabancı bir eve girmenin çekingenliği ile etrafa bakınırken, hasta yatan hanım bana:

“-Gel kızım; bak, ben hasta idim. Ameliyat oldum. O yüzden seni sütanneye vermiştim. Ben senin gerçek annenim! Şimdi iyileştim, hastaneden de çıktım. Artık sana kendim bakacağım!” dedi.

Ben, pek oralı olmadım. Biz o gece anneannemle yattık. Sabah kalkınca ben anneannemi göremedim. Ağlamaya başladım. Tekrar bana aynı şeyi söyleyip sakinleştirmeye çalıştılar. Ben:

“-Hayır, siz benim annem değilsiniz!” diye onlara karşı çıkıyordum.

Birkaç gün sonra sakinleştim. Çocuksunuz, bir şey yapacak gücünüz yok! Ama o âile o kadar iyi insanlardı ki, anlatamam. Babam, her akşam eve gelirken bir çikolata getirir, başının üstüne koyar:

“-Bu kimin?” derdi.

Ben de hemen koşar, yanaklarından öper, çikolatayı alırdım. Beni öz evlâtlarıymışım gibi benimseyip sevmişlerdi. Her hafta özel terziye götürürler, yeni elbiseler diktirirlerdi. Hasta olduğum zaman kucaklarından indirmezlerdi. Çocukluğumun en güzel günlerini o evde yaşamışımdır. O âilede iki yıl kaldım.

Bir gün üvey annem, bana:

“-Sütannen rahatsızlanmış, onu ziyarete gideceksin!” dedi.

Meğer öz anneciğim, Tekel’de çalışırken radyoda bir şarkı sözü üzerine bayılıvermiş. O sözler de şöyleymiş:

“Ayrılık yarı ölmekmiş;

O, ateşten gömlekmiş!”

Annemi âcilen hastaneye kaldırmışlar. Eski doktorlar başka imiş; annemi muayene ettikten sonra:

“-Bu bir hasretlik mi çekiyor?” diye sormuşlar. Yanındakiler de:

“-Evet, kızını evlâtlık verdi. O da İzmir’de!” demişler.

Annem safra kesesinden ameliyat olacakmış. Doktor bunun üzerine annemi İzmir Devlet Hastahânesi’ne sevk etmiş ve:

“-Oraya gidince kızını mutlaka görsün!” demiş.

Annem İzmir’e gelmiş, ameliyat olmuş. Beni de ziyarete götürdüler. Beni çok güzel giydirdiler; kırmızı takım elbise, kırmızı bere, rugan ayakkabılar… Ellerimde beyaz eldiven, kolumda beyaz çanta... Hastaneye gittik.

“-Bandırmalı Ayşe!” diye annemi anons ettiler.

Annem, beyaz geceliklerle merdivenlerden indi, geldi, bana sımsıkı sarıldı. Ben sarılamıyorum, annemi unutmuşum. Çocuğum sonuçta... Daha sonra hastahâneden çıkınca bizim eve geldi. Yanında kız kardeşi, yani teyzem de var. Teyzem bir ara beni yalnız bulunca:

“-Ölenle olana çare yok! Sen gerçeği bilmelisin. Buradakiler senin gerçek âilen değil! Sütannen zannettiğin Ayşe Annen, senin öz annendir. Benim beyim askerde… O askerden gelince biz seni buradan alacağız!” dedi.

Onlar iki gece kaldı, sonra da teyzemle beraber gittiler. Ben de üvey anneme:

“-Siz benim gerçek annem değil misiniz?” dedim.

O zaman kanunlarda bir karı-koca kırk yaşına gelmeden evlâtlık alamıyorlarmış. Onlar da henüz kırk yaşlarına gelmedikleri için, gerçek annem beni geri alabilirmiş. Üvey annem, beni geri alacaklarını öğrenince tekrar hastalandı, yataklara düştü. Üvey babam, her akşam Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan bir çocuk getirir, anneme gösterirdi. Annem:

“-İçim ısınmadı!” derdi.

Babam da ertesi gün tekrar geri götürürdü. Daha sonra üvey annemle beraber Bandırma’ya gittik. Bir akrabasının evindeyiz. Üvey annem, üzüntüsünden iki büklüm… O sırada kapı çalındı, beni teyzem almaya gelmiş. Bana:

“-Sana elbise diktireceğiz, terziyi de teyzen biliyor. Sen şimdi teyzenle git!” dediler.

Ben:

“-Hayır, terziye gitmek istemiyorum. Annemin yanında kalacağım!” diyordum.

Üvey annemin acısı yüzünden okunuyordu âdeta… Teyzem birden beni kucağına alıp hızla dışarı çıkardı. Ben gitmemek için çırpınıyorum. Sokağın başında annem bekliyormuş, o kucağına aldı.

“Kızım, ben senin gerçek annenim!” deyip sımsıkı sarıldıkça, ben:

“-Hayır, sen benim annem değilsin!” diyerek ağlıyordum.

Beni zorla eve götürdüler. Gece evden kaçtım, peşimden yakalamaya çalıştılar. Birkaç gece böyle kaçmaya çalıştım. Annem sabahları işe gidiyordu. Bir gün işe gidince yeniden evden kaçtım. Üvey annemle kaldığımız eve geldim. O sırada sütçü geldi. Evin sahibesi dışarı süt almaya çıktı. Kapı böylece açılınca ben hemen ona doğru koştum. Kadın:

“-Annen burada değil!..” diyerek kapıyı yüzüme kapattı.

Sonradan öğrendim ki, üvey annem içerdeymiş ve ağlıyormuş. Artık hiçbir ümit kalmayınca gerçekleri kabullendim.

O sene okula yazıldım. Birinci sınıfı bitirdim, karnemi aldıktan bir ay sonra Temmuz ayında annem vefat etti. Biz tamamen yalnız kalmış olduk.

Devlet, ortaokulu bitiren ağabeyimi, askerî okula yazdırarak himayesine aldı. Beni ve kardeşlerimi de dayımız aldı. Muhtar, eve gelip kaşıklara varana kadar sayım yaparak mirası belirledi galiba… Daha sonra henüz iki ay geçmeden dayım beni başka bir yere evlâtlık verdi.

Bu gittiğim yerde hanım, tek başına yaşıyordu. Beyi ve kızı veremden ölmüş. Benim ilk imtihanlarım orada başladı işte... O hanım, beni evlâtlıktan öte, bir hizmetçi ve besleme olarak almış, anladığım kadarı ile… Sekiz yaşındaydım. Ama evi silmek, süpürmek, evin her işini ben yapıyordum, yapabildiğim kadarı ile… Ama Allah râzı olsun, beni bazen hafta sonları anneanneme ziyarete gönderirdi. Bir defasında anneanneme gelince bir daha oraya gitmek istemediğimi söyledim. Beni zorlamadılar. Orada bir yıl zor şartlar altında yaşamıştım çünkü... İkinci sınıfı da oradayken bitirmiştim.

Çocukluğumun o döneminde unutamadığım bir hatıra vardır. Onu da anlatmadan geçemeyeceğim:

Ramazan ayıydı. Yakınımızda Havacılık Okulu vardı. Bizim gibi maddî durumu iyi olmayan on çocuğu bir arabaya bindirip askeriyeye götürdüler. Askeriye’de bizi büyük çadırların içine aldılar. Çadırın içinde ellerinde poşetler bulunan genç hanımlar vardı. Her birimizi bir hanım alıp götürüyordu. Bir tanesi de beni alıp götürdü. Tepeden tırnağa giydirdi. Başımdaki kurdeleye varana kadar her şeyimi alıp yeniledi. Sonra bizi yemek yemeğe götürdüler. Ben de oruçluydum. Ve ben yemek yemedim. Ama oradaki bütün çocuklar, yeni elbiseleri olduğu için çok sevinçliydi. Ben o durumu yaşadığım için, çocuk sevindirmenin ne kadar önemli olduğunu biliyor ve bugün de elimden geldiği kadar önce çocuklara yardım etmeye gayret ediyorum. O lezzeti her çocuğa yaşatmalı!.. Sevmeyi, sevilmeyi, mutlu olmayı her çocuk tatmalı!..

Dokuz yaşına girdiğim ve üçüncü sınıfa başladığım zaman, başka bir yere evlâtlık verildim. Böylelikle üçüncü defa evlâtlık olarak verilmiştim. Onlar da beni bir önceki hanım gibi, evlâtlık için değil, çalıştırmak için almış. Sabah olunca aşağı kattan bastonu ile vurarak uyandırırdı cici annem… O evdeyken hiç saat yediye kadar yatamadım. Saat yediden evvel kalkıp sekiz buçuğa kadar üst kattaki odaları, banyoyu ve kuzine sobayı temizler, hazırlardım. Üç-dört kat aşağıdan odun-kömür taşırdım. Eğer sekiz buçuğa kadar bu işleri yetiştiremezsem ceza olarak, o günkü kahvaltıyı hak etmediğim söylenir ve kahvaltı yapamazdım. Yetiştirirsem kahvaltı yapabilirdim.

Bir gün kahvaltıyı yaptık, ben sofrayı topladım. Okula gitmeden evvel, mutfakta iki dilim ekmekle Bandırma’nın kelle peyniri vardır. Ondan çok az alıp okul çantama koydum. Okulda yemek için... İşte olacak ya, okulun tam karşısında cici annemin amcasının oğlu oturuyordu. O gün cici annem oraya gelmiş. Biz de teneffüsteyiz. Arkadaşlarım ip atlıyor, ben de duvara dayanmış, peynir ekmeğimi yiyorum. Dokuz yaşında çocuğum; yarı aç, yarı tok geziyorum. Aldığım ekmeğin izinsiz alınmasının hırsızlık olacağını kestiremiyorsunuz. Tam bir lokma ağzıma götürmüştüm ki, karşımda cici annem, okulun demir çitlerinin oradan bana bakıyor. Bana işaret edip yanına çağırdı. Ben yanına giderken elimdeki ekmeği hemen arkadaşıma verdim, korkuyla yanına gittim. Korkudan ne diyeceğimi bilemiyorum. Cici annem:

“-Elindeki neydi?” dedi. Ben de:

“-Arkadaşımın ekmeği, biraz bana vermişti!..” diye korkuyla hemen yalan söyledim.

Orada bana:

“-Yalancı, hırsız!..” deyip iki tokat attı.

Tabiî bütün arkadaşlarım da görüyor olanları… Ben nasıl mahcup oldum, anlatamam artık…

Cumartesi günleri pazara giderdik. Cici annem alır her şeyi, ben taşırdım; kollarım kopardı. Pazardan getirdiklerimizi yerleştirdim. Cici annem yoktu, bir tane elma aldım, yedim. Meğer elmaları da sayıp almış. Gelince saydı, eksik olunca bir tokat da o zaman yedim. Bir daha aslâ evden bir şey yemedim. Sofrada onların yanında ne yersem oydu yediğim… Pazardan meyveler gelince elmaları koklar, bazen dayanamaz yalar, öyle koyardım.

Aradan uzun zamanlar geçse de bana hırsız demeyi bırakmadı. Birisi beni beğenip takdir etse:

“-Aman ne güzel kız, ne becerikli!” deseler, hemen:

“-Ama bir kusuru var; hırsız!” derdi.

Tabiî, bunun çocuk rûhunda ne derin yaralar açacağını tahmin edebilirsiniz. Hele yetimseniz ve sahipsizseniz daha çok kırık oluyor yüreğiniz. Bir hata yapsam, hemen dayıma şikâyete giderdi. Dayım gelir, aşağı yanına çağırır, merdivene oturtup kulak memenize tırnaklarını geçirir ya da küçük parmağımı üçe katlar ya da ayva çubuğu ile gelirdi.

Dayım, bunları diğer kardeşlerime de yaparmış meğer… Tamamen yalnızdık; kimi, kime şikâyet edelim. Bir hizmetçi gibiydim, çocuk olduğumun farkında değiller gibiydi. Bazı işleri öğretmeden yapmamı isterlerdi. Yapamayınca da dayak yerdim. Bir gün patiska yorganı söktüm, yıkadım, ütüledim, tekrar kaplarken köşelerini yanlış kaplamışım. Bana “Sökerken nasıl dikkat etmedin!” diyerek kızmış, ellerime iğneyi batırarak yenisini göstermişti. Herkesi Allah farklı yaratmış, o çok celâl sıfatlı idi. Yanlışlığa hiç tahammül edemezdi.

 On yaşındaki çocuk, bir evi badana yapabilir mi? Bayram yaklaşmıştı. Bana:

“-Yukarıda kireç var, onunla mutfağı badana yap!” dedi.

Ben de hiç badana yapmayı bilmediğim için ellerimi kirece sokmuşum ellerim paramparça oldu. Tabiî ertesi gün bayram… Eve gelen giden olacak, ellerimi görecek! O yüzden cici annem, çarşıdan gliserin getirdi. İçine limon koyup karıştırdı, ellerime sürdü. Ama nasıl yanıyor ellerim?! O sırada dışarıda yağmur yağıyor, soğuk rüzgâr var. Ellerimi camdan çıkardım; acısından gözyaşlarım yağmurla yarışıyor âdeta… Ertesi gün bana hiç bulaşık yıkatmadı. Elhamdülillah, o günler de geçti. Neler geçmiyor hayatta, değil mi?

 Bu arada onbeş yaşıma geldim. Bir gün kapımız çalındı. Yukarıdan baktım, kapıda bir subay!.. Cici annem:

“-Al içeriye!” dedi.

İçeriye aldım. Aşağıda Cici annemle konuştular, o gitti. Cici annem:

“-O gelen senin ağabeyindi.” dedi.

Düşünün, içeriye aldım, onu gördüm, ama tanımadım. Onu gönderdikten sonra bana ağabeyim olduğunu söylüyorlar.

Ağabeyim subay olmuş, tayini memleketimiz Malkara’ya çıkmış. Amcamın kızının yanına yerleşmiş. Benim çok eziyet çektiğimi duyunca, beni kaçırmak için kendince bir plân yapmış. Cici annemler önceden gelen akraba ve tanıdıklarımla beni hiç görüştürmezdi zaten…

Ağabeyim de bunu öğrenince cici anneme:

“-Ben sözlendim. Bu hafta Pazar günü nişanım var. Nişanlıma ve akrabalarıma Birsen’i (benim nüfustaki adım) de nişana getireceğim diye söz verdim. Siz onu benimle gönderin, ben hemen ertesi günü size ellerimle teslim edeceğim!” demiş.

Onlar da inanmışlar. Bana:

“-Ağabeyin yarın gelecek, seni nişanına götürecek!” dediler.

Benim gelirken getirdiğim küçücük valizim vardı. Ona birkaç parça eşya koydum. Ağabeyim geldi, beni aldı. Yolda ağabeyimle tanıştık, konuştuk. Ben, tabiî yıllar sonra kardeşlerimi, akrabalarımı göreceğim diye çok heyecanlıyım. Halamlara geldik; içeri girdik. Bana hiç:

“-Hoş geldin!” diyen yok.

Herkesin elini öptüm, kedi gibi kenara büzüldüm oturdum. Meğer onlar da beni tanımamış, ağabeyimin yaptığı plândan, beni kaçırdığından haberleri yok! Zannetmişler ki abim bir kız kaçırdı, geldi. Sonra ağabeyim açıklama yaptı:

“-Siz, «Birsen ne hâlde?!» deyip duruyordunuz, alın size Birsen’i getirdim!” deyince halam kalkıp beni sımsıkı kucakladı.

Ağabeyim bir daha oraya göndermedi. Cici annem, ben gelmeyince çok üzülmüş; eve girememiş, iki buçuk ay ağabeyinin evinde kalmış. Demek, o kadar eziyet etmelerine rağmen beni çok sevmiş. O günlerde bir rüya görmüş; rüyasında bana elma veriyormuş. Ben de:

“-Yok, almam! Sen bana kızarsın, hırsız dersin. Ben artık elma yemem!” demişim.

Tabiî uyanınca yaptıklarını hatırlamış ve çok üzülmüş. O kış eve hiç elma alınmamış, kendisi de o kış hiç elma yememiş.

Daha sonra halamın evinde kalırken misafirlerimiz geldi. Bir genç kız var; elinde bir bohça işliyor:

“-Yakında nişanım var!..” dedi.

Giderlerken halamdan beni yardım etmem için göndermesini istediler. Halam da “Olur!” dedi. Sahipsiz olunca, hangi akrabanın işi varsa, gelip götürürdü. Beni götürdüler. Nişana kadar evi temizleme, çeyiz hazırlama derken nişan günü geldi. Misafirlere ikramda bulunuyorum. Güneş gözlüğü takmış bir genç, her ikramdan sonra bana:

“-Elinize sağlık!” diyor.

Meğer damat beyin kardeşiymiş. O genç:

“-Bu İstanbul şîvesi ile konuşan kız, kimin kızı? Herhalde nişanlı!..” diye soruyor.

Onlar da benim kim olduğumu söylüyorlar. Ve:

“-Bu temiz kızı da sana yapalım!” diyorlar. O da:

“-Tamam, olur!” diyor.

Sonra bana sordular:

“-Yalnız beyefendinin bir kusuru var, gözünün biri küçükmüş!” dediler. Ben de:

“-Kusur Allah’tan… Ama ben evlenemem; benim ne çeyizim var, ne de benimle ilgilenecek kimsem! Ağabeyim de burada değil! Olmaz!..” dedim.

Yılmaz Bey’e durumu bildirmişler. O da:

“-Bana çeyiz lâzım değil; bana can yoldaşı olsun yeter!” demiş.

O âilesi ile beraber dönmüş; ağabeyime de haber göndermişler. O sırada Bandırma’ya, yanıma dayım geldi. Hep dayak yediğimiz dayım, meğer cici annem ile anlaşmış!.. Benim tekrar onlara geri dönmem için dayıma para verip haber göndermişler. Dayım geldi, ama ben korkudan titriyorum, tekrar geri verecek diye… Beni bir odaya aldı. Çok yumuşak bir şekilde konuştu:

“-Bak kızım, eğer gitmek istersen götürürüm. Yok, eğer burada rahatsan veya hayırlı tâliplerin çıkarsa, evlen!..” dedi.

Ben de bana tâlip olanları anlattım. Dayım:

“-Tamam, o zaman!” dedi.

Subay ağabeyim tatbikattaydı; geldi, durum anlatıldı. Ağabeyim:

“-Ben bir göze, iki göz vermem!” dedi.

Ortalık karıştı. Hiç kimse evlenmemi istemiyor, gözünün biri sakat diye… Yılmaz Bey on yaşında iken kaza geçirmiş; gözünün biri, diğerine göre küçük… Bu yüzden istemiyorlar. Ben içimden düşünüyorum; şimdi hayır desem, yazık, gözümden dolayı beni beğenmedi, seçmedi diye üzülecek diyorum. Bir taraftan:

“-Sen çok güzelsin, onun gözü sakat; ya sevemezsen?!..” diye içime şüphe düşürüyorlar.

En sonunda şöyle bir duygu geldi içime… Şimdiye kadar herkese bu kadar iyilik yapmama, her türlü hizmetlerine koşturmama rağmen kim beni sevdi, dedim. İlk defa beni ben olduğum için isteyen birisi vardı. Hep varlıklı âilelerin içindeydim, onların huzursuzluklarını gördüm. Bu genç, kendisi memur, temiz bir âilenin çocuğu ve beni sevip beğenmiş. Ben de söz aldım:

“-Bu beni sevmiş, sahiplenmiş. Ben sevmesem de olur!” dedim.

Ama ağabeyim kesinlikle kabul etmiyor. Onlar mektup yazıp nikâh için fotoğraf ve nüfus cüzdanımı istediler. Ağabeyim:

“-Mektup yazacaksın, bu iş olmayacak diye!..” dedi. Ben mektup yazarken halamın oğulları başımda…

“Sayın Yılmaz Beyefendi; mektubunuzu aldım. Lâkin büyükler bu işi uygun görmediler. Yolunuz açık olsun!” diye yazdım.

Halamın oğulları aldı, postaya verdi. Mektup gelince Yılmaz Bey çok üzülmüş tabiî… Yanındaki birisi:

“-Bak, üzülme!.. Kız mektubu şifreli yazmış, iyi oku! «Ben istemiyorum» demiyor. «Büyükler istemiyor» diyor!” demiş. Ve ona:

“-Sen bu işten vazgeçme!” demişler.

Sonra akrabamızın düğünü için gidiyoruz. Neticede Yılmaz Bey’in abisi ile evleniyor. Onlar da geliyor. Edincik’e geldik. Ağabeyim haber göndermiş; onunla evlenirse buralara gelmesin diye… Dayım yanımda… Ben gider gitmez çarşıya inildi, yüzükler alındı. O akşam nişanımız yapıldı. O gece cici annemle cici babam oraya gelmiş. Ben onları görünce yine korkudan titremeye başladım.

Cici annem bana dedi ki:

“-Birsen, biz cici babanla konuştuk. Senin bizim evden gelin çıkmanı istiyoruz!..” dediler ve beni götürdüler. Üç ay sonra da o evden gelin çıktım. Ama üç ayın içinde yine yapmadığı kalmadı.

Yılmaz Bey, beni aldı; Ankara’ya getirdi. Ev tutmuş, döşemiş. Allah râzı olsun. Allah rahmet eylesin, nûr içinde yatsın; bana çok kıymet verdi. Hiçbir zaman kendisiyle evlendiğime pişman etmedi. Sahiplendi, sevdi. O çok sevdiği için hayatım çok güzel oldu, elhamdülillah! Ben önceden sevmedim; sevmeyi bilmiyordum, sevilmeyi de onunla öğrendim sevmeyi de… Allah kendisinden binlerce kere râzı olsun!

Beş yılda dört çocuğumuz oldu. Ama cici annem, sık sık gelip yapacağını yapıyordu. İlk geldiğinde, “Cici annem geldi!” diye şoka girmişim; kayınvâlidem bir tokat atmış, öyle kendime geldim. Evi gezerken bile durmadan kusur bulup söyleniyordu. Akrabam olmadığı halde gelir giderdi ve sık sık bana:

“-Senden başka bana kimse sabretmez; yatsam, senden başka kimse bakmaz!” derdi.

Gerçekten ben de her şeye rağmen ona hürmet eder, elimden gelen hizmeti yapardım. Çünkü her işi ondan öğrendim. Temizliği de, el işini de, yemeği de… Hem de en güzel şekliyle... Zorluk olmadan, bedel ödenmeden, çile çekmeden olmuyor gerçekten… Tek iş değil; o yalnızlık, çaresizlik durumu size sabırla olgunlaşmayı öğretiyor. Hayatta kalma mücadelesini öğretiyor. O kadar çok çalışırdık ki, şimdiki çocuklar gibi bunalıma girecek hiç vaktimiz yoktu. Geceleri ağlayıp Allâh’a sığınmayı da öğreniyorsunuz. Allah’la bağınız kuvvetleniyor.

 Bu âile Bandırma’nın sayılı âilelerindendi. Ama cici babam, çok iyiydi. Allah râzı olsun cici annemden de, cici babamdan da… Acı da olsa, zor da olsa, onların elinde büyüdüm. Her zaman için hepsi de duâlarımdadır. Beni alan üç âilede de çile çektim, ama hepsi de duâlarımdadır.

 

Bu kadar çile çektirmiş kimselere hâlâ hayır duâda bulunmak, her yiğidin harcı değildir.

Öyledir, ama benim fıtratım da böyle… Ben affetmeyi seçtim. Allah rızâsı için affettim hepsini… Belki o çilelere sabrettiğim için, Allah bana Mûsâ Babamın kapısında hizmet etmeyi nasip etmiştir, kim bilir? Zahmetsiz rahmet olmuyor.

 

Peki, Mûsa Efendimizin devlethânelerinde hizmete ne zaman, hangi vesîle ile başladınız?

Yirmi bir sene Ankara’da oturduk. Orada ihvân olduk, elhamdülillah! Uzun yıllar aradım; hak bir tarikat bulayım diye, birkaç kapıya da gittim, olmadı. Rüya ile iş sürülmez; bunu biliyorum, ama Rabbim nasip edince her şey yol oluyor.

Bir gün bir rüya gördüm. Rüyamda hava çok rüzgârlı; elimde iğnem, başörtümü iğneleyeceğim. Fakat bir kuytu yer bulamadığım için bir türlü iğneleyemiyorum. Uzakta büyük bir köşk görüyorum; önünde de krem başörtülü, krem pardösüsü olan, minyon tipli bir hanım var. Benim omzuma dokunup bana:

“-Sana, iğneni takabileceğin bir yer göstereceğim!” dedi.

Bir eve girdik, pencereden küçük bir odaya baktım. Her yerine çamaşır asar gibi tesbih asmışlar. Camın önünde bir kutu, onun içi de tesbih dolu… İçinden kendime tesbih seçiyorum. İki kere eğildim, avucumla alıyorum, bakıyorum, geri bırakıyorum. Üçüncü defa aldığımda yukarıdan bir ses geliyor. Bakıyorum, yukarıya doğru… İnan ki, bulut altına minder olmuş, namaz kılar gibi bir oturuşla oturan beyaz sakallı birisi oturuyor. Gri mavi, balık sırtı desenli, uzun ceketli, elinde bordo akîk bir tesbih ile tesbih çekiyor.

“-Hiç boşuna koşuşturma, bize geleceksin!” dedi.

Uyandım. Ankara’da bir hacı anne var:

“-Şeyhim gelecek, şeyhim gelecek!” diyor. Beni de davet etti.

Bu arada beyim:

“-Hacı Bayram-ı Velî’de Ali Ağabeyler vardı, Mahmud Sami Efendi’den dersliler!..” deyip onlardan bir “Âdâb” kitabı almış, onu getirdi.

Onu okumaya başladım. Ali Ağabeyin hanımıyla tanıştık. Hacca gittik, geldik. Hacı Gedikli Ağabey’den ders aldık. Hacı Anne, ders aldığımız zaman:

“-Kızım! Yolumuz edep-âdâb yolu… Kitabımız da Âdâb!..” dedi. “Bu kitabı çok oku; elli kere de okusan, elli birincide başka bir şey anlatır!..”

Hakîkaten de “Âdâb”ı çok severim; altını çize çize okumuşumdur hep… O sıralarda Musa Topbaş Efendimiz Ankara’ya geldi. Bir câmiye geldi Efendimiz… Ben hiç görmediğim için vazifeli ablalar, bana Mûsâ Efendimiz’i gösterecek…

Mûsa Efendimiz gelince perdeyi açtı; inanın rüyamda gördüğüm kıyafet üzerinde olduğu hâlde karşımda duruyor. Hemen:

“-Şu ortada olan mı?” dedim.

“-Evet, hani hiç görmemiştin?!” dedi arkadaş… Ben de:

“-Rüyamda görmüştüm sadece!” dedim.

Orada muhabbetimiz başladı. Sürekli bir râbıta hâlindeydim. Ankara’daki evim, yedi odalı idi. Hacı ablaya:

“-Benim evimde kalsınlar!” dedim. Hacı abla da:

“-Kızım, senin evin dördüncü kat… Asansörün de yok! Efendimiz merdiven çıkamıyor.” dedi.

“Câhil, cesaretli olur!” demişti Zâhide Ablam…

Benimki de câhil cesareti… Gelseler nasıl ağırlayacağımı da bilmiyorum hâlbuki…

Yılmaz Bey, bulunduğu şirkette genel müdürdü. 1982 yılında emekli oldu, ama vefâ gereği vazifesine devam ediyordu. Daha sonra İstanbul’daki şûbeye genel müdür olarak atandı. Biz de böylece Üsküdar’a, Cuma Pazarı’na taşındık. Geleli bir buçuk ay oldu; sohbet grubum yok. Her hafta sohbet saatim gelince kendim Âdâb’dan açıyorum, okuyorum; kendi kendime sohbetimi yapıyorum. Daha sonra biz sohbet arayışına girince Bizi Mehmet Çelik Amcaya yönlendirdiler.

Biz taksiye binip Sultantepe’ye onları ziyarete geldik. Fatma Çelik Ablayla tanıştık. Elhamdülillah, birbirimizi çok sevdik. Meğer köşkün dibine kadar gelmişiz; bizim yine haberimiz yok. Bir gün Fatma Çelik Abla, köşke sohbete götürdü; Mûsa Efendimizle tanıştırdı. Efendimiz, hâlimizi-hatırımızı sordu. Tabiî, ben uçuyorum sevinçten...

O günlerde en küçük kızım dünyaya geldi. İsmini Mûsâ Efendimizin koymasını çok arzu ediyordum. Doğumdan dört beş gün sonra, Mûsâ Efendimizin sohbeti olacakmış. Kadriye Abla beni getirdi sağ olsun. Ben Mûsâ Efendimizin torunu Zeyneb’e:

“-Mûsa Efendimizden ricâ etsek de kızıma ismini verseler!” dedim.

Zeynep Hanım, mübâreklere söylemişler.

“-Biraz beklerlerse olur!” demişler.

Biz bekledik. Kadriye Abla, çocuğu kucağına alıp Efendimize götürdü. Mübarek on tane isim yazdı; o kâğıt hâlâ duruyor. Hâtıra sakladım.

“-Beyinizle istişâre edin, içinden istediğinizi seçin!” demiş.

Ben ne kadar ısrar ettiysem, «Beyinizle seçin!» dedi. Bebeğin yüzünü okşadı:

“-Bebek de, annesi de üşütmesin!” dedi.

Çıkarken de Safiye Hocama denk geldik, olanları anlattık. O da:

“-Başkası olsa söylemezdim, ama senin muhabbetini bildiğim için söylüyorum. Hangi ismi seçerseniz seçin, Fâtıma’yı mutlaka ekleyin. Mûsâ Efendimiz, Fâtıma ismini sever. Feride Anneme de «Fâtıma» diye hitap eder!” dedi.

Eve geldik. Olanları, Yılmaz Efendi’ye anlattım.

“-Hangisini seçersen seç, ama mutlaka Fatma olsun!” dedim.

O da Sümeyye’yi seçti. “Fatma Sümeyye” koyduk. Ancak nüfus memuru “Sümeyye” ismini yazmamış:

“-Türk an’anelerinde böyle bir isim yok, yazamayız!” demiş. Böylece sadece Fatma yazılmış oldu.

Biz Fatma Çelik abla ile çok görüşürdük. Bir gün ona:

“-Fatma ablacığım, köşkte temizlik falan olmuyor mu?” diye sordum. O da “oluyor” deyince:

“-Ne olur, temizlik olunca beni de çağırın! Ben de yardım edeyim.” dedim. O da “tamam” dedi. Büyük temizlik olduğu zaman beni de çağırdılar. Ben çok sevindim tabiî… Sohbete gelirken giydiğim elbiseyi giyerek gittim. Aşağıda ellerimi yıkadım, üst kata Feride Annemin yanına çıkardılar. Feride Annem:

“-Senin adın ne?” dedi. Ben de:

“-Birsen.” dedim. Feride Annem:

“-Hiç olmamış, senin ismini değiştirelim!” dedi. Biraz düşündü.

“-Senin adın Fatma olsun!” dedi. Fatma Çelik abla da:

“-Mûsâ Efendimiz, kızının ismini daha yeni Fatma koydular!” deyince:

“-O zaman Hatice olsun!” dediler.

Akşama kadar temizliğe yardımcı oldum. Akşam aşağı kata inince Mûsâ Efendimize adımı değiştirdiklerini söylediler. Mûsâ Efendimiz:

“-Kızım, eve gidince efendin, kulağına yeni ismini okusunlar!” dedi.

Ondan sonra ara sıra beni yardıma çağırdılar. Ben giderken sevdiğim yemeklerden ikramlar götürürdüm. Aramızda, elhamdülillah, çok güzel muhabbet oluştu. Büyüklerimiz Medîne’ye gidince biz de köşkün karşısına taşındık. Taşınınca da on beş günde bir gitmeye başladım. Dikiş olduğu zaman ben giderdim. Medîne’ye gitmeden evvel orada her gün yatılı kalıp çalışacak ya iki kız ya da anne-kız ayarlayın, dediler. Süreyya Vâlidemiz, “tamam” dedi. Ama bulamadık. Mûsâ Efendimiz bir gün beni çağırdı. Gittim. Yere diz çöküp oturdum. Mûsâ Efendimiz, bana:

“-Kızım, bizim yemeğimizi yapar mısın?” diye sordu.

Ben de gelip gittikçe yemek yapan abladan durumu biliyorum; neler yaptığını… Gelir gelmez yemek yapmadan önce su böreği açar, pişirir, sonra yemek yapardı. Ben de:

“-Efendim, yapamam!” dedim.

“-Neden?” dediler.

“-Efendim, ben börek açmasını bilmiyorum.” dedim. Efendimiz, o kadar nazik bir şekilde:

“-Olsun kızım, şimdiye kadar açma börek yedik. Şimdiden sonra senin hazır yufkadan yapacağın börekleri yeriz!” dediler.

O sırada sağ olsunlar Süreyya Vâlidemiz:

“-Hatice Hanım, hiç merak etmeyin; arkanızda biz varız, sana yardım ederiz!” diyerek beni rahatlattı.

Bunun üzerine Mûsâ Efendimiz:

“-Buradaki vazifeyi Hatice Hanıma verdik!” dedi. Sonra bana dönüp:

“-Bak kızım, senin buradaki vazifen, iş yapmak değil!.. Sakın ha, sen iş yapmayacaksın! Ama çalışanlara yaptıracaksın!..” dediler. “Dikkat et, kimisi iş yaptıramaz, ama kendisi yapar. Böyle olmayacaksın! Tamam mı?”

Daha sonra Zâhide Abla’nın vesilesi ile Zinnur, ondan sonra da Râbia, en sonunda da Ayşemiz geldi. Fatma Feride Annem rahatsızlanınca, mübârek Mûsâ Efendimiz, bize bir hastaya nasıl bakılacağını öğretti âdeta…

“-Hacı Anneniz, temiz ve düzenli bir hanımdır. Kahvaltıda önce güzelce giydirin, tarayın; kokularını sürün, öyle getirin!” dediler.

Feride Annem de, Mûsâ Efendimiz de çok titiz ve düzenli idiler. En titiz, en düzenli hanımlardan daha titiz ve düzenli idiler. Çekmecelerindeki düzeni görseniz hayran kalırdınız. Kızlarla beraber çok güzel ekip olduk. Sıra ile sofrada hizmet ederdik.

 

Büyüklerimizle çok güzel hâtıralarınız olmuştur. Unutamadığınız veya size çok tesir eden bir hatıranızı paylaşır mısınız?

Derler ki, mürşid-i kâmiller evlâtlarını kendileri seçermiş. Hattâ bir gün bir hanım Mûsâ Efendimize:

“-Yıllarca araya araya sizi buldum.” demişti. Mûsâ Efendimiz de:

“-Kızım, siz mi bizi buldunuz, biz mi sizi bulduk?” demişti.

 

Gerçekten çok doğru… Bize de Osman Efendimiz, derslerde “Kızım siz çakıl taneleri arasından seçilmiş incilersiniz. Bir uçurumun kenarından bir el geldi, kurtardı sizi!” buyururlar. Ben şahsen bunu kendi hayatımda çok hissetmişimdir. Rabbimiz büyüklerimizden râzı olsun. Onlara lâyık evlât eylesin inşâallâh!

Evet, kızım. Biz de bu güzel yolumuzun kıymetini bilelim inşâallâh! Rabbim, bize de büyüklerimize hizmet etmeyi nasip eyledi, elhamdülillah! Lâyık da eylesin! Lâyıkıyla yaptık mı? Yapmadık, yapamıyoruz da… Mûsa Efendimiz’in hiç aklımdan çıkmayan bir nasihati vardır.

“-Mü’min sıhhatli olur. Sıhhat de saatle olur.” buyurmuşlardı.

Bu sözü, Mûsâ Efendimizle ilk tanıştığımda söylemişlerdi. O zamanlar pek anlayamamıştım. Hizmete başlayınca, mübâreklerin hayatını yakından görünce anladım. Sabah kalkışları, yemekleri, misafirlerinin geliş saatleri, kendilerinin misafirliğe gidişleri, yazı yazdıkları, okudukları… ama her şeyi saatli idi. Ve saatli yaşantısı, sürekli, aksamadan devam ederdi. Bu düzenli hayat, bana şunu öğretti: Gün o kadar bereketli oluyor ki, anlatamam. Yirmi dört saate neler neler sığıyormuş meğer?! Kimseyi beklemeyi sevmezdi. Kimseyi de bekletmezdi. Her gün aynı saatte camlı köşkün önünde olurdu; koltuklarının altında mestleri… Ardından da Fatma Feride Annemiz gelirdi.

Sofranın sağında yerde kedilere ayrılan bir yer vardı. Kedilerin tabaklarına mutlaka bir şeyler koyardı. Yaratan’dan ötürü, yaratılanlara şefkat ve merhametini herkes bilir zaten...

Allah dostları, hiçbir zaman “Canım şunu istedi, bunu yapın; bunu pişirin veya bunu getirin!” demezler.

Hatalarımız olursa, sanki başkası yapmış gibi birkaç gün sonra uyarırdı. Bir gün ayva kompostosu yapmıştım. Tadına baktılar:

“-Ellerinize sağlık, pek güzel olmuş!” diyerek taltif ettiler. Biz de seviniyoruz beğendiler diye... Aradan birkaç gün geçince yanına girdiğimde Mûsâ Efendimiz:

“-Süreyya kızım, bizim annelerimiz ayva kompostosu yaparken şöyle dilimlerdi, değil mi?” diye soruyor. Süreyye Vâlidemiz, “Evet, babacığım!” dedi. Ben anladım ki, birkaç gün evvel yaptığım ayva kompostosunun dilimleri çok büyük olmuş. Hiçbir zaman:

“-Bu niye böyle oldu, bunu yapamamışsınız!” diye azarlaması yoktu.

Bir gün:

“-Hatice Kızım, artan yemekleri ne yapıyorsunuz?” dediler.

“-Ben de hiç artmıyor efendim, tam ölçülü yapıyoruz.” dedim. (Çünkü israfa çok dikkat ettiklerini biliyordum.)

“-Peki, kediler, havhavlar ne yiyor?” dedi.

Ben de:

“-Sofrada kalanları veriyoruz.” deyince:

“-Ama onlara yetmez, kızım!” dedi. “Eğer onları doyuracak kadar bir şey kalmazsa, makarnayı haşla, tereyağı ve peynirle karıştır; ondan ver kızım!.. O hayvancıklar aç kalmasın.” buyurdular.

Kedileri çağırırken de:

“-Hırlılar-hırsızlar, huylular-huysuzlar ve asiller!” diye çağırır, “Haydi, nasibinizi yeyin!” derlerdi.

Fatma Feride Annemizin dillere destan temizlik ve titizlik hassasiyeti vardı. Ama bu titizlik, ev temizliği hususunda idi. O kadar mütevazi idi ki, sizin yediğiniz tabaktan yer, içtiğiniz bardaktan içerdi. Çok merhametli ve cömertti.

Büyükler hiç yemek seçmezler. Osman Efendimiz, patlıcanla yapılan her yemeği sever. Baharatları sever. Bazen öyle misafirler gelirdi ki, zihinlerindeki şeyh, yemek yemeyen, uyumayan, sürekli bir postun üstünde tesbih çeken insanüstü bir varlık... Büyüklerimizin çalıştığını duyunca çok şaşırmıştı. Bazı gençler bana soruyor:

“-Kaçta teheccüde kalkıyor, nasıl yemek yiyor?” gibi gereksiz şeyler…

Onlar da insan.. Bir müridin, bir müslümanın nasıl olması gerektiğini zaten her ay yazılarında yazıyorlar, kitaplarında hepsi var. Bunun ötesini sorup durmanın mânâsı yok! Yazdıklarını tatbik etsek yeter.

Osman Efendimize vazife verilince, Mûsâ Efendimiz, Osman Efendimize bakarak onun sevdiği yemeklerden yerdi. Meselâ:

“-Hacı Osman Bey yiyorsa, biz de yiyelim!..” diyerek şeyhine muhabbeti ve bağlılığını göstermişti.

Bir zamanlar büyüklerimiz:

“-Hanımlar karışık renkli başörtüsü takmasınlar. Tek renk taksınlar!..” dediler.

Bugün bunu kaç kişi uyguluyor? Bugün büyüklerimiz açık açık pantolon veya tunikle gezmenin tesettür olmadığını söylüyorlar. Bakın ihvânın gençlerine… Kaçı riâyet ediyor? Büyüklerin yanına bile böyle getiriyorlar çocuklarını... İhvân, asıl bunlara dikkat etmeli!. “Ne yedi, nasıl yedi, kaçta kalktı?” gibi sorularla vakit kaybedilmemeli…

Bugün herkes bağıra çağıra büyükleri sevdiğini söylüyor, hani edeb nerede? Sevmek, bağırmak demek değildir. Âdâb kitabında yazıyor, okusun bütün kardeşlerimiz… Mürşidimizle âdâbımız nasıl olacak? Şimdi her yerde, büyüklerin kitaplarına ulaşılıyor. Sohbet videoları paylaşılıyor, ama kalite kayboldu. Sürekli teknolojik âletlerle uğraşıyor gençler, dikkatler yok oldu. Büyüklerimiz:

“-Her işinizi dikkatle yapın!” derdi. Nasıl aldıysan, aynı aldığın şekilde bırakacaksın. Bunun için alırken nasıl koymuşlar diye dikkat etmek gerekiyor.

 

Hizmet deyince ne anlamalıyız?

Hizmet, dâimâ kendinden vermek demektir. Hangi alanda olursa olsun, Allah için fedâkâr olmak… Hele hele ekip hâlinde çalışıyorsak, daha dikkatli olacağız. Benlik ön plâna çıkmayacak.

Derler ki; Mahmud Sami Efendimiz erkek ihvânın, Mûsâ Efendimiz kadın ihvânın, Osman Efendimiz de gençlerin irşadıyla meşgul olmuşlar. Hepsi, hangi alanda ihtiyaç varsa oraya yönelmişler. Rabbim, hepsine lâyık evlat olabilmeyi nasîb etsin. Bizim de nerede ihtiyaç varsa o hizmete yönelmemiz lâzım… Bir de verilen vazifeyi, hemen yerine getirmek lâzım. Mûsâ Efendimiz, bize bir vazife verse, biz biraz yavaş davransak o vazifeyi hemen başkasına verirlerdi. Tabiî bunlar sonradan öğrenilmiyor, küçük yaşta sorumluluk verilmeli çocuklara… Bulaşık makineleri var; olsun… Beş-altı yaşına gelince altına tabureyi koy, iki bulaşık yıkasın. Sorumluluğu alsın, vazife şuurunu öğrensin.

Yirmi yaşına gelmiş kız, karpuz kesmeyi bilmiyor. “Yapar!” diyorum:

“-Yok, elini keser!” diyor anne...

Erkek çocuklar da sorumsuz yetiştiriliyor. Bizim zamanımızda erkek çocukları yazın güvenilir esnafın yanına çırak verilirdi. Şimdi öğlene kadar uyuyor, akşama kadar cep telefonu ile uğraşıyorlar. Sonra da:

“-Hizmet edecek benim oğlum, kızım!” deniyor.

Mûsâ Efendi; îtidal tavsiye ederdi. İsrafa hiç tahammülü yoktu. Fakire-fukarâya bolca dağıtırlardı. Fakat kendi şahıslarında israfa çok dikkat ederlerdi. Şimdi çok bozuldu ortalık... Bir bebek mevlidi yapılıyor; otellerde… Açık büfe ikramlar… Bir de orada mevlid okunuyor. Hiç mâneviyât olur mu? “Evinizde yapın!” diye uyarıyoruz.

“-Çok misafirim gelecek!” diyorlar. İki posta yap o zaman… Ülkemizde bu kadar muhâcir varken veya yardım bekleyen dünyanın her yerinde müslüman varken israf yapma lüksümüz yok, diye düşünüyorum.

 

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Güzel hâtıralarınız, inşâallah nice hayırlara vesîle olur.

Ben teşekkür ederim yavrum. Şebnem Dergisi’nden çok istifade ediyoruz. Sohbetlerde okuyoruz. Dili çok sade, anlaşılır olduğu için herkes severek dinliyor. Sizin röportajlarınızı bazen iki-üç defa okuyoruz. Yaşanmış hayatlar olduğu için tesiri çok oluyor. Emeği geçen bütün kardeşlerimizden Allah râzı olsun.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle