İnsan Dedikleri

Bir garip bilmecedir insan…

Bilene deniz, bilmeyene hüsran…

 

İnsan hep anlaşılmak ister; bunu da en çok karşı taraftan bekler. Kadın erkekten, erkek kadından kayınvâlide gelinden, gelin kâyınvalideden, büyük evlat küçükten, küçük büyükten hep bir beklenti içindedir. Bu beklenti, genelde kendi hayatını rahatlatmak, üzerindeki vazife ve sorumluluklarını karşı tarafa yüklemek şeklindedir. Bunun aksine; kendi sınırlarını, hak ve vazifelerini bilerek bu sınırlara dikkat eden kimseler ise, haksızlık ve zulme düşmeyen kişilerdir. Böylesi kimseler, ahlâk, fazilet sahibi insanlar olarak her türlü övgüye layıktır.

Hayat iyi ile kötünün, doğru ve yanlışın bitmeyen mücâdelesidir. Bu mücâdele, eğitimin merkezi ve başlangıç noktası olan evlerde başlar. Anne, evi yöneten, değiştiren, geliştiren gücün merkezidir. Anne, en canlı örnek, hayatın pratik şekli ve vicdanın yansımasıdır.

Hikmet ve adalet, eşyayı olması yere koymaksa eğer, bunu yapmamak zulümdür. Evler hikmetlerin üretildiği, adâletin hükmettiği mekânlardır; en azından böyle olmalıdır.

 Hazret-i Âdem’in oğlu Hâbil ve Kâbil hikâyesinde, biz insanlık için çok büyük ibretler vardır. Aynı âile, aynı çevre, fakat farklı tercihler, iki farklı dünya ortaya çıkartmıştır. Hâbil sabrın, iyiliğin, iyi ahlaklı olmanın misali; Kâbil, hırsın, ihtirasın, sabırsızlığın ve kardeşini bile öldürecek kadar kendini kaybeden kıskançlığın ete kemiğe bürünmüş şeklidir.

İki zıttı içinde barındıran insanoğlu için, biz bu yazımızda iyiliğin yol haritasına birkaç misal vereceğiz.

Eğitimin merkezi olan evlerimizde, anne ve babalar, evlatlarını yetiştirirken onların güzel özelliklerini ortaya koyabilmelidir, onları iyi hasletlere yönlendirmelidirler. Ancak bunu yaparken de farklı mizaç, karakter ve özellikteki çocukları birbiriyle kıyaslamamaya dikkat etmelidirler. Meselâ iki evlat sahibi bir âilede, çocuklardan birisi sürekli başarılı, insanlarla münasebette girişken ve her hususta parmakla gösterilecek vasıfta olsun. Kardeşi de tam tersi özellikler taşısın. Böyle bir durumda, kardeşler, hep birbiriyle kıyaslanıyorsa ve olumsuz vasıflara sahip olan kardeş azarlanıyor yahut dışlanıyorsa, ortama zamanla huzursuzluğun hâkim olması kaçınılmazdır. Kardeşler arasındaki bu kıyaslama, ileride ortaya çıkacak ve kolay kolay kapanmayacak huzursuzlukların temelidir. Bu, o iki kardeşin arasını açmakta ve onları birbirine rakip hâle getirmektedir. Bunun yerine âileler, her ikisinin de iyi yapabildikleri şeyleri bulmak ve onları kendi sahalarında teşvik etmek zorundadırlar.

Aynı şekilde ailevî rol dağılımında ve sorumluluklarda, çocukların gelişim, cinsiyet ve kabiliyetleri göz önünde bulundurulmadan tamamen bir tarafa meylediliyor ve diğer taraf ihmal ediliyorsa, yine “zulüm” sözkonusudur. Bu durum, psikolojide büyük bir problem olarak görülen “duygusal istismar” olarak adlandırılmaktadır.

Öyleyse âilelerin bu ve benzeri zulümlere düşmemeleri, ileride birbirini çekemeyen, birbirine kötülük yapmak için fırsat kollayan kardeşler veya âile fertleri yetiştirmemeleri için ilk yapılacak şey; bir meçhul hazine olan “insanı keşfetmek”tir.

Rabbimiz, her insanı farklı yaratmıştır. Onu anlamak, onun güzelliklerini ve sırlarını keşfetmek; uzun bir yolculuktur. Bazen bir ömür sürdüğü hâlde, insanın tam olarak keşfedilebilmesi de mümkün değildir. Ancak evlatlarına bu gözle bakan anne ve babalar, onlarla farklı ortamlarda, farklı meşgalelerle vakit geçirerek onları tanımaya çalışmalıdırlar.

Ev içinde, en azından temizliğe, yemeğe, eğlenceye vakit ayırdığımız kadar çocuklarımıza da vakit ayırmalı, onlarla ortak faaliyetlerde bulunmalıyız. Onlara, yaşlarına ve özelliklerine uygun vazifeler vermeli, kendi başlarına, başka çocuklarla nasıl zaman geçirdiklerine odaklanmalıyız. Mutfak, bahçe, alışveriş, okul, park vb. alanlar; çocukların el becerilerini, kabiliyetlerini, insanlarla iletişim noktasındaki özelliklerini tanıyabileceğimiz önemli fırsatlardır.

Çocuklarımızı bilgisayar, akıllı telefon ve tabletlerden uzaklaştırmanın en güzel yolu, meşguliyet yollarını açabilmektir. Kız çocukları için anneler, erkek çocukları için babalar bu konuda emek vermeli, evlatları ile birlikte programalar düzenleyebilmelidir. Dede Korkut’ta geçen, “Kız anadan görmedikçe öğüt almaz, oğlan atadan görmedikçe sofra kurmaz!” sözü çok manidardır.

Evlatlarımızı büyütürken anneanne, babaanne, dede gibi hayatımızın en kıymetli değerleri ile birlikte olmamız gerekmektedir. Çekirdek âileye dönüşle farklılaşan âile yapılarımıza, onlarla birlikte el ele vermek, ayrı bir zenginlik ve derinlik katacaktır. Yaşlılar anlatarak değer bulacak, evlatlar da dinleyerek hayat tecrübesini öğreneceklerdir. Küçük yaş grubu çocuklar, yaşlı büyükleriyle bir araya getirilmelidir.

Hayat, yaşanılarak, en çok da görülerek öğrenilir. Çocuklar evlerin yansıması, âilelerinin önsözüdür. Önsözde olan ise, kitabın özetidir. Çocuklarımızı yetiştirirken her birinin “biricik” ve “tek” olduğunu unutmamak gerekmektedir.

Evlatlarımız kıyaslamamaya çalışmak, söylemesi çok kolay, fakat yapması çok zor olan bir şeydir. Çünkü bu konuda toplumun bizden beklentileri ve üzerimizdeki inkâr edilemeyecek ağır baskıları vardır. Meselâ üniversite sınavına giren evladımızın nereyi kazandığı çok önemli bir gündemdir ve âileler bu konuda ciddî oranda kıyaslama yapmaktadırlar. Bazen evlatlar birbiriyle, bazen de tanıdık, eş-dost ve komşu çocukları ile kıyaslanır çocuklar…

Kıyaslamalar, bebek rahme düştüğü, hatta haberi alındığı an bile başlar. Çocuğun cinsiyeti, annenin yaşı, babanın işi, ilk dişi, ilk yürümesi, konuşması, hecesi, anaokulu, ilkokulu ilk okuyabilmesi, yıldızı, takdiri, teogu, boyu, kası bitmeyen gündemlerle uzar gider çocukların yarışı…

Ebeveynlerin merakla, öğrenmek için sorduğu, birbirlerine aktardıkları birçok hikâye, çocukların hayatlarını zorlamaktadır aslında... Âileler mevcudiyetlerini, başarılarını, neslin devamını, âile şöhretini, ün yapmayı, yer edinmeyi de en çok evlatları üzerinden yaparlar. Ve işin kötüsü, yaş ilerlese de bu kıyaslama hastalığı bitmez, hastalıklı zihniyetlerde… 50-60 yaşına gelmiş çocuklar bile, hâlâ ebeveyni tarafından başkalarıyla kıyaslanır durur. Belki art niyet yoktur; o anne-baba da evladının iyi olması için çalışır, didinir. Ancak evladını tanımadan onu böyle zora koşması, kendi huzurunu da kaçırır, evladınınkini de…

Bu hâl, insanlık tarihi kadar eski ve köklüdür. Belki insanlık devam ettiği müddetçe de var olmaya devam edecektir. Ancak yanlışı devam ettirenler var diye, doğruyu terk etmek olmaz. Âilelerin, kendi huzur ve mutlulukları için de, çocukları için de en doğruyu seçmeleri, evlatlarının ve kendi âilelerinin farklarını, “objektif” bir şekilde görmeleri şarttır.

Bu, insanın kendisine âit değerlere “toz kondurmaması”, kendi evladını “en güzel, en başarılı ve en becerikli görmesi” alışkanlığına ters düşer elbette… Bunun için biraz daha dışarıdan, soğukkanlı ve ehliyetli kişilerin bilgi ve yönlendirmelerine ihtiyaç vardır. Okul, akraba, komşu vb. farklı çevrelerden “iyi niyetle” yaklaşan kişilerin görüş ve tecrübelerine başvurmalı ve onları, kendi duygu, düşünce ve tecrübelerimizle yoğurmalıyız.

Ve unutmamalıyız ki, her çocuk, biricik ve tektir. Rabbimiz, her insana, ayrı bir sanat harikası olarak binbir güzellik ve kabiliyet vermiştir. En güzel ve başarılı anne-baba, evladının güzel hasletlerini keşfedip onları değerlendirmesine fırsat veren, en kötü anne-baba da evlâdını, o yüce ilâhî hazineyi bir hurdalık ve enkaza dönüştüren, insanı “israf eden”dir.

Son olarak şunları da dile getirmek şarttır: Yanlış kişide değil davranıştadır. Davranış sabırla, istekle, iradeyle değişir. Âileler sabır ve şefkat diliyle yaklaşmalı ve evlâdına ilgiyi hiç kesmemelidir. İnsan, sözlerin yansımasıdır ve insan sözün eseridir. Âdem -aleyhisselâm-’ın iki evladından hangisi olacağımız, bizim tercihlerimizin neticesidir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle