Şehr-İ Ramazan

 

İki sene önce idrâk ettiğimiz Ramazan ayında teravih namazı için câmiye gittiğimde, bir hocaefendinin Ramazan ayı ile alâkalı vaazından bu kelimenin “yanmak” mânâsına geldiğini işittim. Bu satırları okuyan pek çok kişi, bunun mânâsını biliyordur muhakkak... Lâkin ben bunu ilk defa duymuştum. Ve çok tesiri altında kalmış, hattâ kıymet verdiğim sağlıkçı bir arkadaşımla o gece sahurdan önce bunu mesaj yoluyla, heyecanla paylaşmıştım. Hocaefendi şöyle devam etmişti:

“-Âlimlerin çoğunluğuna göre Ramazan, ra-ma-da kelimesinden alınmıştır. Ramad; (aşırı sıcak sebebiyle taş ve toprak için) kavrulma, yanma, Güneş’in şiddetli ısısından dolayı taşların son derece kızması mânâlarına gelir. Bu şekilde Güneş’ten yanmış pek kızgın yere de, «ramdâ» denir. Dolayısıyla Ramazan, ramdâ’dan yanmak mânâsında, ra-ma-da fiilinin masdarıdır. Yani «kızgın yerde, yalın ayak yürümekle yanmak» demektir.”

Daha sonra hoca, bu ayın günahları yakarak temizlediğini anlatarak devam etmişti. Yine bu kelime, yaz sonunda, güz mevsiminin başlangıcında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına gelen “Ramadiyu” masdarından gelmekteymiş. Bu yağmur yeryüzünü yıkadığı gibi, şehr-i Ramazan da ehl-i îmânı günahlardan yıkayıp kalplerini temizlediği için, bu isim ile isimlendirilmekteymiş. [1]

Yanmak ve yağmur... Zâhiren birbirine zıt görünen iki mânâyı bir araya getiren bir kelime olarak “Ramazan”... Ve kulu, takvâya erdiren bir ibadet olarak orucun bu ayda farz kılınması...

Daha önce kaleme aldığımız pek çok yazıda, orucun sağlığa olan faydalarını bu satırlardan sizlerle paylaştık. İnşâallah bu yazımızda, insan bedeninin bu ayla olan ilişkisine, Ramazan’ın yukarıda bahsettiğimiz kelime mânâlarıyla birlikte, bakmaya gayret göstereceğiz.

İnsan denen organizma, mükemmel bir sanat harikasıdır. Bunu devam eden yazı dizimizde tafsilâtlı olarak dile getirmeye çalışıyoruz. İnsanın topraktan var edilen kusursuz tasarımı, yine topraktan olan gıdaları hazmederken birtakım kimyevî reaksiyonlar silsilesine tâbî tutmaktadır.

Beslenme, bünye için en temel ihtiyaçtır. Lakin asıl iş, yedikten sonra başlamaktadır. Zira lokmalar, insan bedeninde, tabakta durdukları gibi durmazlar. En küçük yapıtaşına kadar ayrılır, sonra hücre içine dâhil edilirler. Burada birtakım faaliyetlerden geçirilerek, tekrar küçük parçalar hâline döndürülerek gerektiğinde kullanılmak üzere mühim yerlere depo edilirler. Lâzım olduğunda da depodan çıkarılarak tekrar ayrıştırılırlar.

Gerek lokmayı çiğneyip yuttuktan sonra en ufak parçaya kadar ayırırken, gerek bunlardan yeni parçalar hazırlayıp depolarken, gerekse depolardan alıp tekrar kullanırken tekrarlanan fonksiyonlarda en esaslı faaliyet “yanma” reaksiyonudur.

Yanma, insan bedeni için hayatın kendisidir. Gıdalar hazmedilirken yakılır, enerji temin edilirken yakılır, depolara bir ateş (enerji) eşliğinde kaldırılır ve oradan alınıp kullanılırken de enerji eşliğinde yanma faaliyetleri yapılır.

Yeri gelmişken kısaca, hücre içindeki yanma faaliyetiyle alâkalı olarak bilgi vermek isteriz. İnsan bedenindeki her bir hücrenin faaliyeti için enerji gerekmekte, bu enerji de alınan gıdalardan elde edilmektedir. Hücre içindeki enerjinin temini; karbonhidrat, yağ ve proteinlerin karbondioksit ve suya kadar yakılması ile mümkün olmaktadır.

Karbondioksit akciğerler ile, su ise boşaltım sistemine ait organlar ile dışarı atılır. Bunun için yakıcı bir atom olan atmosferdeki “oksijen” kullanılmaktadır. İnsan, gıdasız haftalarca; susuz birkaç gün yaşayabilir. Ancak oksijensiz on dakika bile yaşayamaz. Yaşamamız için en gerekli temel madde; yakıcı bir atomdur. O da bizim kullanmamız için atmosfere âdeta saçılmıştır ve vücudumuza onu alıp kullanacak mükemmel bir sistem yerleştirilmiştir. Eğer bu yanma faaliyeti olmasaydı, kalbin-beynin çalışması, akciğerlerdeki solunum, kas-iskelet sistemindeki hareket faaliyetleri, mide ve bağırsaklardaki sindirim, böbreklerdeki süzme ve geri emilim vb. hâdiseleri gerçekleşemeyecekti. Yani yanma, insan vücudu için hayatî bir fonksiyondur. Diğer deyişle, yanmakta hayat vardır.

Burada câlib-i dikkat bir mevzu daha vardır. O da kâinâtın küçük bir modeli olan insan bedeninde yanma reaksiyonu neticesinde, bir yandan enerji elde edilirken diğer taraftan “suyun” açığa çıkmasıdır. Tabiatta da yangınlardan sonra atık madde olarak su buharı açığa çıkmakta ve bu su buharı, bulutların temel maddesini oluşturmaktadır. Yani her iki yanmadan sonra H2O ortaya çıkmakta ve her ikisi de yıkamanın, temizlenmenin habercisi olmaktadır.

Yanmak ve yağmuru birlikte ifade eden bir kelime ile isimlendirilen mübarek Ramazan ayında, “zübde-i âlem: âlemin özü” olan insan bedeninde meydana gelen hadiselere baktığımızda, hayret etmemek ve hayran kalmamak mümkün değildir.

İnsan, tabiatı îcâbı yemeye olan zaafı ile sürekli atıştırmaktan geri duramaz. Sindirim sistemi de sürekli gelen lokmanın hazmı ile uğraşmaya devam eder. Hâl böyle olunca gıdaları ideal mânâda yakamaz ve yağa dönüştürmek zorunda kalır. Bu yağlar, doku ve organlarda birikmeye başlar ve artan birikim zamanla bulunduğu yerlerde fonksiyonları bozarak tahribata başlar.

Gıdaların tamamen yanması ise, tam bir temizlik ve arınma ameliyesi olup hücreler toksinlerden ve atık maddelerden temizlenmiş olur. Bu faaliyet de özellikle yemeye ara verildiği zaman, yani açlık durumunda artar. Yenilen gıdaların hazmını bitiren vücut sistemi, -özellikle kanserli hücrelerle ve mikroplarla savaşan hücrelerimiz ve karaciğerimiz- pek çok hayatî faaliyet için zaman kazanmış olur.

“-Tıp ilmini iki kelimede topluyorum…” diyen İbn-i Sînâ’nın, “Şifâ, hazımdadır!” sözü ne kadar doğrudur.

Bünyede zamanla biriken atık maddelerin yakılması, vücuda giren zararlı mikropların ve yabancı maddelerin ortadan kaldırılması, kullanılan ilaçların zehirsiz hâle getirilmesi ve vücuttan atılması, yıpranmış ve ölmüş hücrelerin ortadan kaldırılması gibi vücudu toksinlerden arındıracak; tıpkı bir bahar yağmuru gibi yıkayıp temizleyecek olan pek çok faaliyetin meydana gelebilmesi için, sık aralıklarla yemek yenmemeli, hazım (gıdaların yanması) için bünyeye zaman tanınmalıdır. Bu yanmanın ideal mânâda gerçekleşmesi için ise, belli zaman aralığında yemekten içmekten uzak kalmak gerekmektedir. Yani açlık...

Açlık, hem yanma faaliyetlerini, hem ortamı yıkayarak temizlik faaliyetlerini artırmaktadır. Lâkin bu açlığın belli kuralları olmalıdır. Zira basit bir makineden değil, insan denen karmaşık yaradılışlı, mükemmel bir sanat harikasından bahsetmekteyiz. Üstelik onun keşfedilmemiş yönü, tıpkı kâinâtın “dark matter: karanlık madde” ile ifade edilen yönünde olduğu gibi, çoğunluğunu oluşturmaktadır. Hâl böyle iken kuralsız bir açlık ile bünyeye bir fayda sağlanamayacağı âşikârdır.

Bu açlığın en ideal şeklini, bunu belli zaman aralığı ile sınırlandıran “oruç ibadeti” oluşturmaktadır. Zira burada oruca niyet ile, vücutta peş peşe meydana gelen kimyevî reaksiyonlar, farklı gayelerle aç kalındığında görülmemektedir. Oruca niyet etmekle beraber bilgi işlem merkezinde hâdisenin algılanması neticesinde devreye giren sistemler, vücudu mevcut duruma adapte ederken, hazımdan arta kalan zamanı da vücudun temizliği, mikropların, yıpranmış, ölmüş veya kanserli hücrelerin, ilaç atıklarının ortamdan uzaklaştırılması için kullanacaktır. Yani yanma faaliyetleri ile gıda atıkları, yıkama faaliyetleri ile diğer zararlı maddeler temizlenecek; vücut sistemi arınacak, revize olup tazelenecek, gençleşip güzelleşecektir. Bu işlerin hepsi; üst üste oruç tutulduğunda ideal mânâda gerçekleşecektir.

Bu bakımdan Rabbimizin orucu senede bir ay ve Şehr-i Ramazan’da farz kılması ne kadar da mânidardır. Hem yanmak, hem yağmur... Yanarak yıkanmak. İkisi de arınmayı ifade ediyor ve zâhir-bâtın iki âlemimizi de temizliyor. Bundan herkesin istifade edebilmesi için bu ulvî ibadet, ihtiyâra (tercihe) bırakılmamış; merhametlilerin en merhametlisi olan ve kullarını çok seven Vedûd Rabbimiz tarafından, hem önceki ümmetlere hem bizlere, yani bütün insanlara farz kılınmıştır. Bunun için çok şükretmeliyiz. Aksi takdirde bu ibadetin feyiz ve rûhâniyetinden olduğu gibi, vücudumuz için zarûrî olan bir bakım ameliyesinden de mahrum kalacaktık. Bakara Sûresi 184. âyet-i kerîmesinin sonunda:

“...Bilseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır!” buyrulmakta... Hakikaten biz orucun maddî-mânevî faydalarını tam mânâsıyla idrâk etmiş olsaydık, hadîs-i şerifte de buyrulduğu[2] gibi, bütün senenin Ramazan olmasını arzu ederdik.

Bununla beraber; ibadetlerin maddî faydalar için değil, ilâhî emre itaat için îfâ edilmesi gerektiğini; ancak Rabbimizin lûtfu ile maddî olarak da istifade ettiğimizi belirtelim. Sıhhat ve âfiyetin, gönül huzurunun ve kemâlâtın, sünnet üzere tutulan oruçta olduğunu, bu mânâda “açlık oruçları” olarak yanlış bir tâbirle sünnete hamledilen diyet benzeri uygulamaları da asla oruç ibadeti ile karıştırmamak gerektiğini ifade edelim. Ve oruçtan zâhiren ve bâtınen istifade edebilmek için lütfen iftar ve sahur sofralarını abartmayalım.

İnsana en çok acziyetini tâlim ettiren oruç ibadeti ile alâkalı olarak bu satırları kaleme alırken, ülkemize de sıçrayan virüs salgını sebebiyle, temas riskini azaltmak için alınan sosyal izolasyon tedbirleri; câmilerde cemaatle namaza ara verilmesi; Cuma namazıyla alâkalı alınan karar; içimizi yakarken, bir araya gelişlerimiz konusunda da acziyetimizi göstermesi bakımından ne kadar ibretliktir. Kendine bile mâlik olamayan insanın, eline geçen en ufak güç ile dünyaya, hattâ “Var edenine” meydan okuması karşısında, kudretli Yaratıcı’nın, dilediği takdirde gözle görülmeyen bir canlı ile bütün insanları yerlerinden bile kıpırdayamaz hâle getirebileceğini; hep birlikte yaşayarak gördük.

Covid-19, çekirge istilâsı, yaklaşan dev meteor vb. art arda yaşanan felâketler, şu mübarek ayda; biz mü’minlere mühim dersler vermektedir. Açlıkla birlikte hissedilen acziyet ve duygu derinliği, insan müfekkiresini belli bir ufka taşımaktadır.

Ramazan ayı ve oruç ibadeti, belki de gafletimiz sebebiyle çoğu kez teşekkür ve tefekkür etmeden yiyip-içtiğimiz ve sahip olduğumuzu zannettiğimiz pek çok nîmetin kadrini idrâk bakımından bir fırsat takdim etmektedir. Senede bir gelen ve Rabbimizin sonsuz bir lûtfu olarak içinde, Kur’ân-ı Kerîm’in nâzil olduğu “bin aydan hayırlı bir gecenin” bulunduğu bu ayı; kuru bir açlık ve abartılı iftar-sahur menüleri ile hebâ etmek yerine; rûhen ve bedenen bir arınma mevsimi olarak değerlendirmeliyiz.

Âyet-i kerîmeleri tilâvet ederken, üzerlerinde tefekkür de ederek kulluğumuzu bir kez daha gözden geçirmeli ve oruçla birlikte organ ve sistemlerimiz revize olup tazelenirken, bu kıymetli ibadet sayesinde meccânen ikram olunan maddî-mânevî sağlıkla alâkalı kazançları gâye hâline getirmemeliyiz. Bununla beraber ibadet neşesiyle tutulan oruca karşılık verilen lûtufların şükründen de geri kalmamalıyız.

İdrâk ettiğimiz bu ayda ülkemizde devam eden virüs salgını sebebiyle, pek çok kimsenin aklına gelebilecek şu suâle de kısaca değinmek isteriz. Virüse yakalanmamak için oruca ara vermeli miyim? Pek çok makalemizde hangi grup hastaların oruca ara vermesi gerektiğini yazmıştık. Oruca ara verecek olan bu grup, zaten virüse karşı da direnci düşük olan gruptur. Hâliyle onlar zaten oruç tutamayacaklar.

Hâzık (uzman) bir müslüman hekimin oruç tutmasını mahzurlu bulduğu kişiler dışındakilerin, Ramazan orucu tutmalarında bir sakınca olmadığını, lâkin izolasyon ve diğer tedbirlere riâyet etmenin hastalığa yakalanmamak için son derece önemli olduğunu belirtmeliyiz.

İnsan vücudunun virüslerle ve sâir hastalıklarla mücadelesinde en temel sistem, bağışıklık sistemidir. Oruç tutmak, gerek vücutta meydana getirdiği birtakım kimyevî reaksiyonlar, gerekse sağladığı iç huzuru sebebiyle immün direnci artırmaktadır. Orucun immün dirence olan faydalarını, bilimsel çalışmalar eşliğinde[3] bu satırlardan daha detaylı bir şekilde başka bir yazı dizisinde açıklamaya çalışacağız, inşâallah…

Oruç tutmak için sağlık açısından bir mazereti olmayan kişilerin, virüse yakalanmamak için riâyet etmesi gereken en temel tedbir, sosyal izolasyon kurallarına uymaktır. Mecbur olmadıkça evden çıkmamalı, eve de gereksiz ziyaretçi kabul etmemelidir. Yani bu Ramazan’ı -sosyal mânâda- diğerlerinden farklı geçireceğimizi bilmeliyiz. İftar ziyaretleri, toplu kılınan teravih namazları gibi...

Konu sürekli gündemde tutulmasına rağmen bazı kesimlerde gerektiği kadar anlaşılamamıştır. Her türlü tedbire rağmen yine de gereksiz yere dışarı çıkan vatandaşlar olduğunu görmekteyiz. Salgın zamanında, “Ne yapalım evde çok sıkıldım, bir hava alayım, gezip stres atayım!” deme lüksüne sahip değiliz. Dolayısıyla “İftara da akrabama, komşuma gidip-gelirim, ne olacak ki?” diyemeyiz! Virüsün başlıca bulaşma yolunun, hasta fertle/fertlerle temas olduğunu unutmamamız gerekmektedir!

Rabbimiz’den niyâzımız; canımız istediğinde lokmaya uzanamadığımız, ayrıca yaşadığımız salgın sebebiyle de daha önce farkında olmadığımız pek çok hususta bir iç yangınıyla zaafiyetimizi derinden hissettiğimiz şu ayda, haddimizi bilip;

“-Sen, yâ Rabbi!” demeyi öğrenebilmektir.

Tıpkı ölü lokmanın, bedenimizde yanarak dirilmesi gibi, aczimizi bilerek hayat bulmaktır. Hücre seviyesindeki yanmanın ardından gelen yıkanıp paklanma gibi istiğfar ile mânen arınıp tertemiz olmaktır. Yandıkça dirilmek, saflaşmak ve “aşk ile kul” olmaktır.

Şehr-i Ramazan! Yanmak ve yağmur; hezârân gıpta!..

Şehr-i Ramazan! Aşk ile kulluk; Rabbin lûtfuyla!..

 

[1] Daha sonra bu ifadelerin Elmalılı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili adlı tefsirinde yer aldığını ve Osman Nûri Topbaş’ın da bir internet mesajında (29.05.2019 tarihli Facebook mesajı) benzer bir metni paylaştığını öğrendim.

[2] Bkz. Taberânî, el-Kebîr, 22/389.

[3] Bkz: https://www.drozdogan.com/2016-nobel-tip-odulu-otofaji-calismalari-ile-yoshinori-ohsumiye-verildi/

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle