Sizden Gelenler Unutmadık Sizi, Unutmayacağız!..

Bu mektup bir şikâyet için yazılmadı. Acındırmak veya “Vah! Vah!” dedirtmek için de… Sadece başka bir dünyanın varlığından haberdar kılmak için kaleme alındı, bu satırlar… Hemen yanıbaşımızda olan, yaşanan bir dünya… “Belki içimizden birisi, belki biz de bir gün bedensel veya zihinsel özürlü hâline gelebiliriz. Bir kaza, bir hastalık veya yaşlılık sebebiyle… Ya da bizim de bir engelli çocuğumuz olabilir. Kim bilir?! Kim garanti edebilir böyle bir şeyin olmayacağını, yarınından emin olarak…

O hâlde binbir nîmet içinde yaşarken hâlinize şükretmeyi öğretsin bu satırlar… Bir yardım eli olsun, mahzun ve muzdarip âilelere… Onlara sabır telkin etsin:

“-Hep duâlarımızdasınız.” desin. “Unutmadık sizi, unutmayacağız; bir ihtiyacınız olduğunda işte telefonumuz, işte adresimiz… Gücümüz bu kadarına yetiyor, işte bizdeki emânetiniz!..”

Etrafınıza bir de bu gözle bakın. Sizin çevrenizde de bu ve benzeri pek çok örnek göreceksiniz, sizin ilginize, sevginize muhtaç…

* * *

Bu girizgâhın ardından sizi yaşanmış bir olayla baş başa bırakıyorum. Bir öğretmen ve ilk karşılaştığı sınıfı… Duyguları, düşünceleri, yaşadıkları, hissettikleri oldukça gerçekçi… Buyrun, okuyun ve düşünün!..

* * *

“Mezun oldum. Öğrencilikten öğretmenliğe geçmek... Ne garip bir duygu bu! İşimde ilk günüm. Çalışacağım kurumun kapısının önünde durmuş bekliyorum. Sanırım korkuyorum. Engelli çocuklarla çalışma fikri biraz korkutuyor beni… Neyse artık, kabul ettim bir kere. Üstelik bir eğitimci için çocuğun nasıl olduğu önemli değildir. Çocuk çocuktur.

Besmele çekip girdim içeriye… Aman Allâh’ım! Bu iş gerçekten de zor olacak. Saldıranlar, tükürenler, bir kenarda etraftan bîhaber oturanlar, şımaranlar ve şımaramayanlar... Benim burada ne işim var? Ah be güzel ağabey!.. «Engelli çocuklarla çalışırsan hayatı öğrenirsin, yıpranırsın, ama olsun! Başın öne eğilir ve Allâh’ın karşısında başının öne eğilmesi, O’nun tarafından hoş görülür.» demiştin. Hayatı öğrenme konusunda şüpheliydim. Ama onlara çok şey öğreteceğimi düşünüyorum. Ne de olsa ben bir öğretmenim. «Çok şey bilen» bir öğretmen!..

Hadi bakalım, önce çocukların neler bilip bilmediğinin bir değerlendirmesini yapalım. Allah’tan çocuklar teker teker alınıyor derse... 45 dakika zor geçer, fakat ne bileyim! İçim mi ısındı bu işe ne? Beni, velilere «Bu yeni öğretmeniniz!» diye tanıtıyorlar, ne güzel! Başlayalım bakalım.

 Ve ilk çocuk: 8 yaşında... Sadece kırmızı rengini biliyor. Daha doğrusu bütün nesnelere kırmızı diyor. Pardon «dırtızı»... (1 yıl boyunca çocukla kırmızı çalışılmış. Ben de sonradan öğrendim.) Ve değerlendirme bitti. Şimdi velî görüşmesi... Anneye «Çocuğunuzdan neler bekliyorsunuz?» diye soruyorum.

«-Doktor!.. Öğretmen hanım, doktor olmasını istiyorum.”

* * *

11 yaşında... Evet, bakalım sen neler biliyorsun?

«Bu ne?» Cevap yok.

«Kalemi göster, elmayı göster, masayı göster.» Tepki yok.

Bir şey söylemeye gerek de yok. Hiçbir şey bilmiyor. Kendini bile... Annesine yine o mâlum soruyu soruyorum.

«-Çocuğunuzdan neler bekliyorsunuz?»

«-Fazla bir beklentim yok. İletişim kurmasını istiyorum. Herkesle konuşmasını istiyorum. Söylenilenleri anlamasını...» (Bir yıl sonra sadece «Nasılsın?» sorusuna «İyiyim.» cevabını verebildi. Bir de; adı söylendiğinde kendini gösterip «Burada» diyebiliyor.)

* * *

Yaş 13... Okuma-yazma çocuğu. İyi bari! Basit toplama işlemlerini sadece yardımla yapıyor, heceleyerek okuyor. Okuduğu metinle ilgili basit sorulara cevap veremiyor. Yine o soru:

«-Neler bekliyorsunuz çocuğunuzdan?»

«-Okulda arkadaşları gibi problem çözsün, geometri hesapları yapsın, okusun, bakmadan yazsın. Şey, bir de öğretmen olmasını isterdim. Kızlara yakışıyor öğretmenlik, öğretmen hanım.»

* * *

Aman Allâh’ım! Bu ne güzel bir kız... 7 yaşında... «Adın ne senin?» Sadece birkaç harfi çıkarabiliyor. Söylemeye çalışıyor adını. Anladım, konuşamıyor. Allâh’ım, Allâh’ım! Bu ne güzel bir yüz böyle... Fakat konuşamıyor. Dil gelişiminde kritik dönemi çoktan geçtiği için; konuşması ya çok zor ya da imkânsız... Öyle derdi hocamız. Annesi mâlum... Konuşmasını bekliyor.

* * *

Aaaa, bu biraz daha sâkin... Sanırım çok ağır değil. Teşhisi: Otistik. Demek ki, bu yüzden sâkin görünüyor. Orada olduğumun farkında değil. Hatta kendinin de farkında değil. Denemek için çok parçalı yap-boz veriyorum eline... 1-2 saniye bakmıyor bile. Sonra bozuyorum. Hiç teklemeden o karışık yap-bozu bir çırpıda yerleştiriveriyor. Ben bile o kadar çabuk yapamazdım. Hiç kimse yapamazdı. Ne zekâ ama! Problem şurada: O zekâsının da farkında değil. Ve velîye aynı soru. “Çocuğunuzdan neler bekliyorsunuz?”

«-Bir gün kendisini tanımasını, bir kerecik olsa da, bana “anne” deyip sarılmasını...»

(Yok, bu soruyu artık sormayacağım hiçbir veliye… Yüreğim kaldırmıyor artık, bu beklentilere. Boynum bükülmeye başladı sanırım. Olsun! Bu da bir şeydir. Bu soruyu sormamam gerektiğini öğrendim daha ilk günümde…)

Bakalım bu kaç yaşında: 10. Okuyabiliyor. Ne versem okudu. Ama dur! Yazamıyor, okuduğunu yazamıyor. Sormadım o soruyu veliye… Meğer sormaya gerek yokmuş. O anlattı zaten, çocuğundan neler beklediğini... (Bunu da öğrendim: Soru sormak gerekmiyormuş onlara; acılarını, umutlarını anlatmaları için…)

* * *

Bir çocuk daha... Çok tatlı bir erkek çocuk... Öğrenme güçlüğü var. Ha bir de; vücudunda bulunan ya da bulunmayan mı (Şimdi hatırlamıyorum, tıpla ilgili bir şeydi.) bir şey yüzünden süt ve süt mâmülleri yasak çocuğa... Süt içmemek onun için bir kayıp değil belki. Ama dondurma yemeden olur mu hiç? Bir gün dondurma istemiş annesinden. Almayınca annesi... Anlıyormuş çocuk aslında, niye dondurma yiyemeyeceğini... Ama çocuk işte! Başlamış ağlamaya. «Çocuğunuz sizden bir şey istediğinde, ona istediğini verememenin acısını biliyor musunuz?» diye sormuştu babası.

Bilmiyordum. Bilmek ister miydim? Onu da bilmiyorum. Ama bilenler vardı. Artık biliyorum. Bunu da öğrenmiştim bu vesîleyle. Ama öğrenmek canımı yakıyor nedense...

(Allâh’ım! Ya benim de bir gün engelli bir çocuğum olursa? Ne yaparım ben? Ya da ben bir gün sakat kalırsam... Daha önce hiç bu korkuyu yaşamamıştım. Niye kaygılandım ki? Allâh’a şükür engelli değilim. Öyle bir çocuğum da olmaz herhâlde. Yani olmaz değil mi? Bu veliler de ilk başta benim gibi mi düşünüyordu yoksa?)

Ve velî diyalogları: Ne cevap verebilirdim ki bunların karşısında?

«-Öğretmen hanım; sizin öğretmeye çalıştığınız bu şeyi, diğer çocuklar biliyor. Benim çocuğum neden bilmiyor?! Yoksa zekâ geriliği mi var? (Sayın ......! Burası «Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezi». Yani zihinsel engelli çocukların eğitim gördüğü bir kurum.)

Bir velim konuşuyor. Onu anlamaya çalışıyorum.

«-Valla tüm ilaçları alçak yerlere koydum. Bulsun da içsin diye... İçsin de ölüp gitsin diye... Bıktım artık. Canımdan bıktım, ondan bıktım. Alsın Allah da kurtulayım.» (Keşke anlamaya çalışmasaydım.)

«-Öğretmen hanım; benim çocuğum aslında çok zeki... Valla bak, sadece konuşamıyor. Bir de davranış bozukluğu var. Eğer bunları eğitimle hallederseniz, oğlum bu zekâyla çok iyi yerlere gelir. Ben inanıyorum buna... (İnanın, ben de inanmayı en az sizin kadar istiyorum. Ancak...)

Ve hüzün:

İki çocuğu da hem zihinsel hem fiziksel engelli… Kocası kanser... Ve şöyle diyor:

«-Hayat bu, daha kötüleri de var öğretmen hanım. İnşâallah iyi olacak hepsi. Ben umutluyum. Ha bugün, oğluma adını söylediğimde, kaldırıp başını bana baktı. İsmini tanıyabiliyor artık, çok mutluyum.» (Ben de çok mutlu oldum. Bir şey soracağım. Sizin sağlığınız nasıl?)

«-Oğlumu sırtımda taşıyorum. Merdivenleri çıkmak zor oluyor. İyice büyüdü artık. O yüzden bel ağrılarım başladı. Fakat ona da bir çözüm bulacağız inşâallah. Tekerlekli sandalye alacağız.»

* * *

«-Benim çocuğum olmuyordu öğretmen hanım. Nihayetinde tüp bebeğe başvurduk. Yıllar süren bir hasretlikten sonra, çocuğumu kucağıma almanın mutluluğunu yaşıyordum. Ta ki doktorlar, «Çocuğunuzun gelişimi normal değil!..» diyene kadar... Önce reddettim. (Bütün veliler, önce reddeder.) Şimdi kabulleniyorum. Ama umutluyum. Kesinlikle yürüyüp koşabilecek.»

«-İnşâallâh… Allah her şeyin hayırlısını versin.»

Ve karşımda iri yarı bir adam… Dağ gibi... Ne sert adam bu böyle… Konuşmaya başlıyoruz. Oğlundan bahsediyoruz. Teşhisi; hiperaktivite ve dikkat eksikliği. Çok ağır değil, fakat yine de güçlük çekiyor öğrenmekte… Dikkatini veremiyor anlatılanlara. Devam ederken konuşmaya, o dağ gibi adam küçüldükçe küçülüyor karşımda. Ve o sert bakışları çözülüyor, yaşlar süzülmeye başlıyor o gözlerinden... Evet, ağlıyor. Gencecik bayan bir öğretmen karşısında, hiçe sayıp erkekliğini ağlıyor sesli sesli… Bir şeyler söylemeye çalışıyor. Anlayamıyorum cümlelerini... Sadece bazı kelimeler beynimde yankılanıyor: Fakirlik, işsizlik, sigorta ve çocuk... Hem fakir olmak, hem engelli bir çocuğa sahip olmak... Nasıl dayanıyor bu acıya? Doğru ya dayanamıyor. Ağlıyor baksana! (Bir şey daha öğrendim. Erkekler de ağlıyormuş canları yanınca…)

* * *

Kocası şehit bir kadın...

«-Baş etmek zor öğretmen hanım. Hele eşi olmayınca insanın… Kızımı evde yalnız bırakamıyorum. Ablası evde olsa da, onu rahatsız ettiği için evde kalmasını istemiyor. Nereye gitsem yanımda götürmek zorundayım. Fakat gittiğim yerlerde beni rahat bırakmıyor. Komşularım bile evlerine gitmemi istemiyorlar artık… Ne yapsınlar, onlar da haklı. O kadar saldırgan ki, ya ortalığı talan ediyor ya da insanlara zarar veriyor. Buraya geldiğimde en azından dışarı çıkmış oluyorum. Bir değişiklik oluyor.»

«-Anlıyorum...»

Anlıyor muyum? Gerçekten anlıyor muydum bütün bunları. Kolum hiç kırılmamıştı ve kırık bir kolun acısını anlamaya çalışıyordum; en klasik tâbiriyle...

Tahammül edemiyordum ilk başlarda... Acı geliyordu. Zar zor okuma yazmayı öğrettiğim bir çocuğumun epilepsi nöbeti geçirip her şeyi unutmasını kaldıramıyordum ilkin... Sonra alıştım ben de... Duyarsızlaşmaya başladım belki de. Ama yine de açıp baksam kalbime, aynı sızı orada. Ve utanç... Elimde olmayan şeyler için isyan edişime... Aynalara bakmaya yüzü kalmıyor insanın onları görünce. Hangimizin garantili geleceği... Hele hele nîmete şükredilmiyorsa.

Ne acı! Bunları anlatırken birilerine:

(Aman, yok be, abartma sen de. Ne münâsebet canım. Sağlıklıyım, gencim, güzelim. Bir kere Allah, beni böyle sapasağlam yaratmak zorundaydı!. (Hâşâ) Benim çocuğumu da kusursuz yaratacak elbet... Sanki Allah beni böyle yarattı da lutuf mu etti? (Hâşâ) Hiç sanmam. O zaten vermek zorundaydı. Bak bir daha söylüyorum, zorundaydı O.

Hâlime şükretmek mi? Komiksin. Tekrar söylüyorum; bana sağlam bacaklar, gören gözler, işiten kulaklar, en önemlisi düşünen beyin (senin ki düşünüyor mu bilmiyorum) vermeliydi zaten... Var olması zorunlu bir şey için, ben niye şükredeyim ki, değil mi ama!

O zaman o çocuklar neden mi öyle? Allah, onları yaratırken yapmak zorunda olduğu görevini unuttu (hâşâ) gâlibâ. O yüzden onlar öyle doğdu. Yoksa bizi denemek için yaratmamıştır değil mi?)

Kim acınacak hâlde acaba? Bilmiyorum. Kim kayıpta, kim kazançta? Hangimiz zihinsel engelli... Kim göremiyor, kim duyamıyor? Kim düşünüp akledemiyor böyle şeyleri?

Ah be ağabeyciğim!.. Senin de dediğin gibi; büküldü boynum, bir suçlu gibi… Şimdi başım önümde şükrediyorum Allâh’a. Ve utana utana... Ve acıya acıya...”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle