Ehl-İ Beyt Ne Demektir?

 Ehl-i Beyt

Kısaca “Ev Halkı” mânâsına gelen Ehl-i Beyt (ehlü’l-beyt) tamlaması, Arapça’da “ev sahibiyle eşini, çocuklarını, torunlarını ve yakın akrabalarını” içe alır. Câhiliye Araplarında, bu tâbirle kabilenin yönetici konumundaki âilesi kastedilirken, İslâm’ın gelişi ile bu terkib, Peygamber Efendimiz’in âile ve soyuna hasredilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de “ehl” ve “beyt” ifadeleri, birbirinden ayrı kelimeler olarak kullanıldığı gibi, üç âyet-i kerimede de “ehlü’l-beyt” şeklinde beraberce kullanılmıştır. Bunlardan birinde Hazret-i İbrâhim’in hanımı (Hûd, 73), birinde Hazret-i Mûsâ’nın ev halkı (el-Kasas, 12), diğerinde de Peygamber Efendimizin hanımları (el-Ahzâb, 33) kastedilmiştir.

Peygamber Efendimizin “Ehl-i Beyt”inin zikredildiği âyet-i kerîmenin meâli şöyledir:

“Ey Peygamber’in hanımları! Siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümîde kapılır. Güzel söz söyleyin. Hem vakarınızla evinizde durun da evvelki câhiliyet çıkışı gibi süslenip çıkmayın! Namaz kılın, zekât verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günâhı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33)

“Ehl-i Beyt” tâbiri, çeşitli hadîs-i şerîflerde de yer almaktadır. Bunların bir kısmında ashâbın (Buhârî, Savm, 30) birçoğunda ise, Peygamber Efendimizin “ev halkı”ndan bahsedilmektedir.

* *  *

Peygamber Efendimizin ev halkından bahsedilen hadîs-i şerîflerin birisinde, “Ehl-i Beyt”; ümmet-i Muhammed’e emânet bırakılmıştır. Zeyd bin Erkam -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

“Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke ile Medîne arasındaki Hum suyu başında ayağa kalkarak bize bir konuşma yaptı. Allâh’a hamd ü senâdan sonra, bize nasihatte bulundu. Sonra da şöyle buyurdu:

“-Ey insanlar! Ben bir insanım. Yakında Rabbimin elçisi bana da gelecek ve ben O’nun dâvetine icâbet edeceğim. Size iki mühim şey bırakıyorum. Biri, insanı doğruya götüren bir rehber ve nûr olan Allâh’ın kitâbı Kur’ân’dır. Ona yapışın ve sımsıkı sarılın!...”

Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Kur’ân-ı Kerîm’e bağlılık husûsunda bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra sözlerine şöyle devam etti:

“-Size bir de Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum. Allah’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin! Allah’tan korkun da Ehl-i Beyt’ime hürmet gösterin!”

Yanındakiler Zeyd -radıyallâhu anh-’a:

“-Hazret-i Peygamber’in Ehl-i Beyt’i kimlerdir, yâ Zeyd? Hanımları da Ehl-i Beyt’inden değil midir?” diye sorunca, o:

“-Hanımları da Ehl-i Beyt’indendir. Fakat O’nun asıl Ehl-i Beyt’i, kendisinden sonra da sadaka (zekât) almaları haram olan Ali, Akîl, Câfer ve Abbâs’ın âileleridir.” dedi. (Müslim, Fedâilü’-Sahabe, 36)

 

Kimler Ehl-i Beyt’ten sayılır?

Bu hususta farklı görüşler vardır. Bazı rivâyetlere göre, Peygamber Efendimiz, Zeyneb Vâlidemiz ile evlendiği gün, başta Hazret-i Âişe Annemiz olmak üzere, bütün hanımlarının odalarını dolaşmış, her birine:

“-Allâh’ın selâmı üzerinize olsun ey Ehl-i Beyt!” diye hitap etmiş ve onların Ehl-i Beyt’in asıl mensupları olduğunu vurgulamıştır. (Buhârî, Tefsîr, 33/8)

Diğer bazı rivâyetlere göre ise, Ehl-i Beyt’le ilgili âyet-i kerîme (el-Ahzâb, 33) Rasûlullâh’ın hanımlarından Ümmü Seleme’nin odasındayken nâzil olmuş, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de orada bulunan ve sonradan gelen Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i abasının altına alarak:

“Allâh’ım! Bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir. Onları günahlarından temizle!” diye duâ etmiş, bunun üzerine Ümmü Seleme, kendisinin Ehl-i Beyt’ten olup olmadığını sormuştu. Peygamber Efendimiz ona:

“-Sen zaten kendi yerindesin, sen hayır üzeresin!” şeklinde cevap vermiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 31)

“Sen zaten kendi yerindesin.” ifadesi, “Sen zaten Ehl-i Beyt’tensin!” şeklinde anlaşılmıştır. Bu düşünceyi destekleyen başka rivâyetler de vardır.[1]

* * *

Diğer bir bakış açısıyla; sadaka almaları haram kılınan Ebû Tâlib, Akîl, Ca’fer ve Abbas’ın âilesine mensup olanlar ile Abdullah bin Mes’ûd ve Selmân-ı Fârisî gibi Hâşim soyundan gelmeyen diğer sahabîler de Ehl-i Beyt’ten sayılır. (Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb, 27; Müslim, Fedâilü’s-Sahabe, 37; Tirmizî, Zekât, 25; İbn-i Hişâm, III, 224)

* * *

“Ehl-i Beyt” kavramı içine kimlerin girdiği husûsu, Ehl-i Sünnet âlimleri ile Şiî ulemâsı arasında ihtilaf sebebi olmuştur. Şiî ve bilhassa İsnâaşerî âlimleri; Ehl-i Beyt’i, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin ile sınırlamışlar ve kendilerince “imam” kabul edilen dokuz kişiyi de bu gruba dâhil etmişlerdir. Buna göre, Peygamber Efendimizin hanımları, Hazret-i Fâtıma dışındaki çocukları ile Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin dışındaki torunları, Ehl-i Beyt’e dâhil değildir.

Bu listeye bazı şiî âlimleri Selmân-ı Fârisî’yi eklemişken; Hazret-i Ali’nin Hazret-i Fâtıma’dan doğan diğer çocuklarını, Peygamberimizin hanımlarını, Hazret-i Fâtıma dışındaki çocuklarını ve torunlarını eklememeleri kendi içinde büyük bir tutarsızlık olarak görülmüştür.

* * *

Ehl-i Sünnet âlimlerinin “Ehl-i Beyt” kapsamına dâhil olanlara dâir görüşlerini de iki madde hâlinde toplamak mümkündür:

1-Ehl-i Beyt’in içine, sadece Peygamber Efendimizin hanımları dâhildir. Zira İbn-i Abbas’tan rivâyet edildiğine göre, Ehl-i Beyt âyeti, onlar hakkında nâzil olmuştur. Nitekim âyetin öncesi ve sonrasında, Peygamber Efendimizin hanımlarına hitap edilmekte ve sadece onlarla ilgili bazı ilâhî emirlerden bahsedilmektedir.

2-Ehl-i Beyt hakkındaki âyet-i kerîme, Peygamber Efendimizin hanımlarına hitap ettiğine göre, Ehl-i Beyt’ten öncelikle onlar anlaşılmakla birlikte, “müzekker” zamiri kullanılmak sûretiyle Ehl-i Beyt’in Peygamber Efendimizin bütün çocuklarını, kadın-erkek bütün torunlarını, hatta bütün akrabalarını kapsadığı kabul edilmelidir. Bu akrabaların içine, Benî Hâşim’in (Hâşimoğulları’nın) tamamı girer. Ehl-i Beyt’in bu derecede kapsamlı olduğunu bildiren rivâyetler de bunu ispat etmekte ve örfen de “Ehl-i Beyt” denilince bu anlaşılmaktadır.

* * *

Ebû Leheb, Hâşimoğulları’ndan geldiği hâlde karısıyla beraber Peygamber Efendimize düşmanlıkla dolu bir hayat geçirip küfür üzere öldüğünden; Ebû Leheb, karısı ve çocukları “Ehl-i Beyt”e dâhil edilmez. Bu yüzden onların soyundan gelenlerin sadaka (zekât) almasına izin verilmiştir.

Yine soy olarak Peygamber Efendimizle bir akrabalık bağı bulunmayan Selmân-ı Fârisî’nin, Üsâme bin Zeyd bin Hârise’nin ve hizmetkârlarının Ehl-i Beyt’ten oluşu hakkında birçok hadîs-i şerîf nakledilmiş ve onlar da “Ehl-i Beyt”ten sayılmıştır.

 

Ehl-i Beyt’in Vasıfları

Ehl-i Beyt’e mensup olanların vasıfları hakkında da ihtilâflar vardır.

Şiî âlimleri, bu hususta çok aşırıya giden bir tavır takınmışlardır. Zikredilen âyet-i kerîmedeki “tathîr” kelimesini, “Allâh’ın onların günah işlemesini engellediği, onların günahlardan korunmuş olduğu (mâsum)” şeklinde anlamışlardır. Bu da diğer mü’minlerden farklı olarak, Ehl-i Beyt’ten her türlü kötülük ve günahın giderildiğini, Allâh’ın onları sürekli temiz kıldığını, inanç ve amel konusunda onlardan her türlü hatanın kaldırıldığını ifade etmektedir.

Yine şiîlere göre, Ehl-i Beyt mensupları olan Hazret-i Ali ve onun soyundan gelen on bir imam; Hazret-i Âdem’den itibaren bütün peygamberlere verilen ilme sahiptirler. Onlar, insanların öğrendiği bütün gerçek bilgilerin kaynağıdır. Gaybın bilgisine sahiptirler. Onlara itaat eden, Peygamber Efendimize itaat etmiş; onları seven, Allâh’a ibadet etmiş sayılır.

* * *

Ehl-i Sünnet ulemâsına göre ise, Ehl-i Beyt mensupları, Peygamber Efendimizin neslinden gelme şerefini taşımakla birlikte, hiçbir zaman hata ve günah işlemekten korunmuş değillerdir. “İsmet”, yani günahlardan korunmuş olma sıfatı, sadece Peygamberlere mahsustur. Ehl-i Beyt’in “tathîr”inden (temizlenmesinden) bahseden âyet, onların mâsum (günahsız) olduklarını değil, ilâhî emirlere uydukları takdirde günahlardan temizleneceklerini belirtmektedir. Eğer Ehl-i Beyt mensupları, “günahsız” olsalardı, temizlenmelerinden bahsetmenin de bir mânâsı olmazdı.

İnsanların “bir soya mensup olmaları” kendilerine bir üstünlük kazandırmaz. Aksi hâlde, Kur’ân-ı Kerim’de inançsızlıkları (küfür ve isyanları) anlatılan Hazret-i Nûh’un oğlu ile Peygamber Efendimizin amcası Ebû Leheb bulunmazdı. Onlara, peygamber soyuna mensubiyet, farklı bir üstünlük kazandırmamıştır. İnsanlar, Allâh’ın emirlerine teslim olup itaat ettikleri nispette değer ve şeref kazanırlar.

Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın seçtiği ve nübüvvet vazifesi yüklediği peygamberlerin bile zaman zaman “zelle: ufak tefek hatalar” yaptığı açıklanmışken; “sırf peygamber soyundan geldi diye” insanların “mâsum: günahsız” olması, İslâm’ın rûhuna zıttır. Nitekim Hazret-i İbrâhim, kendi neslinin de “önderler” kılınması için duâ ederken Allah Teâlâ, “içinden gelecek zâlimleri” istisnâ etmiştir. (Bkz: el-Bakara, 124)

Diğer taraftan “gayb bilgisi”, Allâh’a mahsustur. Peygamberler bile, Allâh’ın izni ve murâdı olmadıkça gaybı bilemezler. (Bkz: el-En’âm, 50) Bu sebeple Ehl-i Beyt soyundan gelmiş imamların, mutlak gaybı bilmeleri, her şeyin bilgisine sahip olmaları da mümkün değildir.

 

Akrabalık Sevgisi Dışında

“Ehl-i Beyt” ile alâka kurulan bir âyet-i kerîme de farklı şekillerde anlaşılmıştır. Bu âyet, Şûrâ Sûresi’nin 23. âyet-i kerîmesidir:

“… De ki: Ben buna (tebliğ hizmetime) karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim iyilik işlerse onun sevâbını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.”

Bu âyet-i kerîmede geçen “el-mevedde lil kurbâ: akrabalık sevgisi” ifadesini, şiî âlimler, “Peygamber Efendimizin nübüvvet vazifesine karşılık, yakınlarının (Ehl-i Beyt’in, yani Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) sevilmesi dışında bir ücret istemediği” şeklinde anlamışlardır.

Ancak bu âyet-i kerîme, Mekke’de nâzil olmuştur. O tarihte Hazret-i Ali ile Hazret-i Fâtıma evlenmemiş ve çocukları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin efendilerimiz daha dünyaya gelmemişlerdi. Aynı şekilde Peygamberimizin vazife yapmasının bedeli olarak, müşrik Mekkelilerden böyle bir şeyi talep etmesi uygun düşmez. O yüzden âyet-i kerîmenin ifade ettiği mânâ, “aramızdaki akrabalık münâsebetleri sebebiyle Peygamberlik vazifemi yapmama destek olmanızı, hiç değilse müsaade etmenizi talep ediyorum.” şeklindedir.

 

“Seyyid” ve “Şerîf” Kavramları

İslâm tarihinde Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın neslinden gelenlere “şerîf”, Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’ın soyundan gelenlere ise “seyyid” adı verilmiştir. Kendilerine hürmet ve muhabbet göstermek, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i sevmenin bir tezâhürü olarak kabul edilmiş ve halk arasında tanınmaları için seyyid ve şeriflerin diğer insanlardan farklı kıyafetlerle dolaşmaları sağlanmıştır.

İsimleri, şecereleri ve ahlâkî durumlarını tesbit eden “Nakîbu’l-Eşraflık” gibi birtakım teşkîlâtlar kurulmuş, sadaka (zekât) almaları haram kılındığı için kendilerine beytülmâlden (Müslüman devletlerin hazinesinden) tahsîsât bağlanmıştır. Peygamber Efendimizin neslinden gelmediği hâlde haksız yere menfaat sağlamaya çalışan yalancılar ise, tesbit edilip cezalandırılmıştır.

* * *

Ehl-i Beyt’in özellikleri, faziletleri, menkıbeleri ve mâruz kaldıkları üzücü hâdiseler hakkında, Ehl-i Sünnet ve Şiî âlimleri tarafından pek çok müstakil eser kaleme alınmıştır.

Ancak maalesef şiî kaynakları, “imâmet” ve “Ehl-i Beyt’in mâsumiyeti”ni bir îman prensibi hâline getirmekle kalmamış; aşırı muhabbet sâikıyla uydurma rivâyetler ve abartılı te’villere başvurmak sûretiyle onların şereflerinin daha da yüceltilmesine çalışmıştır. Bu da şiî kaynaklarından gelen rivâyet ve bilgilerin sahihliğini gölgelemiştir. Aynı zamanda yine bu aşırı muhabbet, Hazret-i Ali ve Ehl-i Beyt’e “en küçük bir haksızlık yapma hatasına düşmüş” veya şiîlerce böyle kabul edilmiş ashâb-ı kirâmın büyüklerine hakaret ve lânetlemeye varan bir dil kullanılmasına sebep olmuştur.

Peygamber Efendimiz’in şerefli âilesine, Ehl-i Beyt’ine karşı ne kadar hürmet ve muhabbet gösterilmesi gerekiyorsa, aynı hürmet ve muhabbetin Peygamberimizin diğer akrabalarına, muhâcir ve ensâra, aşere-i mübeşşereye ve faziletleri hakkında pek çok hadîs-i şerîf bulunan ashâb-ı kirâma da gösterilmesi gerekir.

Tarihte çeşitli sebepler ve içtihad hatalarıyla meydana gelmiş elîm hâdiseler ve orada dökülmüş kanlar bahane edilerek; küslüklerin, kırgınlıkların, ihtilaf ve kavgaların devam ettirilmesi anlamsız ve gereksizdir. Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle:

“Onlar bir ümmetti; gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size âittir. Siz onların yaptıklarından hesaba çekilmezsiniz.” (el-Bakara, 134, 141)

Îmanın yanında yer almak, küfür ve zulmün karşısında durmak; elbette önemlidir. Kâfire kâfir, zâlime zâlim demek de îmanın gereğidir. Ancak iki tarafın da seçkin ashâb-ı kirâmdan oluştuğu elîm savaşlar için dil uzatmak; bir tarafı tamamen dinden çıkmış telâkkî etmek bize yakışmaz. Onların yüzyıllar kılıçlarını buladıkları kana, bizim de olup bitenlerin çok uzağında olan kimseler olarak dilimizle müdâhil olmamız kendi vebâlimizi artırmaktan başka bir işe yaramaz. Hele o hassasiyet ve kırgınlıkları devamlı gündemde tutarak; yeni günahlar işlemek, ihtilâf ve fitne kazanları kaynatmak, yeni Kerbelâlar denebilecek onlarca, yüzlerce kimseyi katletmek; bu ümmete yakışmaz.

Cenâb-ı Hak, bütün ümmet-i Muhammed’i bu sunî ihtilâflardan ve o ihtilaflar bahane edilerek dökülen kardeş kanından korusun. Bizi, Peygamberinin tevhid sancağı altında tekrar toplasın. Kur’ân-ı Kerîm’inde vasfettiği “mü’minlere karşı rahmet, merhamet, muhabbet ve mülâyemetle kucak açan, kâfirlere karşı da sert ve tâvizsiz mücâdele eden” o güzel kulları arasına bizleri de dâhil eylesin.

* * *

Rabbimiz, kendilerini “günahlarından arındırarak tertemiz kıldığı” Ehl-i Beyt’inin muhabbetini, gönüllerimize hayat veren bir muhabbet iksiri kılsın. Bizleri, tarih boyunca “Peygamber emâneti” olarak kabul edilen o büyük ve necîb nesle, gerekli muhabbet ve hürmet gösteren; elinden geldiği nisbette bütün destek ve yardımını takdim eden ve netice de Allâh ve Rasûlü’nün rızâsına kavuşan hakiki mü’minler arasına dâhil eylesin. Âmin.

 

Daha geniş bilgi için bkz: DİA, “Âl-i Âbâ”, “Ehl-i Beyt”, “İsmet”, “Mübâhale”, “Seyyid”, “Şerif”, “Zelle” maddeleri; Dr. Bahaüddin Varol, “Ehl-i Beyt Gerçeği”, Şamil Yayınevi, İstanbul, tsz.; Gülgûn Uyar, “Ehl-i Beyt” (İslâm Tarihinde Ali-Fâtıma Evlâdı), İFAV, İstanbul, 2008; Mustafa Öztürk, “Tefsirde Ehl-i Sünnet&Şia Polemikleri” kitabındaki “Ehl-i Beyt” adlı makalesi, Ankara Okulu, Ankara, 2015, sh:143-166.

 

[1] Peygamber Efendimizin hanımlarının, bütün çocuklarının, hatta bütün zürriyetinin Ehl-i Beyt’ten olduğuna dair rivâyet için bkz: Buhârî, Enbiyâ, 10.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle