Mükerrem'e Mektup

Kim derdi ki papatyandan daha evvel öleceksin?

Kim derdi ki dün gelmişken bugün çekip gideceksin?

 

Görüşemeyeli ne hâldesin? Zaman nasıl da hızla akıp gidiyor, değil mi? İki sene kadar evvel, bir sahne programı sonrasında kulise gelmiş, ömrünce aradığın bir yitiği bulmuş gibi coşkulu, üstelik gözlerin dolu dolu, “Sizi yakından görmek istiyorum!” demiştin. İlk karşılaşmamız işte böyle olmuştu ve belki de bezm-i ezelden tanışıklığın verdiği hisle olsa gerek, sevmiştik birbirimizi.

Sonrasında imkân buldukça, sadakamızı artırmak adına yaptığımız hizmetlere ve mânen gelişip tazelenmek adına yaptığımız sohbetlere katılmıştın. Kayınvâlidenin ve kayınpederinin hayırlı gelini olmak için uğraşır, ne vakit ihtiyaç duysalar yanlarında olmaya çalışırdın. Beyinden aşkla bahseder, kızlarını cân u gönülden severdin. Yağmurlu günlerde akan tavanından memnun olmamakla birlikte, huzurlu yuvandan şükürle bahsederdin.

Vaktiyle, küçük yaşta girdiğin koca evinde, fıtratına pek uymayan yeni kurallarla karşılaşmış olmanın zorlu imtihanlarını geride bırakmış, zamanla muâmelâttaki eksiklerini fark edip düzeltmeye çalışmış, bu gayretin sebebiyle hem beyinin hem büyüklerinin takdîrini kazanmıştın. Moralin ne zaman bozulsa, “Git git, senin hocanla buluşma zamanın geldi!” deyip, bize gönderirdi beyin seni, öyle anlatırdın. Hüsn-i zanla ve muhabbetle geldiğin ortamımızda huzur verir, huzur alırdın.

İçi dışında, tatlı dilli, güler yüzlü, zevkli bir hanımefendiydin. Birisi senden ötürü kırılacak diye ödün kopardı da en acı sözü bile bal sürüp söylemeye ihtimam gösterirdin. Yeni şeyler öğrenmekten zevk alan, hem naz çeken hem nazı çekilen güzel bir insan idin. Geleceğini duyduğum zaman, bilhassa dikkatli giyinirdim. Estetik duyguların yüksekti ve hem Allah rızâsına uygun hem de şık giyinilebildiğini görmek, sana iyi hissettirirdi.

Hani “Arkadaşlar, vakit dar! Şakası yok, bitti biter, ömür bu! Hareket edin!” deyip anlatmaya başlardım da, her seferinde aynı saygıyla ve tevâzuyla dinlerdin…

Sonra bir duyduk ki hastalanmışsın. Bir de duyduk ki gitmişsin… Meğer “Şakası yok, biter!” dediğimiz ömrün sonunda imişsin. Arkadaşlar fotoğrafını gönderdiler, kabrini öylece gördüm. Seni defneden, toprağına çiçekler ekip suladıktan sonra, boşluğunla dolmuş olan eve dönen acılı kalpler için, Allah’tan rızâ ve ferahlık dilemek dışında yapabilecek pek bir şeyim yoktu.

Senden sonra Kudüs’te ortalık yine cehennem yerine döndü. Acın, başka acılarla silindi. Zâlimler zulmetmeye, mazlumlar yalnız kalmaya devam etti. Ne yaptıysam yaşatamadım, hediye ettiğin papatya solup gitti. Yakınların, senden kalan kıyafetleri ihtiyacı olanlara ikram etti. Bahar geldi. Altın fiyatları yükseldi. Hani sen toprağa girdin ya, hemen o akşam, yine herkes acıktı, yine herkesin uykusu geldi. İnanılmaz bir hızla, ara ara hatırlayıp hüzünlendiğimiz, bazen de tebessümle yâd ettiğimiz bir hâtıraya dönüştün. Ardında bırakıp gittiğin beyin ve kızların için, gidişin elbette çok dehşetliydi; lâkin işte, senden sonra dünya dönmeye, kalanlar da yaşamaya devam etti.

Âhirete neler götürdün bilmiyorum; fakat bütün bu olup biteni seyrederken, herkesin yalnızca, kendi yapıp ettiğini götürdüğünü bir kere daha hatırlıyorum. Kalanların, gidenler için yapabileceği fazlaca bir şey olmadığını, bir kere daha tâlim ve tefekkür ediyorum.

Şu satırları yazarken burnumun direği sızlamakla birlikte, yine de bu dünyadan iyi bir zamanlamayla ayrıldığını düşünüyorum. Çünkü her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor hava. İnanır mısın, yalnızca son birkaç dakikada, Gazze’den en az yirmi acıklı haber geldi. Çocuk günlerimizi hatırlamak tesellî olmuyor artık. Gelen haberlere dayanmak bile zorken, Doğu Türkistan’da, Myanmar’da, Suriye’de, Filistin’de bizzat haberin parçası olanlar neler çekiyor, kim bilir?

Bu arada, sosyal medyada yalanlar, algı saptırmalar; insana, “taarruza uğradığı hissi veren” saçma sapan reklâmlar… Sokakta müslümanla gâvuru ayırt etmeyi zorlaştıran bir karmaşa… Yollarda at iziyle it izinin birbirine girmişliğinden ötürü kesif bir duman bulutu… Anlayacağın, ortalık temelli karıştı senden sonra.

E ya ben ne yaptım? Hani bir ayna lâzım olmuştu da kapıp getirmiştin ya, işte onu, adını Gülendam koyduğum güzel bir esere dönüştürüp kızlarına hediye ettim ve yalnızca, “Acınızı bölüşüyoruz!” diyebildim. Verdiğin sana kaldı Mükerrem! Bu vesîleyle ben de elimde, yalnızca Allah rızâsı için verdiklerimin kalacağı şuurunu perçinledim.

Hâsılı, senden sonra yine tefekküre, üretmeye, yazmaya, söylemeye, ağlamaya ve gülmeye devam ettim. Çilli begonyam yeni yapraklar açtı. Sardunyam ve kasımpatım coştu. Satmak için ekmek ve helva pişirdim. Kuşlar içsin diye, pencere kenarındaki çömleğe su doldurdum. Makineye çamaşır attım, anneme ve babama telefon ettim.

Bu aralar daha ziyade herkesten uzak kalmak ve susmak ihtiyacı içindeyim. Sencileyin, benim de vaktim gelinceye dek, şu dünyaya iyilik nâmına daha neler bırakabilirim, en çok onun derdindeyim.

Nasıl ölündüğünü hep çocukça merak ederdim, bilirsin; lâkin şimdi sana, “Anlatsana Mükerrem!” desem, ses veremezsin. Öyle pek rüya da görmem ki, gelip de orada söyleyesin.

Neyse, zaten demiştim ya, Mescid-i Aksâ’yı ziyaret ettikten sonra, ölmekten vazgeçtim. Zâlimler topluluğunun yenik düştüğü, yok olup gittiği günü görmek için yaşamaya karar verdim. Gerçi, büyük ihtimalle bana, ne zaman ölmek istersin, diye sorulmayacak; lâkin demem o ki, bir tercih hakkım var olsa, bu yönde kullanmayı seçerdim.

Hani, nasip olursa âhir ömürlerinde anama ve babama rahmet olmayı arzu ediyordum da bu maksatla bir ev yaptırmak için uğraşıp duruyordum ya, şükür, hedefe epeyce yaklaştım. Buralarda senden sonra değişiklikler olduğu gibi, hiç değişmeyen şeyler de var tabi. İnsanların çoğu, yine yalnızca seyrediyor. Yine kuru “âmîn”ler, “fiilî âmîn”lerin önüne geçiyor. Anlamsız ve boğucu bir atâlet yine her yanda kol geziyor. Yine bize rağmen Allah, rahmet etmeyi sürdürüyor.

Hani son nefesini de verip gittin ve böylece, hasetçi müslümanların, münâfıkların, müşriklerin, nefsin ve şeytanın zararından, zulme ve haksızlığa uğrama ihtimâlinden sonsuza dek kurtuldun ya, seviniyorum senin için.

Son telefon görüşmemizde, nefes almakta bile zorlanarak konuşmuş, “Hocam, sizi rüyamda gördüm. Benim duâya açılan kapım oluyordunuz.” demiştin ya, işte o sebeple, yazdığım bu mektubu okuyan herkesten, rûhun için birer Fâtiha, üçer İhlâs ricâ ediyorum.

Hayat işte Mükerrem… Kim derdi ki, getirdiğin papatyadan daha evvel öleceksin? Kim derdi ki, dün gelmişken bugün çekip gideceksin? Allah ömür vermişti, karşılaştık, söyleştik, gülüştük, bölüştük ya hani, Allah ölüm verince de inşâallah, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sancağı altında buluşacağız. Mâdem öyle, çok yakında görüşmek üzere, hoşça kal… Kabrin sana pür-nûr, görene sessiz bir sohbet, mekânın ise dâimî Cennet olsun canım. Âmîn.

PAYLAŞ:                

Neslihan Nur Türk

Neslihan Nur Türk

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle