Kevser Suresi -3-

11-Kevser güzel ahlâktır, güzel huydur. Güzel huy, âlim-câhil, canlı-cansız herkesin istifade edeceği bir hususiyettir. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in güzel ahlâkından bitki, hayvan ve mü’min-kâfir bütün insanlar istifade etmiştir. O, kendisine zulmeden müşriklere bile hayır duâda bulunmuş ve onlar için hidâyet talep etmiştir.

12-Kevser, şefaat makamı demek olan Makâm-ı Mahmud’dur. Rabbimiz, Peygamber Efendimizin şerefi ve O’nun insanlar üzerindeki himâyesi hakkında:

“Sen, onların içinde iken Allah onlara azâb edecek değildir.” (el-Enfâl, 33) buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz de âhiretteki şefaat hakkıyla ilgili:

“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 37; Müsned, III, 39)

“Her peygamberin müstecâb (kabul olunacak) bir duâsı vardır. Ben ise bu duâmı kıyamet günü ümmetime şefaatçi olayım diye sakladım (geri bıraktım).” (Kenzu’l-Ummâl, 14, 39081) buyurarak ümmetini ümitvâr kılmıştır.

13-Kevser ile bu sûre kastedilmiştir. Çünkü bu sûre, kısa olmakla birlikte dünya-âhiret bütün menfaatleri içinde barındırmaktadır. Bu sûrede, Peygamber Efendimize tâbî olacak insanların hiçbir zaman bitip kesilmeyeceği, aksine giderek çoğalacağı haber verilmektedir. Gelecek hakkında verilmiş olan bu hüküm, aynıyla gerçekleşmiştir ve bu bir mûcizedir.

Aynı şekilde “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!” emri, Peygamber Efendimizin maddî sıkıntılardan kurtulup zenginliğe ve çeşitli imkânlara kavuşacağına işaret etmekte, gaybden haber vermektedir. Mûcizedir. Peygamber Efendimize buğzeden kimselerin “zürriyetsiz kalacağı” haber verilmiş ve bu da gerçekleşmiştir. Bu ise, başka bir mûcizedir.

Bütün bu hakikatlerin gerçekleşmesi, Peygamberimizin nübüvvetinin gerçek olduğuna, bu da İslâm’ın ve onun getirdiği bütün hükümlerin Allah tarafından gönderildiğine işaret etmektedir. O hâlde sûrenin kısa ve veciz olması, içinde barındırdığı hakikatlerin büyüklüğünü azaltmamış, hatta artırmıştır.

14-Kevser, Allah Teâlâ’nın Peygamber Efendimize vermiş olduğu bütün nimetlerdir. Nübüvvet, Kur’ân-ı Kerîm, düşmanlarına karşı muzafferiyet, şeriatın bâkî olması, ümmetinin ve evlâdının çokluğu, mîraçta nâil olduğu ilâhî nîmetler, şefaat hakkı, cennetteki özel nehri gibi dünyevî ve uhrevî bütün nîmetler, bu “Kevser” nimeti içinde değerlendirilebilir. Abdullah ibni Abbas da bu görüştedir.

 

2- O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes.

Fesalli: “Namaz kıl!” emriyle Peygamber Efendimizden bilhassa “namaz kılması” istenmiştir. Çünkü nimetlere karşı, o nimet için, en uygun şükrün yapılması gerekir. Bu sayılan nimetlere en uygun şükür de “namaz”dır.

Şükür; üç şekilde yapılır:

Birincisi kalben yapılan şükürdür ki, insanın nâil olduğu nimetlerin Allah Teâlâ tarafından kendisine verildiği bilmesidir. Bundan sonra ikinci şükür çeşidi gelir ki, o da dille Allâh’ın övülmesidir. Son şükür çeşidi ise, davranışlarla (amelle) yapılan şükürdür. Kul, bütün organları ile nimet veren Allah Teâlâ’ya büyük bir bağlılık ve tazim gösterir. Namaz, bütün bu şükür çeşitlerinin hepsini kapsamaktadır.

Allâh’ın bildirdiği taat ve ibadetlerin en yücesi namazdır. Böylece âdeta, “Madem ki, makamların en yücesi olan risâlet ve nübüvvetle şereflendirildin, o hâlde ibadetlerin en büyüğü olan namaz ile şükretmeye devam et!” denilmektedir.

* * *

“Salât” kelimesinin bir mânâsı da “duâ”dır. Öyleyse âyet-i kerîmeye, “Allâh’a duâ et!” şeklinde de mânâ verilebilir. Burada “fesalli” kelimesinin başında “fe” harfinin kullanılmasında şöyle bir nükte daha vardır: Allah Teâlâ, henüz Peygamber Efendimiz’den herhangi bir talep (duâ) olmadan O’na “Kevser”i ihsan etmiştir. Eğer Allâh’ın Rasûlü, kevserin ikram edilmesinden sonra duâ ederse, kimbilir kendisine daha başka neler ihsan edilir? Şüphesiz Allâh’ın hazinesinin ve cömertliğinin sonu yoktur. Kulu ve Rasûlü olan Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de Rabbimiz katındaki makam ve şerefi pek yücedir. O hâlde O’nun, kuluna yapacağı ikram ve ihsanın sınırlarını kim tayin edebilir ki?!

* * *

Buradaki “Namaz kıl!” ifadesiyle kastedilen namazı ne olduğu hususunda da farklı görüşler dile getirilmiştir.

1) Namaz sözü, “namazın bütün türlerini içine alan” namaz cinsidir. Çünkü Mekkeli müşrikler, Allah’tan başkasına duâ edip yine O’ndan başkası (putlar vb.) adına kurban kesiyorlardı. Cenâb-ı Hak, kulluk, duâ ve kurbanın sadece kendisi için olmasını istemiştir.

2) Bu emirle, bayram namazı ve kurban kesilmesi emredilmiştir. Bu, zannî bir hüküm olduğu için Hanefîler, Kurban Bayramı namazının vâcip olduğuna kanaat getirmişlerdir.

3) Said bin Cübeyr de, bu sûrenin, Peygamber Efendimizin Mekke’ye girişinin engellendiği sırada Hudeybiye’de nâzil olduğunu, dolayısıyla “Sabah namazını Müzdelife’de kıl, Mina’da ise kurban kes!” mânâsına geldiğini ifade etmiştir.

 

Lirabbike: İbadet ve taatler, sırf Allah rızâsı gözetilerek yapılmalıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, “namaz kılma” emrinin peşisıra hep “zekât vermek” zikredilmiştir. Fakat buradaki hitap, öncelikle Peygamber Efendimize yöneliktir. O Habîb-i Zîşân ise, sahip olduğu her şeyi insanlara sarfetmeyi ve kendisine yetecek kadarıyla geçinmeyi prensip hâline getirdiğinden kendisine hiç “zekât” düşmemiştir. Elinde zekât olacak kadar mal birikmediği için bu âyetlerde kendisine zekât emredilmemiş, ancak O’na kurban kesmek farz kılınmıştır.

Bu farziyet, O’na mahsus özelliklerden birisidir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Şu üç şey size değil bana farz kılındı: Kuşluk namazı, kurban kesmek ve vitir namazı!” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 231)

Venhar: “Nahr” kelimesi, isim ve mastar olarak kullanılır. İsim olduğunda, göğsün boyun tarafındaki gerdanlık yerine bu ad verilir.

“Vurmak, dokunmak ve boğazlamak” mânâları da mastar olarak kullanıldığı durumlardadır. Türkçedeki “intihar” kelimesi de bu kökten gelmektedir. Zilhicce’nin 10, 11 ve 12. günleri, kurban kesildiği için “Nahr Günleri” adını almıştır.

* * *

“Kurban kes!” emrinden sonra, mef’ul zikredilmemiş ve “neyin kurban edileceği” hususu sınırlandırılmamıştır. Bu yüzden müfessirlerin çoğu, bu ifadeyi “Deve kes!” diye tefsir etmişlerdir. Fakat bu ifadeyi sadece deve ile sınırlamak doğru değildir. Buradaki maksat, “develeri, deve gibi iri gövdeli, önemli kurbanlıkları kes!” demektir. Çünkü Peygamber Efendimiz, sadece deve kurban edilmesini emretmemiş; kendisi de iri koçlar seçerek kurban etmiştir.

* * *

Bu kelimeden “Kurban kesme” dışında, “namazla ilgili bir fiil” mânâsı da çıkartılmıştır. Bu mânâları özetleyecek olursak;

  1. a) Nahr, göğsü namazdayken kıbleye döndürmektir.
  2. b) Namaza başlarken alınan “iftitah tekbiri”, rükûya gidip rükûdan doğrulunca ve secde edince tekbir getirerek ellerin kaldırılmasıdır. Bu rivâyet, Hazret-i Ali’ye dayanmakla birlikte hadis ilmi açısından “zayıf” kabul edilmiştir. Câfer-i Sâdık’ın babası Ebû Câfer, bu tekbirin sadece başlangıç tekbiri olduğunu ileri sürmüştür.
  3. c) Namazdayken ellerin göğüs üzerine konulmasıdır.
  4. d) İki secde arasında göğsün görülecek kadar oturulmasıdır.
  5. e) Duâ ederken ellerin göğüs hizasında kaldırılmasıdır.

Bütün bu rivâyetleri değerlendiren Vâhidî; “Bu görüşler, aslında göğüs mânâsına gelen «nahr» kelimesine varıp dayanmaktadır. Çünkü devenin kesileceği yere «en-Nahr» denilir. Devenin boğazlanma yeri, göğsündedir. O halde buradaki «en-Nahr» kelimesinin anlamı, göğse dokunmaktır.” demektedir.

Bu âyet, kurbanın namaz kılındıktan sonra kesilmeye başlamasını ve tertibe riâyeti emretmektedir. Peygamber Efendimiz de “Allâh’ın başladığı ile başlayın!” buyurarak bu sıraya dikkat etmeyi tavsiye etmiştir.

 

3- Şüphesiz ki, asıl soyu kesik olan, Sana buğzedenin kendisidir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle