Kitapta Meryem’i De An

Doğumu, Mâbed’e Adanması ve Mâbed Günleri

Hazret-i Meryem’in Nâsıra’da yahut Kudüs’te doğduğu rivayet edilir. Kudüs ihtimali daha kuvvetlidir. Hanne, doğan kızına o dönemde Ârâmî dilinde “ibadet eden” mânâsına gelen “Meryem” ismini verdi. Kur’ân-ı Kerîm, Meryem Vâlidemizin ağzından dökülen o cümleleri şöyle ebedîleştirir:

“…«Rabbim! Ben onu kız doğurdum. Oysa erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Kovulmuş şeytana karşı onu ve soyunu, Senin korumanı diliyorum.» der.” (Âl-i İmrân, 36)

Burada Hanne’nin bir endişesi vardır: Kız çocuk, erkeklere nâmahrem olması, hayız ve nifâs görmesi sebebiyle erkek gibi değildir. Bir de o güne kadar Beytü’l-Makdis’e hep erkek çocuklar adanmıştır. Bir kız çocuğunun mescide adanması, daha önce yaşanmamış bir hâdisedir. Fakat Meryem’in annesinin, o daha doğmadan önce Allâh’a verdiği bir söz vardır. Kızını Beytü’l-Makdis’e götürdüğünde kabul edilip edilmeyeceği hususunda endişelidir. Ancak Allah, onun ne doğurduğunu kendisinden daha iyi bilmektedir.

Hanne, evlâdını bir beze sararak Mescid’e götürür. Dönemin geleneksel din anlayışına göre, erkek çocuk mâbede adanır, orada kalır, ibadet eder ve ergenlik çağına ulaşınca da hizmete devam edip etmemeyi kendisi seçerdi. Hanne, bebeği Hârun -aleyhisselâm-’ın soyundan olan ve Beytü’l-Makdis hizmetinde sayıları otuzu bulan din bilginlerinin (Ahbâr) yanına koyar. İlk önce büyük bir tereddüt yaşayan bu âlimler, daha sonra çocuğun “Allâh’a sunulmuş bir adak” ve “İmrân’ın kızı” olmasını göz önünde bulundurarak, onu himâye etmek üzere büyük bir yarışın içine girerler. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilir:

(Ey Rasûlüm!) Bunlar, Sana vahy ettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur’a için) atarlarken Sen onların yanlarında değildin. (Bu konuda) tartışırlarken de yanlarında değildin.” (Âl-i İmrân, 44)

 

Hz. Zekeriyyâ (a.s.)’ın Himâyesi

Hazret-i Zekeriyyâ, Hazret-i Meryem’in teyzesinin kocasıdır. Der ki:

“-Teyzesi benim zevcem olduğundan, onun üzerinde daha çok hakkım vardır.”

Ahbâr, Meryem hakkında kur’a çekmeye karar verirler. Ürdün Irmağı yakınına kadar giderek Tevrat yazarken kullandıkları kalemlerini suya atıp:

“-Kimin kalemine çıkarsa, onun yanında kalsın.” diye sözleşirler.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’ın kalemi suyun üzerine çıkar, diğerlerinin kalemi suyun dibine batar. Zekeriyyâ -aleyhisselâm- da onun bakımını üzerine alır ve Yahyâ -aleyhisselâm-’ın annesi olan teyzesinin yanına Meryem’i götürür. Büyüyünceye kadar da ona bir süt anne tutar. Hazret-i Meryem, ergenlik çağına ulaşınca Hazret-i Zekeriyyâ, ona mescidde bir oda yaptırır. Hazret-i Meryem kendisi için yapılan özel odada (mihrâb) gece-gündüz ibadetle meşgul olur, Hazret-i Zekeriyyâ -aleyhisselâm-’dan başka kimseyle görüşmez. Hazret-i Zekeriyyâ -aleyhisselâm- onun yanına her gelişinde yazın kış meyveleri, kışın yaz meyveleri bulmaya başlar. Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, Hazret-i Meryem’e:

“…«-Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?» diye sorar. O da: «Bu, Allah tarafındandır. Allah, dilediğine sayısız rızık verir.» şeklinde cevap verir.”[1]

 

Hz. Meryem’in Uzak Bir Yere Çekilmesi

Hazret-i Meryem, Allâh’a tâat ve kullukta o derece ilerlemiştir ki, rivâyete göre gündüzleri oruç tutar, geceleri ise ayakları şişinceye kadar namaza devam eder.

Zekeriyyâ -aleyhisselâm-, belki de Hazret-i Meryem’in faziletlerini gördükçe içten içe evlât hasretiyle yanar ve Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarır:

“Hani o, Rabbine gizli bir sesle yalvarmıştı. «Rabbim!» dedi. «Benim kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, Sana (ettiğim) duâ sayesinde hiç bedbaht olmadım. Gerçek şu ki ben, benden sonra gelecek akrabalarım(ın isyankâr olmaların)dan korkuyorum. Karım ise kısırdır. Bana kendi tarafından; bana ve Yâkub hânedânına vâris olacak bir çocuk bağışla ve onu hoşnutluğuna ulaşmış bir kimse kıl!” (Meryem, 3-6)

Bu samimî duâsı, Cenâb-ı Hak katında kabul görür ve Zekeriyyâ -aleyhisselâm- sâlih bir erkek evlatla müjdelenir. Evlâtları Hazret-i Yahyâ doğduğunda kendisi de zevcesi de 90 yaşın üzerindedir.

* * *

“Hani melekler; «Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine dîvan dur. Secde et ve (O’nun huzûrunda) rükû edenlerle beraber rükû et» demişlerdi.” (Âl-i İmrân, 42-43)

Âyet-i kerîmede de geçtiği üzere, Hazret-i Meryem Allah tarafından “seçilmiştir”, ama niçin?

Âlimlere göre, ibadet ve takvâsının çokluğu, şerefi, her türlü vesveseden temiz oluşu sebebiyle Allah Teâlâ, Hazret-i Meryem’i “seçmiş” ve onu “dünya kadınlarına üstün” kılmıştır. Yeryüzünde daha önce hiç gerçekleşmemiş bir hâl olmuş ve bir mûcize eseri; Hazret-i Meryem, hiç evlenmeden, hattâ eline bir erkek eli bile değmeden bir evlât dünyaya getirmiştir. Cenâb-ı Hak, onun şahsında eşsiz kudretini göstermiş ve insanları büyük bir imtihan ile yoklamıştır.

Hazret-i Meryem, kendi hâlinde ibadetle meşgul olurken hayret verici bir hâdiseyle karşı karşıya kalmıştır:

“Hani melekler şöyle demişti: «Ey Meryem! Allah, seni kendi tarafından bir kelime ile müjdeliyor ki, adı Meryem oğlu Îsâ Mesih’tir. Dünyada da, âhirette de îtibarlı ve Allâh’a çok yakın olanlardandır. O, beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak, sâlihlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 45-46)

Hazret-i Meryem’in Cebrâil -aleyhisselâm- ile karşılaştığı zamanlarda 13, 15 veya 17 yaşlarında olabileceği ileri sürülmüştür. Yahudi geleneklerine göre, bir kız 14 yaşına kadarki sürede evlenirdi. Hazret-i Meryem’in oğlunu dünyaya getirdiğinde bu yaşlarda olduğu sanılmaktadır. Babası olmadığı için bu bebeğe, “Meryem oğlu Îsâ” denilmiş, annesine nisbet edilmiştir. Hazret-i Meryem, bu müjdeyi alır almaz hayretler içinde Allâh’a yakararak şöyle der:

“Meryem: «Rabbim!» dedi, «Bana bir erkek eli değmediği hâlde nasıl çocuğum olur?» Allah şöyle buyurdu: «İşte böyledir. Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece «Ol!» der; o da oluverir.» (Melekler, Meryem’e hitâben Îsâ hakkında sözlerine devamla şöyle dediler:) «Allah ona yazmayı, hikmeti, Tevrât’ı, İncîl’i öğretecek.»” (Âl-i İmrân, 47-48)

Bu durum, Meryem Sûresi’nde ise şöyle anlatılır:

(Ey Rasûlüm!) Kitap’ta (Kur’ân’da) Meryem’i de an. Hani âilesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasında bir perde germişti. Biz, ona Cebrâil’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem:

«-Senden, Rahmân’a sığınırım. Eğer Allah’tan çekinen biri isen, (bana kötülük etme)!» dedi. Cebrâil:

«-Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağışlamak için gönderildim.» dedi. Meryem:

«-Bana hiçbir insan dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olmadığım hâlde, benim nasıl çocuğum olabilir?» dedi. Cebrâil:

«-Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu insanlara bir mûcize, katımızdan bir rahmet kılmak için böyle takdir ettik. Bu, zaten (ezelde) hükme bağlanmış bir iştir.» dedi.” (Meryem, 16-21)

* * *

Hazret-i Meryem’in hâmile kaldığında, birkaç kez âdet gördüğü ifade edilir. Muhtemelen âdet dönemlerinde mâbedden uzak bir yere gider yahut teyzesinin yanında kalır, dînen temiz olduğu zamanlar mescide dönerdi. Hazret-i Meryem, kavminden uzak bir yerde bulunduğu sırada Cebrâil -aleyhisselâm- yakışıklı bir erkek sûretinde görünür. Hazret-i Meryem ondan korkar ve:

“-Rahmân’a sığınırım, senden!” der.

Onun kendisine dokunmak istediğini sanır. Müfessir İbn-i Kesîr der ki:

“Hazret-i Meryem, «Rahmân’a sığınırım senden!» deyince, melek silkinmiş ve aslî sûretine dönmüştür. «Ben bir elçiden başka bir şey değilim!» demiştir.”

“Nâmusunu korumuş olan kadını da (Meryem’i de) hatırla. Ona rûhumuzdan üflemiştik. Kendisini de, oğlunu da âlemlere (kudretimizi gösteren) birer delil yapmıştık.” (el-Enbiyâ, 91)

Cebrâil -aleyhisselâm-; Rabbinin emrini yerine getirir. Rivâyetlerde bu hususta farklı bilgiler olsa da hepsi ortak noktada buluşan ve birbirini tamamlayan yorumlardır. Cebrâil -aleyhisselâm-, Hazret-i Meryem’in; “gömleğinin yakasından”, “kolunun içerisinden gömleğine doğru” yahut “gömleğinin cebine” üfürür, bu üfürme vesîlesiyle Hazret-i Meryem, Allâh’ın izniyle hâmile kalır. En doğrusunu Allah bilir. (Devam edecek)

 

[1] Bkz: Âl-i İmrân, 37.

PAYLAŞ:                

Fatma Çatak

Fatma Çatak

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle