Şimdi Yeni Şeyler Söylemek Zamanı

 

İslâm, Allâh’ın gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. Onun ana prensipleri, Allâh’ın indirdiği vahiy ile tesbit edilmiş ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu dinin ete-kemiğe bürünmüş, canlı bir hayat modelini insanlara takdim etmiştir.

Bu sebeple Allâh’ın kelâmı ve ilâhî vahiy demek olan Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimizin İslâm’ı yaşayış modeli olan Sünnet-i Seniyye; İslâm’ın iki ana kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerim veya “Kitap” ile “Sünnet” birbirinin rakibi veya alternatifi değil, birbirinin tamamlayıcısı ve ayrılmaz parçasıdır. Birisi beden, birisi ruh yahut birisi et, birisi kemiktir. Nasıl bunlar bir araya geldiğinde tamamlanıyor ve bir bütün oluşturuyorsa, Kitap ve Sünnet de böyledir.

Peygamber Efendimiz, “canlı bir Kur’ân”, başka bir ifadeyle, 23 senelik hayatıyla Kur’ân-ı Kerîm’in açıklanmış, hayata uygulanmış bir tefsiri gibidir.

Ana kaynak bu iki pınar olduğu hâlde, İslâm, tarih boyunca farklı bölgelere yayıldıkça onların örf, âdet, gelenek ve uygulamalarından renklenmiş ve bir zenginlik kazanmıştır. İslâm, Kitap ve Sünnet’in ruhuna ters olmamak şartıyla her türlü düşünce, duygu ve yerleşmiş uygulamayı kabul etmiş, hoş görmüş ve duruma göre de teşvik etmiştir. Bu yüzden İslâm’ın farklı asırlarda, farklı coğrafyalarda; özde birbirine benzediği hâlde çeşitli sûretlerde ortaya çıkan sanat, edebiyat, kültür ve yaşayış yansımaları olmuştur. Başka bir söyleyişle din değişmemiş, ama din dili değişiklik göstermiştir.

Bu durum kılık-kıyafet, yeme-içme, mimarî, mûsikî, sanat ve edebiyat gibi hayatın pek çok sahasında gözle görülür bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Aslında iklime, milletlerin karakteristik özelliklerine, ihtiyaca, zaman ve mekânın ruhuna göre çeşitlenen bu zenginlik, İslâm’ın hem kabulünü kolaylaştırmış, hem de insanların onunla birleşmesini, kaynaşmasını, ona büyük bir derinlik ve zenginlik katmasını temin etmiştir.

İslâm, fert ve toplumu aynı anda ele alan, birisini diğerine feda etmeyen, karşılıklı vazife ve sorumluluklarla insanlığın istikbalini ve kâinâtın nizamını koruma altına alan yüce bir dindir.

O, Rahman ve Rahîm olan Allah tarafından, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş bir Peygamber vasıtasıyla şefkat ve merhameti en temel şiar kabul eden bir dindir. Hava, su, toprak, bitki ve hayvanlar; tıpkı insanlar gibi ayrı ayrı “Allâh’ın emaneti” olarak görülmüş ve o emaneti zâyî etmemek üzere, pek çok prensip belirlenmiştir.

İslâm, insanın dünyaya tertemiz bir şekilde geldiğini ve bu temiz fıtratı günahlarla kirletmemesi gerektiğini öğretmiştir. Ancak nefis ve şeytan yüzünden insanlar zaman zaman hatalara düşmüş olsa da, Allâh’ın “el-Gaffâr” ve “es-Settâr” sıfatlarıyla kullarını affetmeye her an hazır olduğu bildirilmiş ve günahkâr kimselerin, sadece ve ancak O’na el açarak, O’nun affına sığınmaları istenmiştir.

O, her şeyi bilen, her şeyden haberi olan, “kul hakkı” ve “şirk” dışında, kullarının bütün günahlarını tek kalemde silebilecek yegâne kudret ve mağfiret sahibidir.

Öyleyse kullar, O’nun kapısı dışında bir kapı aramamalı, O’nun rızâsı dışında bir gayeye kilitlenmemelidirler.

İslâm’ın geldiği devirde, her yönüyle can çekişmekte olan insanlık;  onun hayat veren prensipleri ile can bulmuş; o vahyin indiği çöl, âdeta yeşerip dünyaya medeniyet bahşetmiştir. Birbirinin kanını dökmekten zevk alan, insan canının değersizleştiği, insanın bütün hak ve meziyetlerinin ayaklar altına alındığı bir toplumdan, bütün çağlara ve insanlığa örnek olacak öncü kimseler yetişmiştir.

Öyleyse bugün müslümanlar, neden ellerinin altında Kitap ve Sünnet gibi iki hayat iksiri varken bundan asırlar öncesinin câhiliye dönemi âdet ve geleneklerine dönmüştür? Bugün İslâm’ın düşmanları neden, müslümanlardaki zaaf ve hatalara bakarak İslâm’dan uzaklaşmaktadır? Eğer müslümanlar, İslâm’ı temsil etmeyecek ve öğretmeyecekse, İslâm’ı kim, nereden ve nasıl öğrenecektir?

Bugün bizim tekrar ve yeniden İslâm’a dönmemiz, İslâm’la buluşmamız ve Allâh’ın yarattığı şekliyle tertemiz fıtratımızı korumamız gerekir. Kimsenin İslâm’ın güler yüzünü soldurmaya, tertemiz alnını ve sicilini kirletmeye hakkı yoktur. Biz, gölge etmediğimiz zaman İslâm, zaten kendi kendi ifade ve temsil edecek, başka sînelerde aks-i sadâsını bulacaktır.

İslâm’ı yeniden ve bir kere daha asıl kaynaklarından okumalı, onu günümüzün ihtiyaç ve imkânları ile bir kere daha gözden geçirmeliyiz. Bu, “yeni bir din dili” oluşturmak için gereklidir. Ama bu, dini yeniden düzenlemek, ona kendimize göre şekiller vermek değildir. İslâm, kendi potansiyeli ve kaynakları ile, kıyamete kadar bütün insanların dert ve problemlerini çözebilecek imkân ve kabiliyete sahiptir. Yeter ki, biz onu doğru okuyalım, ona samimi gönülle ve ehil, liyakatli ellerle yönelelim.

İslâm’ın bugünün dili ile, bugünün insanına anlatılması, bugünün dert ve hastalıklarını çözmesi için gayret etmelidir. Ama bunu Kitap ve Sünnet’ten kopararak, modern ve hastalıklı zihinlerle veya kirlenmiş gönüllerle yapmaya çalışmak, hele hele câhilce ve art niyetle buna yeltenmek, İslâm’a ve müslümanlara fayda sağlamadığı gibi, çok büyük zararlar verir. Dünyada en temiz ve en doğru bilgi kaynağı olan vahiyden uzaklaşmasına yol açar.

Allah ile, Allâh’ın dini ile arasını açan, nasıl doğru bir yol tutturabilir. Allâh’ın çizdiği sırât-ı müstakim çizgisinden sapan, bir daha nasıl Allâh’a gidecek bir yol tutturabilir?

Batının baskı ve hegemonyası, zenginlik ve kültürel hâkimiyeti; onun Allâh’tan kopan inanç dünyasını, insanlıktan çıkan hırs ve ahlâk fukarâlığını ne kadar gizleyebilir?

Biz, bugün değerleri kökünden sarsılmış, inanç yerine buhran ve kaos içinde yaşayan Batı’yı yüceltir ve örnek alırsak, üstüne üstlük onun mevcut değerleri ile kendimize, din, örf ve değerlerimize yeniden şekil vermeye çalışırsak; ne kazanır, ne kaybederiz? Günün sonunda, verdiklerimiz mi, aldıklarımız mı değerlidir?

O yüzden İslâm’ı doğru anlamak, doğru yaşamak ve onu tekrar en güzel şekliyle insanlığa takdim etmek gibi büyük bir sorumluluğumuz var. Bu hem büyük bir vebâli mûcip, hem de büyük bir mükâfât sebebi… Onun güzelliklerini olduğu gibi günümüze taşırsak, insanlığa tekrar büyük bir hizmet yapmış oluruz ve kâinattaki her şeyden daha değerli olan “hidayetlere” vesile oluruz. Yok eğer, onu karalar, küçümser, terk eder veya yanlış temsil edersek insanları, haktan, hakikatten ve hidayetten mahrum etmiş oluruz. O da dünya-âhiret vebali olarak hepimize yeter!

Yaşadığımız bu zaman diliminde,  toplum ve medeniyet olarak her türlü değişimi dikkate almak zorundayız. İslam’ın tebliğ vazifesinde bir iddiası olan müslüman -ki her müslüman, aynı zamanda tebliğ vazifesi ile sorumludur- Peygamber Efendimiz’in hayatını, sünnetini ve tebliğ üslûbunu çok iyi bilmelidir. Ehem-mühim sıralaması içinde, duruma ve şartlara göre doğru bildiği hususları elinden geldiği kadar iyi temsil ve tebliğ etmeye çalışmalıdır.

Müslüman, İslam’ın zarafetini her daim üzerinde taşıyan, taşıması gereken insandır. Kendisinin her zaman Peygamberi’nin temsilcisi, Rabbi’nin yeryüzündeki halifesi olduğunu unutmamalıdır.

İslam’a düşmanlık etmeye teşne mihrak ve güçlerin -tâbir yerindeyse- ekmeğine yağ sürecek söz ve davranışlar, maalesef daha çok İslâm’a mâl edilmektedir. Bunun önüne geçmenin en kısa yolu, İslâm’ı kendimize değil, kendimizi İslâm’a uydurmamızdan geçmektedir.

Bütün insanlığa ve bilhassa genç nesle hitap eden “tatlı bir İslâm dili” geliştirmeliyiz. Bunun için de Hazret- i Mevlânâ’nın asırlar öncesinden yükselen sesine kulak vermeliyiz:

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi... Her gün bir yere konmak ne güzel. Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa, düne ait... Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım.”

Allâh’ın dâveti dünde kalmadı, kalmaz. Ama insanların Allâh’ın dinine dâvette eskiyen üsluplarını, bugüne göre yenilemeleri şart, vesselâm…

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle