Solunum Denetimi

Soluk alıp vermenin sıklığı ve derinliği, içinde bulunulan ortama göre değişiklik gösterir. Meselâ spor yapan ya da merdiven çıkan bir insan, oturan bir insana göre daha hızlı nefes alıp verir. Çünkü hareket hâlindeyken vücut hücreleri daha çok güç ve enerji harcar. Bu yüzden trilyonlarca hücre, normalden daha fazla oksijene ihtiyaç duyar. Oksijen ihtiyacının artmasının yanı sıra hücrelerin ürettikleri fazla karbondioksitin de vücuttan derhal atılması gerekir. Eğer artan oksijen talebi karşılanmazsa, bütün vücut hücreleri bu durumdan zarar görecektir. Beyin, kalp gibi oksijensizliğe tahammülü az olan bölgelerdeki hücreler ise, çok kısa zamanda canlılıklarını kaybedeceklerdir.

Daha çok oksijenin sağlanması ve normalden fazla karbondioksitin uzaklaştırılması için tek çare, solunumu hızlandırmaktır. Solunumu hızlandırmak için tek yol da akciğerlerin daha hızlı çalışmasını sağlamaktır. Bu durumda özel bir sistemin devreye girerek âcilen akciğerin çalışmasını hızlandırması gerekir. Solunum sistemi, bu gibi âni ihtiyaçlar karşısında devreye girecek mûcizevî bir sisteme sahiptir.

Soluk alıp verme işlemi, sinir sistemindeki merkezlerle kontrol edilir. Diyafram ve kaburga kaslarına giden sinirler, bu yapıların düzenli aralıklarla kasılmasını sağlar. Eğer sinirler kesilirse, soluk alış-verişi de durur. Metabolizmanın hızlı çalıştığı durumlarda kanda karbondioksit miktarı artar. Bu durum, sinir sistemindeki solunum merkezine tesir eder. Bu merkezler, sinirler aracılığıyla diyafram ve göğüs kafesini uyararak, soluk alış-verişini hızlandırır. Hızla oksijen alınır, karbondioksit atılır. Böylece kandaki karbondioksit miktarı normal seviyeye düşürülür.

Solunumun gereğinden fazla hızlanması durumunda ise, beyin sapı devreye girerek lüzumlu ayarlamaları yapar. Akciğerlerin dış yüzeyinde bulunan ve basınca karşı hassas olan algılayıcılar, akciğerin normalden fazla gerilmesi durumunda beyin sapına solunum derinliğinin azaltılması için emirler gönderir.

Yani akciğerler, vücut sisteminin hepsiyle bağlantılı çalıştığından, anne rahminde var edilirken de bu göz ardı edilmeden; tıpkı bir bütünün parçaları gibi mükemmel şekilde inşâ edilir. Gerektiğinde daha üst kapasitede çalıştırılmak üzere ayarlanırlar ve beyne, bununla ilgili kodlar yerleştirilir.

Akciğerler, göğüs kafesi, diyafram, kan, hücrelere gönderilen oksijen ve onlardan atılan karbondioksit, beyin ve sinirlerin her biri; birbiriyle aklımıza, hayalimize sığmayacak detayları muhtevî bir haberleşme ağına sahiptir ve her an kendi aralarında şifrelerle konuşurlar. Böylece farkında olmadan ustaca becerdiğimiz solunum işlemini gerçekleştirir ve her an trilyonlarca hücremize tam da istedikleri miktarda oksijeni otomatik olarak gönderir, karbondioksiti ortamdan uzaklaştırırız.

Soluk borusunu geçerek gelen hava, daha ince dallara ayrılarak akciğerlerin içine doğru devam eden ince borucuklara, sonra da bunların ucundaki hava keseciklerine ulaşır. Bir nefese teslim olarak ciğerlere yolculuk eden havanın asıl macerası burada başlar. Akciğerler nefesle beraber şişip inen basit balonlar değildir. İçindeki milyonlarca milimetrik kesecikle, yüzey alanı metrekarelerce büyütülmüş, mükemmel tasarımlı mûcizevî organlardır. “Alveol” adı verilen üç yüz milyondan fazla kesecikten oluşan bu organlar; göğüs kafesinde kalbe komşu yerleştirilmiştir ve vücutta deveran ederek kirlenen kanı, mümkün olan en geniş yüzeyde hava ile karşılaştırarak temizlemektedir.

 Alveollerin etrafı, incecik damarlarla çevrilidir ve kanla gelen karbondioksit buradan keseciğe iletilirken, kesecik içindeki oksijen de kılcal damardaki alyuvarlar tarafından yakalanır. Bu işlem, milyonlarca kesecikte yapılır ve kalbe gelip oradan akciğerlere iletilen kirli kan, bu sayede temizlenir.

Her nefes aldığımızda 300 milyon küçük keseciğin içi havayla dolar. Ancak normal şartlar altında çok yüksek bir gerilime sahip olan alveolleri şişirmek, ilk bakışta görüldüğü kadar kolay değildir. Anne rahmindeki gelişimin ikinci yarısına gelindiğinde burada yer alan özel bir grup hücre tarafından salgılanan madde, keseciklerin kolaylıkla açılıp kapanmasına yardım eder. “Sürfaktan” isimli bu madde, 300 milyondan fazla keseciğin (alveollerin) çevresini sarar ve onların yüzey gerilimini düşürerek kolayca açılıp kapanmalarına yardım eder. Ayrıca nefes verirken keseciklerin tamamen boşalmasını da engelleyerek en güçlü nefes verişte bile akciğerlerde belli miktarda hava kalmasını sağlar. Bu şekilde alveol çevresinde dolaşan kan, her zaman havayla temas edebilir. Böylelikle vücudun bütün hücrelerine oksijen iletiminin düzenli ve devamlı olması temin edilmiş olur. Sürfaktanın olmadığı ya da yetersiz olduğu durumlar, insan için hayatın kısa sürede sonlanacağı mânâsına gelir.

Anne rahminde, suyun içinde akciğerlerini kullanmayan bebeğin; dış dünyada nefes alıp verirken hangi zorluklarla karşılaşacağını bilmesi, havayı hiç solumadan onun ısısını, basıncını ve içindeki yabancı maddeleri tahmin etmesi ve ona göre tedbirler alarak en mükemmel tasarımlı organları en muhafazalı bölgeye yerleştirmesi, esnemeye müsait şekilde bir kemik çatı inşâ etmesi, hem akciğeri, hem kanı, hem beyni, hem de akciğerden uzakta bütün vücut hücrelerini birbirinden haberdar olacak şekilde inşâ etmesi… Kirli kanı temizlemek için geniş bir yüzeyin lâzım olacağını düşünerek milyonlarca milimetrik keseciği ciğerlerin içine yerleştirmesi, yüksek gerilimli bu keseciklerin basıncını düşürecek hayatî bir madde üretmesi ve bu maddeyle onları sarması, nisyân ile mâlul olan hâfızasından ötürü hayatî önemi hâiz solunum işlemini otomatik bir denetime bağlaması, gerektiğinde hızlanıp yavaşlayabilecek şekilde bu sisteme ayar verebilmesi için; hangi fakültelerde tahsil yapması, hangi ilimlerin uzmanı olması gerekmektedir? Bütün bunları plânlayan, nasıl bir kudrettir?

Gerçek şu ki, hiçbirimizin; ne keselerimizin açılıp kapanırken harcadığı güçlükten, ne sürfaktanın kimyasal formülünden, ne solunumun sinir sistemimizdeki bağlantılarından, ne havanın birleşiminden ne de onun solunum sistemimizde takip ettiği yoldan ve karşılaştığı zorluklardan haberi yoktu; annelerimizin rahimlerinde filizlenirken…

Bir hiçtik oraya geldiğimizde, evvelimiz de yokluktu. Bir kudret eli taşıdı bizi yokluktan varlığa, hiçlikten mükerremliğe… “Nutfetün emşâc: karışık nutfe”[1] olduk ilkin; “sonra aleka, sonra mudğa; donuk bir kan pıhtısından çiğnenmiş ete dönüştük. Kemik bir çatı kuruldu içimizde önce, sonra etle kaplandık. İncecik derimizin altında ne mâceralarımız görünürdü pek sağlam bir yerde karargâh kurmuşken”[2]...

En yüce kudretten bir sır üflenmesi neticesinde[3] mükerremliğe taçlandı mükemmelliğimiz... En güzel yaratılışla sanat harikasına dönüştük ve imtihan salonuna adım attık. Her şey emrimize âmâde olmak üzere[4] bizi bekliyordu âdeta… Sevgiyle bizi saran kollar, kudret mutfağında pişen mûcizevî gıdamızı ikram etti hemen... Hiçbir bedel ödemeden nice nîmetlerle sarılıp sarmalandık: Akciğerlerimize uygun bir atmosferden, sindirim sistemimize uygun lokmalara, göz zevkimizi okşayan manzaralara kadar her şey düşünülmüş, ayarlanmış, hiçbir detay ihmal edilmemişti.

İçimizde ve dışımızda bizi kuşatan sanat eserleri[5] sahibini haykırarak hikmetle okunmayı bekliyorken, bizler ne yaptık? Mirasyedi çılgınlığıyla harcadık mı onları; meccânen verilen nîmetler, karşılığında bir bedel ister mi diye düşünmeden? Aklımıza bile getirmek istemedik mi güçlü çağımıza ulaştırıldığımızda?

Gücümüz, “ihtiyaçsızlığımızı” fısıldarken nefsimizin kulağına, en güçsüz zamanımız mı yakaladı, en gâfil ânımızda? Son nefesin aynasında ömrünü seyrederken, uyanmanın faydası olur muydu insana? Ömür takvimi tamam olduğunda, tekrar çıkarılmak üzere toprağa verildiğimizde:[6]

“-Geri döndürülürsem eğer, nice yapacaklarım olacak!” feryatlarımızın cevabı, asırlar öncesinden verilmemiş miydi:

“-Öğüt alacak kişinin, öğüt alabileceği kadar bir süre sizi yaşatmadık mı? Hem size uyarıcı da gelmişti!.” hitâbıyla…[7]

Gerçek şu ki, anne rahmindeki bir çiğnem et değiliz artık. En güzel bir şekilde birleştirildik, en mükemmel sûrette var edildik[8], hiçbir şey bilmeden çıkarıldığımız anne rahminde gözler, kulaklar ve gönüllerle donatıldık[9], nice nîmetlerle donatıldık, yaratılan nice varlıktan üstün kılındık[10] ve imtihan gâyesiyle yeryüzüne gönderildik.

Sadece “Îman ettik!” demekle bırakılmayacağımız[11] bu dünyada, “Yolculuk nereye!”[12] îkazıyla titretilirken, “Allâh’a koşun”[13] hitâbıyla sarmalandık.

İlâhî şefkat ve merhametle üzerimize sağanak sağanak yağdırılan nîmetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceğimiz[14], ne “Âh!”ların, ne de “Eyvah!”ların “Keşke toprak olaydım!”[15], diye feryatların geçer akçe olmayacağı, en yakınlarımızdan kaçmak isteyeceğimiz[16], en değerli varlıklarımızı fedâ ederek kurtulmayı dileyeceğimiz[17] o dehşetli gün[18], gelmeden; Rabbimiz daldığımız gaflet uykusundan bizi lütfuyla uyandırsın!

Gönüllerimizi dâima zikriyle diri kılsın. Verdiği nîmetlerle O’nu kalplerimizde tanıyarak samimî kulları olabilmeyi hepimize nasip eylesin. Âmin.

 

[1] el-İnsan, 2.

[2] Bkz: el-Mü’minûn, 12-14.

[3] Bkz: el-Hicr, 29.

[4] Bkz: el-Câsiye, 13; Tâhâ, 53.

[5] Bkz: Fussilet, 53.

[6] Bkz: Tâhâ, 55.

[7] Bkz: Fâtır, 37.

[8] Bkz: el-İnfitâr, 6-8.

[9] Bkz: en-Nahl, 78.

[10] Bkz: el-İsrâ, 70.

[11] Bkz: el-Ankebût, 2-3.

[12] Bkz: et-Tekvîr, 26.

[13] Bkz: ez-Zâriyât, 50.

[14] Bkz: et-Tekâsür, 8.

[15] Bkz: en-Nebe, 40.

[16] Bkz: Abese, 33-37.

[17] Bkz: el-Meâric, 11-15.

[18] Bkz: el-Mürselât, 13-15.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle