Gemimiz Batıyor, Yok Mu Kurtaran?

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğinden itibaren her devirde yaşayan Müslümanlar, yaşadıkları çağın zorluk ve sıkıntıları ile mâruz kalınca:

“-Bizim devrimizde kıyamet kopacak herhalde!” diye düşünmüşler.

Hattâ Efendimiz’in âhireti anlatan sohbetlerinde bulunan sahâbîler, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in anlattıklarının o kadar tesirinde kalırlarmış ki, benizleri sararır, mescidden çıktıklarında kıyametin kopacağını düşünürlermiş.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gelişi, zaten kıyametin yaklaştığının delillerindendir. Zira Peygamberimize boykot yıllarında ikram edilen “şakk-ı kamer: ayın yarılması” mûcizesinin akabinde gelen âyet-i kerîmede:

“Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı.” (el-Kamer, 1) buyrularak Efendimizin gelişi ve Ay’ın yarılma mûcizesini göstermesiyle kıyametin bir adım daha yaklaştığını vurgulamıştır. Peygamber Efendimiz de birçok hadîs-i şerîflerinde kendi gelişi ile kıyametin ne kadar yaklaştığını tasvir etmiştir.

* * *

Şu yaşadığımız asırda ise, bizler Müslümanların hâllerini gördükçe, kâfirlerin azgınlıklarına ve hadîs-i şerîflerde zikredilen birçok alâmetin tek tek ortaya çıktığına şahit oldukça:

“-Kıyâmet yaklaştı!” diyoruz.

Ama aslolan kıyâmet, kişinin kendi ölümüdür. İnsan ölünce, onun kıyameti kopmuştur artık; giden gitmiştir, dünyevî yorgunluklarından kurtulmuştur. Bize düşen ise, bu kıyamete bakıp ibret almamızdır.

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına bir bedevî gelir ve:

“-Yâ Rasûlâllah! Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sorar.

Peygamber Efendimiz de bu bedevîye:

“-O kopacak olan kıyamet için ne hazırladın?” buyurarak kıyâmetin kopuş zamanından ziyade, bizim ona yaptığımız/yapacağımız hazırlığa kafa yormamız gerektiğine dikkat çekmiştir.

Zâriyât Sûresi’nin 55. âyetinde Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitaben:

“Sen yine de öğüt ver! Çünkü öğüt, mü’minlere fayda verir.” buyurur.

 Sonraki âyette ise, “Ben cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyurarak; âdeta hatırlanması gereken ana mevzuun, insanın bu dünyaya geliş sebebi olduğunu belirtmiştir.

Ama şu yaşadığımız asırda, artık insanların çoğu, dünyaya niçin geldiği, ölüm ve ötesine dâir hiçbir husus ile ilgilenmiyor. Maalesef ki, bu çoğunluktan kastettiğim Müslümanlar!.. Zaten başka kimselerin böyle bir gündemi olsa, “Müslümanız!” der ve müslümanca yaşarlardı. Günümüzde sayıca çok olan, ama kalitesi kalmayan Müslümanlar, hadîs-i şerîfte yüzlerce yıl öncesinden şöyle tarif ediliyor:

“Yiyicilerin (oburların) tabakları üzerine üşüşmeleri gibi, ümmetlerin (diğer milletlerin) her taraftan sizin üzerinize üşüşmeleri yakındır.”

Sahabe-i kirâm dediler ki:

“-Yâ Rasûlâllah! Bu, bizim o zaman (sayıca) çok az olmamızdan dolayı mıdır?”

Peygamber Efendimiz cevâben buyurdular ki:

“-Siz o zaman çok olursunuz, ancak selin köpüğü gibi köpükler olursunuz. Düşmanlarınızın kalplerinden sizin heybetiniz çıkar ve sizin kalplerinize de «Vehn» girer.

Dediler ki:

“-Vehn de nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?”

Buyurdular ki:

“-Hayatı sevmek ve ölümü kerih görmektir.” (Ebû Dâvud, Melâhim, 5/4297)

Şimdi ise, çevremize şöyle bir bakacak olursak; sayıca çok gibiyiz!.. Her yerde başörtülü genç kızlar var. Ama sadece başını örten bir örtüsü var; örtülmesi gereken diğer yerlerin çoğu açık veya göz önünde!.. Vücudunun diğer kısımları müslümanca örtülmemiş, sadece başı örtülü!..

Müslüman erkeklere bakıyoruz; onlar da çok farklı değil?! Kaç Müslüman erkeğin kıyafeti müslümanca? Hâli, tavrı, duruşu, ahlâkı, ibadeti, konuşması, susması müslümanca?! Yüzlerine baktığımızda, kaç erkeğin Müslüman olduğunu anlayabiliyoruz? Peygamber Efendimizin sakal ile ilgili hadislerini buraya yazacak değilim... Ama bir erkeği sokakta gördüğümüzde nerden bilebiliriz ki, onu özel kılan bir kimliği olmasa...

Namaz kılan, sayılabilecek kadar az! Her yüz kişiden altmışı:

“-Müslümanım, dindarım; ama namazımı düzenli kılmıyorum!” diyor...

“-Tarikatlıyım, ama virdimi yapamıyorum!” diyenlerin sayısı da ürkütücü...

* * *

Peki, bu “Müslümanım!” diyen insanlar, en azından beş vaktini düzenli kılmıyorsa, ne yapıyor? İşte bu soru çok mânidâr oldu! Çünkü kime sorsak, herkes yoğun!.. Ev hanımı arkadaşınızı arasınız:

“-Çok yoğunum!” diyor.

Çalışanlar zaten yoğunluk havalarında!.. Erkekler:

“-Akşama kadar kan-ter içinde çalışıyorum.” diyor.

Bunun doğru cevabını kişilere değil, meşgul olduğu işlere bakarak aramak lâzım…

Küresel dünyanın kolaylıklarından birisi olan akıllı telefonlar, hayatımıza hız katacaktı, değil mi? Evet kesinlikle kattı. Whatsapp’ta geçen vakitler, saatlerce oynanan oyunlar ve sosyal paylaşımlara verilen cevaplar, resim paylaşımları, daha niceleri...

Herkes çok hızlandı. Bir anda her yere yetişiyor, ama kendine yetişemiyor insanlar!.. Ömürler su gibi akıp gidiyor. Mâlâyânî ile mahvoluyor vakitlerimiz... Yaz talebelerime:

“-Mâlâyânî nedir?” deyince hiçbirinden cevap alamadım.

İlâhiyat okuyan da vardı, üniversite okuyan da… Ama bu kelimeyi hiç duymamışlar... Hâlbuki hadîs-i şerîfte, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

 “Mâlâyânîyi terk etmesi, kişinin İslâm’ının güzelliğindendir.” (Tirmizî, Zühd, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 12)

Abdulkâdir Geylânî Hazretleri -kuddise sirruh- “Cilâü’l-Hâtır” isimli eserde bu hadîs-i şerîfle ilgili şöyle buyurmaktadır:

“İslâm’ı güzel olan kimse, kendisini ilgilendiren şeye yönelir. Mâlâyânîden, kendisini ilgilendirmeyen şeylerden yüz çevirir. Mâlâyânî ile iştigal etmek; aptalların ve hayalperestlerin işidir. Mevlâ’sının emrettiğini yapmayıp, O’nun emretmedikleri ile meşgul olan kimse, O’nun rızâsından da mahrum kalır. Bu durum, mahrumiyetin, büyük günahkârlığın, tard edilmişliğin (kovulmuşluğun) tâ kendisidir. Yazık sana! Emre sarıl, nehiyden kaçın...”

Demek ki, mâlâyânî, müslümanın dünyasına ve âhiretine faydası olmayan her türlü boş iş, konuşma, meşguliyet vesâiredir.

* * *

Nadr bin Hâris isimli bir müşrik, ticaret için gittiği İran’dan Acemlerin hikâyelerini, efsanelerini anlatan kitaplar getiriyor ve bunları Kureyşlilere göstererek:

“-Muhammed size Âd ve Semud hikâyeleri anlatıyor. Gelin, ben size bunlardan daha güzelini, Rüstem’in, İsfendiyar’ın, Kisrâların hikâyelerini anlatayım!..” diyor.

Okuduğu bu hikâyelerle de birçoklarının Kur’ân dinlemesine engel oluyor.

Bir rivayete göre, Lokman Sûresi’nin 6. âyeti, bu hâdise üzerine nâzil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede:

“Bayağı insanlardan bir kısmı da vardır ki, câhilliklerinden (dolayı) kendilerini Allah yolundan saptıran boş sözler alırlar ve bunu eğlence sanırlar.” buyrulmaktadır.

Âyetin “boş söz” yahut “lâf eğlencesi” diye işaret ettiği hikâyeler, İslâmî kaynaklarda mâlâyânî sayılmaktadır.

Bu hükmün, hikâyelerin muhtevasından ziyâde, Kur’ân’a alternatif gösterilmesi veya ilâhî mesajı almaktan alıkoyması sebebiyle verildiğini belirtip, bizi bu noktada alâkadar eden bir ayrıntıya dikkat çekelim:

Âyet-i kerîmede boş sözleri tercih edip bunu eğlence görenler, “bayağı kişiler” olarak tarif edilmiştir.

Bugün ise, bu âyette anlatılanlara, avuçların içinde ulaşmak o kadar kolay ki… Saatlerce yazışmalar, internette tüketilen ömürler…

Her gün facebook sayfasına bir durum yazmadan veya bir resim paylaşmadan duramayan bir akrabasına gidiyor bir arkadaşım:

“-Gözlerime inanamadım!” diyor. “Evi almış başını gidiyor; çocukları perişan hâlde!.. Evde bir kaşık yemek yok. Çocukların abur cubur yemekten yüzlerinde renk kalmamış. Ne bu hal?” deyince:

“-Kurtulamıyorum bu illetten!..” diyor kendisini savunma bâbından…

Bu kardeşimizi internet ortamında takip eden binlerce kişi var. Yazdıklarına hayran kalan, her yorumuna bir cevap yazan hayran kitlesi oluşmuş... Bu tip kişiler, internette hoca kesilip namazını ya son vaktinde aceleyle kılıyor veyahut kılmıyor/kılamıyor... Helâl ve organik ürünlerin adreslerini paylaşıyor, ama evinde zerresine emek vermiyor.

Anne olmuş, baba olmuş, eş olmuşuz; ama hâlâ çocukluk fotoğrafını paylaşanlar, çocuklarının banyo yaparken veya deniz kenarında mayolu fotoğrafını paylaşanlar, o fotoğrafları çekip paylaşana kadar akan zamanı evlâtlarına ayırsa daha iyi olmaz mı?

“Yılda kaç hatim okuyorum? Kaç vakit kaza namazı kıldım? Evimin hangi ihtiyacına emek verdim? Kaç hasta ziyaret ettim? Kaç ölümden ibret aldım?” diye sormaz mı insan kendisine?!

Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli âyet-i kerîmelerde mü’minin vasıflarını şöyle anlatıyor:

“Onlar ki, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler...” (el-Mü’minûn, 3)

 “Ve onlar ki, yalan şahitlik etmezler; boş bir şeye rastladıkları zaman vakar ile (oradan) geçip giderler.” (el-Furkan, 72)

 Bu âyetlere bakıp dehşete kapılmalı insan; “Mü’minliğim zedeleniyor, îmânım tehlikeye giriyor!” diye…

Biraz da hadîs-i şerîflerin îkazına gönüllerimizi açalım:

“Kıyamette, herkes ömrünü ve gençliğini nerede geçirdiğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve ilmi ile amel edip etmediğinden sorguya çekilecektir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1) 

“Beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil! İhtiyarlıktan önce gençliğin, hastalıktan önce sağlığın, meşguliyetten önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin ve ölümden önce hayatın kıymetini bil!” (Buhârî, Rikâk, 3; Tirmizî, Zühd, 25; Hâkim, Müstedrek, IV, 341)

 Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tavla oynayan bir grup insanla karşılaşınca:

“Oyunla meşgul olan el ve kalplere, boş ve bâtıl sözlere yazıklar olsun!.” buyurdu. (Beyhakî)

Böyle oyunları parasız oynamak da uygun değildir. Çünkü hadîs-i şerîfte buyruldu ki:

“Mâlâyânî ile meşgul olanın hatası, günahı çok olur.” (el-Askerî)

“Kıyâmet günü günahı en çok olan, mâlâyânî konuşandır.” (Ebu Nasr)

Uhud’da şehid olan bir gencin annesi:

“-Oğlum, sana Cennet müjde olsun.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“-Ne biliyorsun, belki mâlâyânî konuşurdu?!”

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de:

Bir kimsenin boş şeylerle vakit geçirmesi, Allah Teâlâ’nın onu sevmediğinin alâmetidir.” buyurmuştur. (Mektûbât-ı Rabbânî)

Allah dostlarından Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne birisi gelip soruyor:

“-Ey Hasan! Allâh’ın beni sevip sevmediğini nereden anlarım?”

Hasan-ı Basrî Hazretleri de:

“-Çok kolay!” diyor; “Dünyada ne işle meşgul olduğuna bak! Allâh’ın sevdiği, râzı olduğu işlerle meşgulsen Allah seni seviyordur. Yok, eğer sevmediği işlerle ve sevmediği kişilerle meşgulsen, seni sevmiyordur.”

* * *

İş, sadece kişinin kendi hayatını mahvetmesiyle kalmıyor, maalesef! Sürekli boş işlerle meşgul olan bir müslüman duyarsızlaşıyor. Düşünsenize, dünyanın her yerinde Müslümanlar ateş çemberinden geçerken, zulüm altında inlerken, Suriye’de insanlık insanlığına veda ederken…

Filistin’den ağıtlar yükselirken...

Mısır’da, Yemen’de İslâm âlimleri idam edilirken…

Myammar’da, Arakan’da Müslümanların vücudu lime lime edilirken...

Türkiye’nin sahillerinde mültecî çocukların cansız bedenleri savrulurken…

Anadolu’da ardı ardına askerimiz, polisimiz, insanımız şehit düşerken…

İslâm düşmanları, vatan hâinleri harıl harıl çalışırken…

Soruyorum, Müslüman kardeşlerim!

İnternette nasıl tatil fotolarınızı acımasızca paylaşabiliyorsunuz? Ya açlıktan ölen bunca mültecînin resminin altına attığın beğeninin hemen ardından, nasıl envai çeşit kahvaltı ve yemek masalarının fotolarını paylaşabiliyorsun?

Yeni evli, yeni nişanlı, doğmuş yavrularını göremeden ölmüş şehitlerimize hiç saygı duymadan, düğün-nişan fotoları paylaşanlar; ya şehit olan sizin bir yakınınız olsaydı, ne hissederdiniz?

Bu kadar acı yaşanırken; tesettürlü kızlarımızın abuk subuk, bayağı ve şuh bakışlarla paylaştıkları resimler, ne demek istiyor?

Ya şu doğum günü, yıl dönümü, yılbaşı çılgınlıkları, gösteriş ve israflarına ne demeli?

Bu kadar ananın canı yanarken; bu kadar taze gelin, şehidinin ardından gözyaşı dökerken, bu kadar masum yavru yetim kalırken…

“Bize ne, senin kurduğun turşudan, yaptığın ve günlerce fotoğrafını yayınladığın salçadan, erişteden?!”

“Bana ne, senin bebeklik fotoğrafından, evlilik yıldönümü sürprizinden...”

Bıktık artık, durmadan, “Şurada şunu yedik, burada şunu yaptık! Evimin yeni koltuğu, kızımın yeni elbisesi... Bebekken annem bunu dedi, rahmetli ninem şöyle iyiydi. Bugün şu komşuda gün yaptık, şu düğünde bunu giydik, akşam şu filmi izledik.” paylaşımlarınızdan!..

Bir Allâh’ın kulu da sormaz mı:

“-Peki ya kardeşim; bugün Allah için ne yaptın?”

“-Hangi müslümanın derdiyle dertlendin?”

“-Kaç istiğfar çektin?”

“-Bir yetimin gözyaşını sildin mi?”

En önemlisi, gerçekten “Bir müslümanın derdiyle dertlendin mi?”

Ama sahiden, yürekten dertlenmek!.. Sanal âlemde, “İçim gitti, yüreğim parçalandı.” diye yazıp iki dakika sonra dalga geçer gibi, başka şeylere komik yorumlar yapmak değil? Yürekten yanmak!.. Tâ derinden hissedip harekete geçiren bir dertleniş benim dediğim... Aynı sahâbeden Nûman bin Beşîr’in dediği gibi bir dertleniş...

Nûman bin Beşir -radıyallâhu anh- şöyle derdi:

“-Ey insanlar! Birbirinize merhamet ediniz. Çünkü ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu kulaklarımla işittim:

«Müslümanlar, tek bir fert gibidir. Onun uzuvlarından birisi acı çektiğinde, vücudunun diğer kısımları da onun acısına ortak olur.» (Ahmed bin Hanbel, Müsned, 19768)

* * *

Âyet-i kerîmede Rabbimiz:

“…Mü’minlere kol kanat ger.” (el-Hicr, 88) buyuruyor.

Yani “Onlarla ilgilen, derdiyle dertlen!” diyor.

Sanal âlemden seyredip sanal gözyaşları istemiyor. Rabbimiz, hakikî Müslüman olmamızı istiyor. Peygamberimiz

“Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyuruyor. (Taberânî, el-Mu’cemu’s-sağîr, II, 131/907; Beyhakî, Şuab, VII, 361)

“…Bir toplum, kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez…” (er-Ra’d, 11)

Kıyamet kopana kadar îman ve küfür kavgası olacak!.. Hangi taraf gayret ederse, o kazanacak!.. Bazen küfür, bazen îman sahipleri... Bu mücadele devam ederken dertli, çaresiz, tesellîye ve yardıma muhtaç müslümanlar da hep olacak!.. Onları tesellî etmek, onlara gücümüz nisbetinde maddî-mânevî yardım etmek ve onların derdiyle dertlenmek demektir. Bu da bizim mü’minlik kalitemizi artıracak ve toplum iyiye güzele doğru gidecektir. Böyle olunca Allâh’ın yardımı gelecektir.

Ama günümüzde olduğu gibi, “Bana ne?!” diyerek ya da sanal gözyaşları ile Allâh’ın yardımı gelmez. Bir an önce uyanmalı, birbirimizi de uyarmalıyız; yoksa içinde bulunduğumuz gemi batacak. Allah korusun, hepimiz boğulacağız!

Hadîs-i şerîf, bu hususta bizi şöyle ikaz ediyor:

Allâh’ın yasaklarıyla ilgili sınırları aşmayanlarla bu sınırlara tecavüz edenlerin durumu şuna benzer: Bir geminin yolcuları kur’a çekerler ve kur’a neticesinde bazıları geminin üst bölümüne, bazıları da alt bölümüne yerleşirler. Ancak altta yolculuk edenler, su almak gerektiğinde yukarıda yolculuk edenler arasından geçip onları rahatsız ediyorlardı.

Bunun üzerine:

“-Biz, geminin kur'a sonucu bize düşen alt bölümünde bir delik açsak da, yukarıdakileri rahatsız etmesek!” dediler.

Eğer üstte yolculuk edenler, onların bu isteklerine rızâ gösterip de gemide delik açmalarına müsaade ederlerse, hepsi birden boğulup helâk olurlar. Fakat onlara mani olacak olurlarsa, hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şehâdât, 30)

Evet, kıymetli kardeşlerim!

Ya birbirimize yardım edeceğiz ve kurtulacağız ya da hep beraber helâk olacağız. Rabbim, îman bağı ve kardeşliği ile kurtulanlardan eylesin hepimizi... Bizi neslimizi ve bütün mü’min kardeşlerimizi fitnelerden muhafaza buyursun... Evlerimiz, gönüllerimiz ve zamanlarımız; Kur’ân’ın ve sünnetin hayrı ile dolup taşsın… Âmin…

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“İçinde Allâh’ın kitabı okunan evin hayrı çoğalır, oraya melekler gelir ve şeytanlar oradan çıkar. Şüphesiz içinde Allâh’ın kitabının okunmadığı ev, sahiplerine dar gelir, hayrı azalır, şeytanlar oraya gelir ve melekler oradan çıkar.”

Rabbimiz, hânemizi şeytanın meskeni olmaktan kurtarsın. Gönül hânemizi de Rabbimizin nûr ve lütuflarıyla şenlendirsin. Bizi, böyle kıyametin binbir fitnesinin kol gezdiği “fitne” ve “imtihan” günlerinde rızâsına kavuşan; her dakikasının, her saniyesinin kıymetini bilen bahtiyar mü’min kullarından eylesin. Âmin.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle