Kırk Kapının Ötesinden Gelen

Gelin, hiç hayalini kurmadığınız bir sofraya gidelim!..

Gelin, hiç kimsenin yaşamaktan mutlu olmayacağı bir hayata konuk olalım!.. Ne var ki o hayatlar, bizimle iç içe yaşarken kulaklarımız duymaz, gözlerimiz görmez olur bu olanları…

Bir İstanbul ki, her semtinde binlerce ev… Bir İstanbul ki, her semtinin gün ve gecelerinde milyonlarca hayat yaşar da birbirinden haberi olmaz.

Bakın, taa uzaklardan görünen bir apartman var. Her penceresinden ışıklar sızıyor. Her ışıktan süzülen bir silüet… Her silüette bir hayat... O hayatlarda yaşanan acılar, feryatlar, gözyaşları veya mutluluklar… Bu manzarayı, tüm İstanbul’a yayın. Milyonlarca ışıktan süzülen milyonlarca silüet, milyonlarca hayat... Bu perspektifi, tüm coğrafyaya yayarsanız, milyarlarca çatı altında veya çatısı olmayan dam altlarında yaşanan heyecan, hayal kırıklığı, hüzün, keder ve mutluluk nâraları atan sayısız insan manzaralarıyla karşılaşırsınız.

İşte binlerce hikâyeden yalnızca biri… Serap, iki odalı evinde babaannesinden kalan ahşap masada oturmuş, birkaç zeytinle karnını doyurmaya çalışıyor. Karın gurultuları olmasa neredeyse varlığını unutacak. Bu dünyada güneş kimseyi ayırmaksızın ısıtır, ama herkes kendi hayatını yaşar. Kapını kapatınca, kıyamet kopsa, kimsenin haberi olmuyor. Serap, sevgiyle bakan bir çift göz görmeye hasret kalışını anlatan yüzlerce kitap yazsa, yine içinde paylaşamamanın sızısı sinip kalmıştır. Duvarlara asılı tablolar mâziyi hatırlattıkça, huzurun hasreti kalbinde büyür de büyür.

 Bu eve, kocası Ferhat’la aralarındaki bağlar çözülmeden önce taşınmışlardı. İşlerin yolunda gideceğine dâir Serap’ın içinde hep bir ümit olmuştu. Gaybın gizli anahtarı kimsenin elinde olmadığı için, buz dağına çarpıp batacak olan gemideki, gülen, eğlenen, yapacağı büyük işleri düşünen yolcular gibi ümit hep yelken olmuştur ona… Bir felâkete yaklaştığını görse bile, ümitsiz yaşayamamak duygusu insanın içine atılmış bir tohumdur.

 Ferhat, Serap’ın çok takdir ettiği, hayat arkadaşı olması için duâ ettiği, okuduğu okuldan arkadaşıydı. Ferhat da Serap’a karşı aynı hisleri besliyordu. Bir gün cesaret edip hayatının en büyük teklifini yaptı ona... O zamanlar, her şeyin merkezinde Serap vardı. Serap ne derse, o olurdu. Peki ne olmuştu da birbirlerine duydukları muhabbetin yerini zamanla hiç bitmeyen kavga ve nefret almıştı. Ferhat ona hiç yokmuş gibi davranıyor, evliliğin iplerini koparacak hiçbir şeyden çekinmiyordu. Artık Serap, onun eve geleceği ânı korkuyla bekler oldu. Ferhat eve girdiği andan itibaren, zehirli ok misali sözleriyle Serap’ın ruhunu perişan ediyor, bundan da zevk alıyordu. Serap, bu hakaret yüklü sözleri ve kulakları çınlatan sesleri duymayan kimsenin kalmadığını düşünmüştü hep… Fakat hiçbir komşusu bu durumu bildiğine dair bir tepki vermemiş, onu, çoğu zaman üzgün görmelerine rağmen merak edip hâlini bile sormamışlardı.

Ferhat, kapıyı çekip gittiği günlerden bir gün, eve, hiç tanımadığı bir kadın getirmiş; Serap’ı da kapıya koymuştu. Bu hâdiseler defalarca tekrarlanıp durdu. Serap belki yaptığından vazgeçer diye saatlerce merdivenlerde bekler durur, sonra ümidini keser dışarı çıkardı. Evinde bir huzur ve güven ortamı yoktu, artık... Sokaklar da ayrı bir tehlikeydi. Gidecek yeri olmadığı için tekrar aynı kapıya gelir, kocasının çıkıp gittiği esnada içeri girmeyi beklerdi. Gelen-geçen komşular selâm verir, fakat hâlini hiç fark etmemişçesine çehresine sıradan bir bakış atıp yanından geçip giderlerdi.

 Evine girdiği zaman, sağ-selâmet zamanın geçmesi için, her an gönlü mahzûn bir şekilde niyazdaydı. Üzerinde çiğ taneleri birikmiş yapraklar gibi gözyaşları her an akmaya hazırdı. “Derdini söylemeyen derman bulamaz.” sözünün muhâtabı da yoktu ki, derdini hafifleten bir sığınak bulsun…

 Ferhat’ın evlenirken aldığı eşyalar, birer birer haciz borçlarına gittikten sonra, rahmetli babaannesinden kalan bu antikaları evine getirmişti. Serap bunlara baktıkça, mâziden çizgilerle bir lahza olsun tebessüm ediyordu. Babannesinin, kalbi yerinden çıkacakmış gibi sevgiyle bakan gözlerini hiç mi hiç unutmuyordu. Serap yaramazlık da yapsa, babannesinin yanında hep haklı olurdu. Onun korkusundan, anne ve babası da kızamazlardı Serap’a... “Şimdi ise bir zâlimin elinde çırpınan bir kuş gibiyim.” diye geçirdi içinden. Bu düşüncelere dalmışken kapı çaldı.

“Belki de son olanlardan sonra komşulardan biri ne kadar ihtiyaç içinde olduğumu fark etmiştir.” diye geçirdi içinden…

Bir heyecanla, yerinden fırlayıp, kapıyı açtı. Hayri Bey, elinde birikmiş âidat borçlarıyla karşısında dikilmiş beklemekteydi. Yüzündeki gülen çizgiler değişti, sararmış, solmuş eski hâline geri döndü. Hayri Bey, Serap’ın eline kağıdı hızlıca verip ayrıldı.

 Biriken borçları ödememek hata ise, bunların neden biriktiğini merak edip sormamak, derdine ortak olmamak daha büyük hataydı. Hayri Bey ve Songül hanım, apartmanın yaşça ve hayat tecrübesi olarak en büyükleri olmalarına rağmen bir kere bile hâlini anlamak için soru sormamışlardı.

“– Ne günlere kaldık!..” dedi.

Allâh’ım, bizi bu zilletten kurtar. Zâlim bir koca eline düşmekten beter zillet, acı çekenleri duyup gördüğü hâlde bilmezden gelecek kadar insanlığını kaybetmek olsa gerek…

 Kapıda küçük hışırtılar duydu. Kim olduğunu anlamak için seslendi. Fakat kapıdaki kimse, hışırtıdan başka ses vermedi. Açınca hiç beklemediği bu misafir, kendisine öyle bakıyordu ki, kimsenin bakışlarında bu kadar ilgi ve yakınlık yoktu.

“– Beni içeri almayacak mısın?” dercesine miyavladı.

İçeri buyur edilen bu sevimli misafire, son kalan kuru ekmek parçalarını ıslatarak önüne koydu. Belli ki, ne zamandır açtı. Serap, kediyi kucağına aldı. Onu bir taraftan okşuyor, bir taraftan içli içli gözyaşlarıı döküyordu. Kendisine gönderilen bu sıcak arkadaş için Allâh’a teşekkür etti. Serap’ın anlattıkları karşısında kedicik anlamışçasına gözlerinden yaş dökmeye başladı. Bu inanılır gibi değildi! Serap anlattıkça içli içli sesler çıkarıyordu kedicik!.. Sanki, dertlerini paylaşacak insan cinsinden bir dost olmasa da, Allah bu misafirle onu tesellî etmişti.

Ferhat’ın dışında, bu dünyada tanıdığı, bir tek komşuları vardı. Oturduğu apartmanda onlarca insan, şu kedi kadar duyarlılık gösterememişti.

“– Komşu komşunun külüne muhtaç!..” diye boşuna dememişler.

“– Bir gün olur da bana ihtiyaçları olursa, onları yalnız bırakmayacağım.” diyordu biraz üzüntü, biraz merhametle...

Kedicik, okşanırken uyuyakaldı. Onun adını “vefâkâr” koydu.

Serap, günlerdir uykusuzdu. Açlık, artık dayanılacak gibi değil, karnını ovuşturup duruyor fakat, ne çâre!

Kedi uyanınca birlikte dışarı çıktılar.

“– Yâ nasip! Belki bir yerde bizi bekleyen bir rızık kapısı vardır.” diye düşündü.

Açlık hiçbir şeye benzemiyordu. Yollar uzanırken, ellerinde yokluk, cebinde yokluk ve sefâlet peşi sıra onunla gidiyordu. Çöp konteynırlarının dışında, yiyecek bulacağı bir yer yok gibi görünüyordu. Lokantaların renkli vitrinlerine yanaşmaya da utanıyordu.

“– Belli bir saatten sonra kalan yiyecekleri belki isteyebiliriz, ne dersin vefâkâr?”

Bir anda kendine gelip Ferhat’ın ansızın eve gelip sahip çıkmadığı hâlde kendisine bu saatte dışarıda olmasından dolayı büyük kötülük yapabileceğini düşündü. Kediler için yemek istemenin belli bir saati yoktu. Ama vefâkâr onurlu bir kediydi.

 Serap çâresiz bir hâlde bir öteye, bir beriye gidip durdu. Dışarıdan onu izleyen biri zor durumda olduğunu az çok anlayabilirdi.

“– Gözü aç, karnı tokların, amansız yiyip midesi şişkinlikten çatlayanların dünyasında böyle sokak sokak lokmaya muhtaç olmak da varmış. Kim bilir benim gibi, benden çok daha zor durumda olan nice insan vardır!..” diye geçirdi içinden.

Karnı aç olduğu hâlde, gözü tok olan nice kimseler de vardır ki, hâlini arz etmeden onurlu bir hayat yaşarlar. Onlara yardım eli uzatacak el ise, merhametin ince görüşüne sahip olan hassas yürekler olmalı…

 Yürüyecek mecâli kalmamıştı artık. Yiyecek aramak da bir sonuç vermemişti zaten... Dizlerinde kalan son tâkatle, ancak evine gidebilirdi. Ümitsiz adımlarla, eve doğru yürümeye başladı. Gözüne, bir demir parmaklığa iliştirilen ekmek artıkları takıldı. Nasıl oldu da biraz önce bunları görmemişti! Sevinerek aldı onları. Yanından bir an dahî ayrılmayan vefâkârla ıslatıp yeriz diye düşündü. Yalnız, yürürken bir şey dikkatinden kaçmamıştı. Sanki ardında yürüdükçe onu tâkip eden biri vardı. Emin olmak için tekrar dönüp baktı. Bu bir kadındı ve onu gerçekten takip ediyordu. Aklından bir sürü ihtimal geçirdi. Ferhat şimdi de peşine birini mi takmıştı?

Bu, biraz saçma bir fikir gibi geldi ona... Ama Ferhat bu, herhangi bir kötü niyetle bunu yapmış olabilirdi. Yoksa gördüğüm, insan sûretinde gelen ölüm meleği mi? Galiba, bu açlık, ölümümü çağırıyor. Ya da Ferhat’ın getirdiği kadınlardan birinin yakınıydı bu... Beni evimden atarlarsa, o zaman hâlim nice olur?

 Serap, hızlı adımlarla apartmana girdi. Ardından tâkip eden adımlar da aynı köşeyi dönüp, apartmana yöneldi. Serap koşar adımlarla merdivenleri çıktı, eve girip kapıyı kapattı. Felâket tellâlı gibi, düşünceler içinde bağrışıp duruyordu.

 Kapı çalındı. Elbette ki, açmamalıydı! Tekrar kapı çalındı. Serap hiç ses vermeden bekledi. Dışarıdaki hanım, Serap’ın korktuğunu anladı. Yumuşak bir ses tonuyla:

“– Aç kızım.” dedi.

 Serap korkuyla:

“– Ne istiyorsunuz?” diyebildi.

“– Bir şey değil kızım, yalnızca konuşmaya geldim. Hem sana yiyecek bir şeyler getirdim.”

“– Ne konuşacağız ki!.. Sizi tanımıyorum!..”

“– Evimin penceresinden bakarken gördüm seni… Bir süre izledim. Çok zor durumda olduğun belli kızım. Sana yardım etmeye geldim. Açmayacak mısın?”

 Serap bu sözler karşısında şaşırıp kaldı. Üç yıldır şu evde kopan gürültüleri kimse anlayıp kapımı çalmadı. Ama bu kadın…

“– Aç kızım!.. İnan, sana zarar vermek için gelmedim. Peygamberimin buyruğu üzere geldim kapına…”

 Serap kapıyı açtı. Karşısında, en nâdân insanları bile rahatlatıp tebessüm ettirecek bir çehre duruyordu. Yıllardır aradığı sıcak bakışların sahibini bulmuştu sanki.

 Selâm verip içeri girdi. Elindeki yemek dolu kapları uzatıp, bir an önce ısıtıp yemesini tavsiye etti. Serap biraz önce söylediğini merak ederek:

“– Peygamberimin buyruğu dediğiniz şey neydi?”

Kadın cevap verdi:

“– Peygamber Efendimiz komşu hakkı üzerinde çok durmuştur. «Komşusu açken tok yatan bizden değildir.» buyurmuşlardır.”

“– İyi ama biz sizinle komşu değiliz ki!”

“– Olmaz olur muyuz?!.. Peygamber Efendimiz’in mübârek âilelerinden Âişe annemiz, önümüzden, ardımızdan 40 hânenin komşumuz olduğunu ve her birinin üzerimizde hakkı bulunduğunu söylemiştir.”

“– Ne kadar ince ölçüler! Sizin kadar dikkat eden birini görmedim.”

 Serap bunları söylerken bir taraftan da dizleri titremeye devam ediyordu.

“– Gel sen önce yemeğini ye!.. Konuşmaya bile hâlin kalmamış!..”

 Sıcak çorba ve etli yemek, Serap’ı öyle kendine getirmişti ki, iyi kalpli hanım sormadan kendisi hayatını anlatmaya başladı. Yıllar, sayfa sayfa dilinden dökülüyordu. Açlığını doyuran yemekten daha çok onu mutlu eden, kendini dinleyecek bir muhatap bulmaktı.

“– Ne güzelmiş! Değer gördüğünü bilerek, dertlerini paylaşmak.”

Fakat bu hanımın kendisine değer vermesi için bir sebep yoktu ki… Akrabası değildi. Tanışmıyorlardı. Bir tek yakınlıkları vardı: O da mü’min olmalarıydı. Kırk kapının ötesindeki bu iyi kalpli komşu, merhametiyle Serap’ı huzura kavuşturmuştu.

 Acımak hissi, kırk kapı ardındaki komşun için geceleyin yollara düşürür. Acımak, sessiz feryatların sesi olmaktır. Acımak, merhametli bir bakıştır. Merhamet ise, komşunun komşu üzerindeki en büyük hakkıdır…

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle