Kıyafetimizde Meknuz Savunma Sistemi

Bir kumaşı aynı yerinden kaç defa kesip diktiğinizde, hiç kesilmemiş gibi olur?

Hangi kıyafet; sizi hiçbir şekilde rahatsız etmeden, değil günlerce, aylarca, hattâ yıllarca üzerinizde kalabilir ve büyüyen bedeninize ne büyük-ne küçük gelmeden tıpatıp uyum sağlayabilir? Ortamın sıcaklığına göre vücudunuzun aşırı ısınmasını veya iç faaliyetlerin devamı için gerekli olan ısının muhafazasını sağlayabilir? Bütünlüğü bozulduğunda, kendi kendini tamir edip, her ay kendini toptan yenileyebilir; rengini ve desenini ayarlayarak, bıraktığı gözeneklerle nefes alabilir? Ürettiği birtakım maddelerle savunma kalkanı oluşturabilir ve mikroplara hem geçit vermeyip hem onlarla savaşabilir? Güneş ışığının zararlı tesirlerinden ve başka zararlı kimyevî maddelerden sizi koruyabilir; içeride oluşan zehirli maddeleri ortamdan uzaklaştırabilir? Vücut için gerekli birtakım maddeleri hem üretip hem depolayabilir?

Hangi kimya laboratuvarında hangi deneyler yapılarak bu tecrübeler elde edilebilir? Hangi mühendislik bilgisiyle; milimetreden daha hassas ölçümler yapılarak, milyarlarca odası olan bir bina; her odaya has farklı hesaplamalarla; trilyonlarca kişi için tek tek ve hususî olarak inşâ edilebilir? İlâ âhir… Soruları çoğaltmak mümkün… Zira derimizin daha pek çok vazifesi var. Bilmediklerimiz de cabası…

Böyle bir kıyafeti; vücut sistemini bütün zerreleriyle en ince teferruatına kadar bilmeden, içinde yaşadığımız dünya hakkında gerekli mâlumata sahip olmadan, dünyanın da bir parçası olduğu Güneş sistemini, hattâ bütün sistemleri yeterince tanımadan; fizik, kimya, matematik, biyoloji, mimarlık, mühendislik, tıp, astronomi vesâir ilimleri uzmanlık derecesinde tahsil etmeden, kim, hangi bilgiyle, hangi teknik imkânları kullanarak, hangi fabrikada üretebilirdi? Bunlardan; her kişiye ve her yaşa özel olarak; tek tek ne zaman ve nerede dikebilirdi? Onları herkesin bedenine -gevşek veya sıkı olmadan- en münasip şekilde ve dış tesirlerle uçup gitmeyecek şekilde kim monte edebilirdi? Bu kıyafeti değil yıl yıl; ay ay hattâ gün gün nasıl güncelleyebilirdi? Ona en güzel görünümü nasıl kazandırabilirdi?

Burada saydıklarımızdan çok daha mükemmel ve karmaşık detaylar ihtivâ eden bu elbiseyi şâyet üretebilseydi; ona hangi değeri biçerdi? Kimler hangi bedeli ödeyip de onu elde edebilirdi?

 Bizim gâfili olduğumuz bu hayatî hakikatleri, cansız hücrelerin bu kadar teferruatlı bilmesi ve ona göre işlerini başarıyla gerçekleştirebilmeleri mümkün müdür? Veya bu muhteşem ve mükemmel işleyen sistemin inşâ edicisi kör tesadüfler ya da hiçbir zaman kendisiyle “müşerref olamadığımız” (!) ve hiçbir icraatına vâkıf olamadığımız “tabiat ana” olabilir mi? Bu kusursuz işleyen düzeni, başıboşluğa havâle etmek, nasıl bir hamakâttir? Bunca nîmetin ikram edildiği Âdemoğlunun, bu cihanda gâyesiz olduğu iddiâsından daha büyük bir hezeyan var mıdır? Buna akılsızlar bile hayret edip, müstehzî bir edâ ile gülmez mi?!

Şu bir hakikat ki; ilâhî kudret tecellîleriyle ziynetlenmiş kâinatın, emrine âmâde kılındığı insan, trilyonlarca bağlantı ile inkıtâsız (kesintisiz) çalışan bir sinir sistemine sahip olmasına rağmen; hiç durmadan işleyen ve vazifesini mükemmel şekilde icrâ eden vücut sistemini kendisine lûtfedeni görmezden geldiğinde, O’nun kendisinden isteklerine sırt çevirdiğinde; gâfilane yaşayıp harcadığı ömrünün tekrarının olmadığını idrâk edemediğinde; elinden kayıp gidenlerin hasret ve nedâmetiyle yanmak zorunda kalacaktır!

Hâlbuki, bir îcad bedîası olan vücudundaki sanata ibret nazarlarıyla bir bakabilse; meccânen ikram edilen ve emanetçisi olduğu hâlde, sahibi olduğunu sandığı, sayamayacağı pek çok nîmetten sadece biri olan; burada birkaç sayfa ile özetlemeye çalıştığımız “insan derisi”nin sadece bir tek özelliği üzerinde insafla bir tefekkür edebilse; mükemmel ve eşsiz bir tasarım mûcizesi, sonsuz bir ilmin azameti, kuşatıcı bir rahmetin şefkat ve cömertliğiyle buluşacak. İhsanlarıyla onu perverde edeni idrâk edecek!

Bu yüce kudretin azameti karşısında bütün âcizliğine rağmen, kıymet verilip muhatap alınmanın ve bedelsiz lûtuflara mazhar kılınmanın saadetiyle; “Ben!” diye kibirlenmeyi bırakıp, hiçlik ve tevâzu içinde, iştiyakla secdeye baş koyacak!

Kâinatın “sebepsiz”, kendisinin de “başıboş” ve “gâyesiz” var edilmediğini, bu cihanın da kendisi gibi fânî olduğunu kavrayarak; ikram edilen bütün nimetleri, husûsiyle sayılı nefeslerini ebedî bir sermâye hâline getirebilmenin gayretiyle dolacak. Böylece mahdut ömrü bir şükür tesbihine dönüşecek. Âkil insana yaraşan da budur! Rabbimiz cümlemize ihsân eylesin!

Her zerrenin, kendisini yoktan var edeni sayfalar dolusu bir kitap gibi anlattığını görmezden gelerek, gün ortasında zifiri karanlıkta kalmaktan bizleri muhafaza eylesin! Her nîmetin hesabının sorulduğu o dehşetli günde[1], milyonlarca hücrenin yer aldığı derimizin aleyhimize şahitlik etmesinden hepimizi korusun!

Şimdiye kadar yapmadıysak bundan sonra, cildimize her dokunduğumuzda, aynaya her baktığımızda; bildiğimiz-bilemediğimiz pek çok vazifesiyle hiç durmadan sessiz-sedâsız çalışan, bizi mikroplarla dolu dış dünyadan korumak için savaşan ve kendini sürekli yenileyen bu zarif örtümüz için, Kerîm Rabbimiz’e çok şükredelim...

“Hulkumuzu (yaratılışımızı) ve huyumuzu güzel kılan, başkalarındaki çirkinliği bizden uzak tutup bizi güzel yapan ve her şeye kâdir olan Allâh’a hamd edelim!”[2]

Bu paha biçilmez hazinenin şükründen gâfil kaldığımız her an için de O’nun engin affına sığınalım. Piyasaya “cilt bakımı” adı altında pompalanan kozmetik ürün ve yöntemlerle derimizi; belirlenmiş bazı kalıplara sokmaya uğraşarak kıymetli vaktimizi ve kazancımızı boşa harcamayalım. Şuursuzca uygulanan bu usullerle onun sağlıklı işleyişine zarar vereceğimizi aklımızdan çıkarmayalım.

Aynaya bakabilsek, görürüz kudretini,

Bizi güzel kılanın, yoktur eşi benzeri.

Nice şükretsek azdır, bilmeyiz kıymetini,

Her şeye kâdirdir Hak; yücelerin yücesi!

 

[1] Fussilet, 20-23.

[2] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz aynaya baktıkları zaman, “Yaratılışımı ve huyumu güzel kılan, başkalarındaki çirkinliği benden uzak kılıp beni güzel yapan Allâh’a hamd ederim.” (Beyhakî, Şuâb, IV, 111) duâsını okurlardı.

PAYLAŞ:                

Betül Nefise İnal

Betül Nefise İnal

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle