Kaleyi Sağlam Tutmak

Hazret-i Âdem’le başlayan insanlık tarihi, aynı zamanda nübüvvetin de başlangıcı olmuştur. Çünkü ilk insan, ilk peygamberdir. O günden bugüne bütün peygamberler, insanları tek bir şeye davet etmişlerdir: Kendisini yaratan Rabbini tanımak ve O’na inanmak...

Aslında insanlık tarihinin tek ve en kısa özeti, Allâh’a inanmak veya inanmamak davasıdır denebilir. Nübüvvet inancının karşısında olan her türlü sapkın anlayış, insanlığı bencilliğe, isyana, inançsızlığa, zulme ve sapıklığa çağırırken; çağlar boyu peygamberlerin yegâne mesajı, tek bir Allâh’a îman ve O’nun emrettiği insanca, şerefli bir hayat olmuştur.

İnsanlığın “inançsızlık hastalığı” bugüne mahsus bir durum değildir; hak ve bâtılın mücadelesi kadar eskidir. Günümüzde de bu mücadelenin aynı şekilde devam ettiğini görüyoruz. Bugün biz de bu iki akımdan hangisine daha yakın olduğumuzun iç muhasebesini yapmalıyız.

Batı insanının hareket noktası, genellikle akıl, menfaat ve bedenî hazları olup şer işlerinde danışmanları da şeytandır. Bu yüzden onlardan samimi bir müslümanın sahip olduğu iyi niyet ve samimiyeti beklemek beyhûdedir.

Her konuda rahatça görülen kibir ve kendini başkalarından üstün görme anlayışları, özellikle diğer kültür ve milletleri asimile konusunda ortaya koydukları acımasızlık, başkalarını kendine benzetme ve kendinden olmayanlara yaşama hakkı tanımama zihniyeti, Batı’nın tarihten günümüze devam ettirdiği değişmez bir hayat tarzıdır.

Müslüman ne kadar merhamet dolu ise, Batı da o kadar merhametsiz, gaddar ve barbardır. Onların bu kalp katılığı, sadece müslümanlara karşı da değildir. Kendi dininden, kendi ırkından olan kimselere karşı bile bitip tükenmeyen bir kin ve nefretle doludurlar. Onları sadece menfaatleri bir araya getirir ve yine menfaat yüzünden birbirlerine rahatça düşman kesilebilirler.

Müslümanların gönlü, bütün dünyayı ve mazlumları kuşatacak, kucaklayak kadar geniş olmasına rağmen Batı insanı, bir o kadar dışlayıcı, itici ve ben merkezli, katı bir kalbe sahiptir.

Bugün Batı’nın her türlü baskısına mâruz kalan, köklerinden uzaklaştırılan, kendine yabancılaştırılmış insan ve müslüman tipi ile karşı karşıyayız. Batının egoistliğinden darbe almamış, onlar tarafından sömürülmemiş, türlü baskı ve işkencelere mâruz kalmamış bir millet neredeyse yoktur. Elbette müslümanlar da bu acımasız çarktan, bilhassa son iki-üç asırdır yeterince nasiplerini aldılar. Onların insaf ve vicdanına bırakılan değerleri, eserleri, varlıkları ya tamamıyla yok edildi ya da tanınmaz bir hâle döndü.

Bugün Batı, dünyanın bütün milletlerinin maddî-mânevî, yeraltı-yerüstü zenginliklerinin hepsini sömüren, kendi varlığı ve geleceği için her şeyi alabildiğince hoyrat şekilde kullanan ve bunu tabiî bir hakkı gibi gören, gözü dönmüş bir obur gibidir. O kadar merhametsiz ve bencilce tüketir ki, ne kendisini, ne sonraki nesilleri ve ne de dünyanın geleceğini gerçekten dert eder.

Böylesine gözü dönmüş ve çevresine aç kurtlar gibi saldıran bir heyûlâdan müslümanlar da yakalarını kurtaramamışlardır. Teknoloji ve ilim konusundaki birkaç asırlık bir gecikme, ekonomik işleyişten kısa süreli bir uzaklaşma, askerî gelişmelerde gevşek davranma ve tembellik, müslümanlara acı bir fatura olarak yansımış; bugün müslümanlar, Batının her konudaki baskı ve cenderesinde âdeta nefes almakta zorlanır bir hâle gelmişlerdir.

Batının modernlik maskesi altında dayattığı kültür ve medeniyet baskısı, insanlığı köklerinden kopacak duruma getirmiştir. Müslümanlar da özenti ve alçaklık kompleksi ile paha biçilemez bilgi, inanç, ahlâk ve değerlerini; bir hiç uğruna kurban ettiler. Böylece Batı, teknolojik ilerlemeyi ve despotlukla elde ettiği maddî zenginliklerini göstererek; müslümanların en büyük mânevî hazinelerini ellerinden aldı. Şimdi müslümanlar, kafaları karışmış, gönülleri bulanmış bir hâlde, yönünü ve hedefini unutmuş olarak rüzgârda savrulan kuru yapraklara döndüler.

Bugün modern insanın zihninde ve gönlünde, her şeyin kudret elinde bulunduğu “Rabbü’l-Âlemîn” inancı yerine; her şeyin ayrı ayrı kendi put ve ilâhının bulunduğu çok tanrılı bir şirk dünyası cirit atmaktadır. Müziğin ilâhları ayrıdır; sinemanın, romanın, ekonominin, burçların, bilimin farklı branşlarının, felsefenin, siyasetin… Hepsinin sözü tartışılmaz mutlak doğrudur ve ne gariptir ki, hepsi ya bizzat Batı’da doğmuş büyümüş ya da Batı esaretini hazmederek kendi kültüründe Batının temsilcisi ve propagandacısı olmuştur.

Batı toplumunda böyle pek çok sahada büyütüp ilâh kabul ettikleri dokunulmaz kimseler olduğu gibi; her bir fert de kendi içinde aklı, menfaati, nefsinin azgın duyguları, kibri ve tatminsiz hazları ile ayrı ayrı bir ilahcık modelidir. Her biri, kendi aklıyla doğruyu bulur. Kendi istekleri, tartışılmaz ve vazgeçilmezdir. Diğer insan ve varlıklar, onun bitip tükenmez zevk ve ihtiyaçlarını temin ve tatmin etmek için var olmuşlardır âdeta... Onun hesap vereceği kimse yoktur, ancak herkes bilhassa aşağı kültür ve medeniyetler, ona hesap vermelidirler. İşte insanlık, böyle bir insan tipi ve medeniyet anlayışı ile karşı karşıyadır.

Ne üzücüdür ki, eriştiği birtakım teknolojik imkânların da kendisine verdiği güvenle, âdeta kendisinde bir ilahlık sıfatı vehmeden azgın bir insan nesli ile karşı karşıyayız. Her hadisenin arkasında bir sebebin, her sebebin de başka aklî bir sebeple îzahının bulunduğunu düşünen bir modern zaman kafası... Kendisinin üstünde daha yüce bir aklı, sonsuz hikmet ve kudreti kabul etmeyen, böyle bir zâta îman edip boyun eğmeyi zül gören, zavallı bir anlayış!.. Ona göre inanmak ve teslim olmak, insanın en büyük zaafiyeti… Ona göre, Allâh’a îman, tevekkül ve bağlılık, kendi ayakları üzerinde duramayan zayıf insanların takıntısı…

Kendini her şeyin merkezinde ve üstünde gören böyle bir anlayış, bugün maalesef dünyaya hâkim… Bu hâkimiyetini nasıl ele geçirdiği, bu uğurda nasıl insanlıktan çıktığı ayrı bir bahis… Ancak bugün bütün insanlığı kendine bağladıktan sonra, başka inanç ve bağlılıklara, kendi menfaatini rencide etmeyecek kadar müsaade eden bu uluslararası baskı mekanizması ile mücadele etmek, insanlığın en büyük hürriyet ideali olmalıdır.

Zira kendisi, bir Yüce Yaratıcı’yı kabul etmeyen bu dünya sistemi; bütün insanları kendi zekâsına, becerisine, yaratıcılığına ve büyüklüğüne ikna etmeye, inanmaya ve hatta teslim olmaya zorlamaktadır.

Öyleyse başta müslümanlar olarak her düşünce ve inanç sistemi, Batı hegemonyasını reddedip özgürlüğüne kavuştuğu kadar orijinaldir, bağımsızdır ve yeni bir oluşun habercisidir. Aksi halde müslümanlar dâhil, diğer bütün inanç ve medeniyet unsurları, Batı’nın istediği kadar dinlerini ve kültürlerini öğrenecek, onun insaf ettiği kadar yaşayacak ve onun işine geldiği şekilde bunlardan istifade edebilecektir. Aksi hâlde hem kendilerinin ve hem de bağlı oldukları değerlerinin yaşama imkânı yoktur.

İslam, insan hayatını tanzim eden, ona belli prensipler koyan ve gelişigüzel bir hayata aslâ müsamaha etmeyen bir dindir. Bu yönüyle Batı, kendi kurmak istediği sistemle her an çatışan İslâm’ı sevmez. Ya onu dışlar, hayattan uzaklaştırır ya da onu kendi istek ve beklentilerine göre şekillendirir. Bugün her iki İslâm anlayışının örneklerini de çevremizde görmek mümkündür. Batı’nın kesinlikle reddettiği İslâm, her konuda Batı’nın öne sürdüğü hayat tarzına alternatifler barındıran İslâm’dır. Onun hoş gördüğü İslâm ise, sulandırılmış, her türlü inancı çarpıtılmış, artık bir din olmaktan ziyade renkli, folklorik bir desen konumuna indirilmiş, tabiri câizse etliye-sütlüye karışmayan, Batıya tam bir teslimiyetle boyun eğmiş bir İslâm ve müslüman anlayışıdır. Bu ikinci İslâm, var olabilir, hatta gelişebilir. Çünkü bunun varlığı ve gelişmesi, gerçek İslâm’ın nefesini kesecek en büyük engeldir.

Hem ülkemizde ve hem de dünyada özendirilen, teşvik edilen bir İslâm modeli vardır. Modern hayatla, beşerî akıl ve hukukla hiçbir kavgası olmayan, onlara karşı sistem kurma veya alternatif oluşturma gibi hiçbir iddiası bulunmayan bir İslâm istenmektedir. Hâlbuki İslâm, bu kalıplara sığacak bir din değildir.

Müslüman topraklarında doğan, bu topraklarda asırlarca insanlığa şefkat, merhamet, hizmet ve şehadet ufku kazandıran, onları İslâm ile mayalayan her türlü müessese ve değerimize sahip çıkmalıyız. Eğer onların yok oluşuna seyirci kalırsak, bir gün kendimizin de yok olup gittiğini acı bir şekilde görmüş oluruz.

Rabbimiz, hepimize bu inanç, bilgi ve şuuru nasip etsin. Kendi dinini, kendi eliyle tahrip etmekten cümlemizi muhafaza eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle