Sanata Vurulan Kur’ân Mührü

«Seyr-i bedâî»ye dâvet var kâinatta! Öyle bir davet ki, âdeta kâinata eşsiz bir fırça dokunmuş, her şeyi güzelliğe büründürmüştür. Her an yenilenen tablolar, bu kâinata mührünü vuran Yüce “Sânî”in varlığını haber verir. “Azîz”liğinin, “latîf”liğinin, “hikmet”inin sergisidir kâinat. Yüce “Sânî”in kusursuzluğu görünür kâinat tablolarında... Akisleri semâya vurur. Yıldız olur, karanlıkları aydınlatır. O’nun tecellîleri suya akseder, derya olur coşar. Nefsinin hoyratlığına düşmeyen ruhlarda eser, tanıtır varlığını… Bakışını boşluğa savurmayanlara ilham eder sanatını.

Sanattan beklenen, seyrinde olanları, sır yüklü bir mânâ denizine bırakmasıdır. Gezgin kâşif gibi, sûretin inceliklerinden, hikmete doğru yol aldırmalıdır. Çizgilerin, renklerin konuşan yanını keşfedip, hikmetin dilini çözer gezgin kâşif!.. Gönlünü ışıtan keşifleri, onu da izine düştüğü “Sanatın Sahibi” gibi sanatkâr eyler. Dil-hûn olur bakışına değenler. Meftûnu olur sözlerine dokunanlar… Kimi zaman O’nun sanatı, gönül tellerinden yükselen bir ney sadâsı olur. Bu sadâ, neyzenin nefesinde ruhlara hikmeti bırakır. Kimi zaman hüsn-i hatla saçılır ukbâdan pırıltılar... Çekilen bir “vav”da, dervişin içli yanışları duyulur. Hattatın riyâ karışmamış gecelerde topladığı mârifet incileri sanatına karışır, mürekkebine ziyâ olur. Işıldar “nûn”un, “elif”in, “şın”ın zarif kıvrımlarından... Kimi zaman, sanatını taşlara resmeder; mimarbaşının ellerinde yükselir, eşsiz Süleymaniye’miz gibi… O taş sütunlar, artık ruhsuz bedenler değildir. Dil olur, feryat eder, tevhidi haykırır asırlarca... Ruhları saran, yumuşacık bir silüet olur. Yükselen mâbetlerde, semâdan inen vahyi temsil için konan kubbelerde yankılanan her âyet; ilk inen vahiy gibi, kalplere iner. Besmeleyle konan her taş, Kur’ân sadâsını can kulağıyla dinler. Cebrâil kanadından, mâbedin içine, semanın renkleri süzülür. Secdeye, bu huzur içinde eğilir başlar.

Öyleyse hem güzellikleri kendinde toplayıp, hem de Yüce “Sânî” e yaklaştırmayan bir eser var mıdır?

Güzellikler yitip giderken, ezelden ebede yansıyan bir varlık aynası vardır. Ki, her şeyin sûreti ve sîreti onda belli olur. “El-Musavvir”, en muazzam çizgilerini onunla insanlığa şerh eder. Onun hikmet aynasında, Yüce “Sanatkâr”, sanatının en bediî şeklini gösterir. Kurak dimağlara, çölleşen gönüllere onunla hikmetler yağdırmış, indiği andan itibaren şâirler, edîpler kalemini kırmış; söz, aczini itiraf ile Sahib-i Kelâm’a teslim olmuştur.

Bu gelen, Kâinatın Fahr-i Ebedîsi’yle, Rabb-i Zü’l Celâl arasında, en saltanatlı esrar olan Kur’ân’dır!..

Bu gelen, güzelliklerin kendisiyle mânâ bulduğu Kelâmullah’tır!..

Ben Kur’ân’ım. Cibrîl’in mübârek Hira dağına uzanan mesafeyi tarayan tül kanatları, nûrânî bir şerâre olurken; beşer gönlüne sunulan, damla damla ummanım ben. Tüy hafifliğinde tevâzu, dağların çekemediği celâdet bendedir. Mehâbetli bir gecede, göğü aydınlatan kamerin secdesi bendedir. Âlemin en ilerisine yürüyen Zülkarneyn’in gözlerindeki bitmeyen ufuk bendedir. Fâtihlere ilhâm olan müjdeyi taşıyan Kur’ân’ım ben. “En büyük Eser Sahibi”ni hatırından çıkarmayan mimarın, ellerinde şekillenen sanat eserine, mührünü vurup, kıyâmete değin sözlü tebliğ olan Kur’ân’ım ben.” (Devam Edecek)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle