İslâm’da, Kadın Hakları

İslâm dini, insan hayatının her safhasını, her yönden kuşatıp hükme bağladığı gibi insan neslinin yaklaşık yarısını teşkil eden kadını da ihmal etmemiştir. Onu da doğumdan ölüme kadar hak ve mükellefiyetler açısından ciddî bir tahlile tâbî tutmuş ve psikolojik, sosyolojik, kültürel ve ekonomik açıdan kadının fıtrat ve ihtiyaçlarına uygun, özel kaideler koymuştur. Bu, İslâm dininin reel (gerçeklere riâyet eden) ve hayata tatbik edilebilir bir din olmasının tabiî bir gereğidir.

Biz de İslâm’ın kadınlara vermiş olduğu bu hak ve mes’ûliyetleri, hayat basamaklarına uyarak safha safha inceleyeceğiz.

 

Doğum

İslâm, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü câhiliye toplumlarının aksine, doğan her kız çocuğunu, Allâh’ın hikmet dolu bir takdiri ve en güzel hediyesi olarak kabul etmiştir:

“Göklerin ve yerin mülkü Allâh’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocukları bahşeder.”

“Yahut onlara, hem erkek, hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.” (eş-Şûrâ, 49-50)

Her ne sebeple olursa olsun, anne karnında veya doğduktan sonra kız çocuğunun canına kıymayı yasaklamış (bkz: el-En’âm, 151; el-İsrâ 31); bunun, âhirette vebâli büyük bir cinâyet olduğunu haber vermiştir. Âyet-i kerîmede bu cürmü işleyenler şöyle azarlanır:

“Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda…” (et-Tekvîr, 8-9)

Peygamber Efendimiz, kız çocuğu sahibi olup bunları güzelce terbiye edenleri cennetle müjdelemiştir:

“Her kim üç kız çocuğunu himâye edip büyütür, güzelce terbiye eder, evlendirir ve onlara lütuf ve iyiliklerini devam ettirirse, o kimse cennetliktir.” (Ebû Dâvud, Edeb, 121; İbn-i Hanbel, III, 97)

“Her kim iki kız çocuğunu yetişkinlik çağına gelinceye kadar büyütüp terbiye ederse, kıyâmet günü, o kimseyle ben, şöyle yan yana bulunacağız.” buyurdu ve parmaklarını birleştirdi. (Müslim, Birr, 149; Tirmîzî, Birr, 13)

İnsanların kız çocukları olduğunu duyduklarında öfkeden yüzlerinin karardığı, utançlarından başlarını sokacak delik aradıkları (Bkz: Nahl, 58-59) bir devirde, Peygamber Efendimiz, kendi kız çocuklarıyla iftihar etmiş, onları en güzel şekilde yetiştirmiş, evlendirmiş ve evlilik hayatları boyunca da destek ve alâkasını ihmal etmemiştir.

 

Öğrenim Hayatı

Kız çocukları da erkek çocukları gibi “ilm-i hâl” dediğimiz, kendisi için zarurî olan temel bilgileri öğrenmek zorundadır. Bu, onlar için farz kılınmıştır.

İlm-i hâl bilgileri, sadece namaz-oruç gibi gündelik ibâdetleri içermez. Kişinin yapmış olduğu her işle ilgili “farz, vacip, helâl ve haram…” vb. bilgiyi öğrenmesi farzdır. Meselâ ticâretle uğraşan erkek veya kadının, ticaret hukukunda neyin helâl, neyin haram olduğunu bilmesi gereklidir. Bu, keyfî ve irâdî bir husus değildir. Kişiler, “İster öğrenirim, ister öğrenmem!..” diyemez. Eğer böyle bir işe teşebbüs etmişlerse, o iş hakkındaki temel ve zarurî bütün dînî bilgileri öğrenmeleri farzdır. Yine evlenmeye karar veren bir kişinin âile hayatı için gerekli bütün dînî bilgileri öğrenmesi de farzdır.

İşte “ilm-i hâl” bilgisi, bütün hayatı kuşatan bu kadar geniş bir sahayı içine alır. Yazar, hemşire, doktor, tüccar, sanayici, baytar vb. akla hangi saha gelirse gelsin, o işle uğraşacak kimselerin her birinin sahasıyla ilgili dînî bilgileri tahsil etmesi şarttır.

Bunun yanı sıra, İslâm dini, müslüman topluluğa “farz-ı kifâye” olarak birtakım sorumluluklar da yüklemiştir. Meselâ müslüman bir hanımın, hastalandığı zaman müracaat edebileceği bir hanım doktor yetiştirmesi toplumun üzerine yüklenmiş bir vazifedir. Eğer bir toplumda, müslüman hanımların müracaat edeceği kadar ebe, doktor, hemşire, öğretmen, hastabakıcı, polis vb. yoksa, bundan, toplumun hepsi sorumludur. Çünkü bir farz ihmal edilmiş, bir haram işlenmiş demektir.

Bu sebeple fıtratlarına uygun sahalarda, meşrû sınırlar içinde kadınların tahsil ve terbiye görmesi teşvik edilmiştir. Bizzat Peygamber Efendimiz zamanından itibaren kadın doktor, muallime, hocahanım-vâize, hemşire vb. sahalarda hizmet gören birçok hanım zikredilmektedir. Hatta Hazret-i Ömer zamanında Medine’de çarşı-pazar zâbıtalığına bir hanımın baktığı bile rivâyet edilmektedir.

 

İbâdet Hayatı

İslâm, ibâdette kadınla erkeği eşit tutmuştur. Kadınlara gösterilen birtakım kolaylıkların dışında, hiçbir ibâdette kadın dışarıda tutulmamış, mahrum bırakılmamıştır.

Meselâ şehâdet getirmekte, namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetlerde kadınların muâfiyeti yoktur. Hastalık ve hâmilelik hâlleri hâriç onlar da bütün ibâdetlerden sorumludur.

Hatta cihad esnâsında bile, Peygamber Efendimiz’in devrinde eline kılıç alarak savaşa iştirak eden kadınlar mevcuttur. Bunlar, İslâm’ın kadını, toplum hayatının ne kadar içinde gördüğünü aksettiren örneklerden birkaçıdır.

 

Evlilik

Büyüyüp evlenecek çağa gelen kızların, öncelikle kendi irâdeleriyle evlenmeye hakları vardır. Kızların velîsi durumunda olan anne-baba, damat adayını belirlerken yardımcı olabilirler. Ama kıza sormadan onu evlendirmeleri, bundan “başlık parası” gibi gelir ummaları doğru değildir.

Evlilikte bâkire de olsa, dul da olsa; kadının rızâ ve tasdiki alınmadan nikâh tamamlanmış olmaz. Çünkü evliliğin olmazsa olmaz şartı “îcab” ve “kabul”dür. Yani erkek ve kadın, iki tarafın teklifi duymaları ve kabul etmeleri!..

İrâdesiyle evlenen kadın, evlendiği eve gelirken bir şey getirmek zorunda değildir. Aksine “mehir” adı altında, üst sınırı belli olmayan “evlilik ve geçim garantisi” mâhiyetinde bir miktar para veya ziynet eşyası talep etme hakkına sahiptir.

Mehir, kadının bizzat kendisine âit bir paradır. O’nu isterse tekrar damada hibe edebilir, isterse şahsî malı olarak muhafaza edebilir. Mehrin nikâh esnasında veya sonrasında verilmesi ise, tarafların rızâsına bağlıdır.

Bunun dışında evlenen kadın, daha önceden sahip olduğu mülk ve işlerin, yine sahibidir. Evlenmek sûretiyle bu mal ve mülkler, kocasına veya babasına geçmez. Kadın, isterse, evlilik müddetince de ticârî hayatını devam ettirebilir. Tabiî bu durum, evlilik süresince kadın ve erkeğin birlikte karar vereceği bir husustur. Kadının ticâretle uğraştığı müddetçe de kazandığı kendi şahsına âittir; kendi gönül rızâsıyla kocasına ve âilesine verdikleri hâriç!..

Diğer bir husus da kadının evlilik ve âile hayatının geçiminde hiçbir maddî sorumluluğunun olmamasıdır. Yani evi geçindirmek, tamamen evin erkeğinin sırtındadır. Kadın servet sahibi, beyi fakir de olsa; kadın evin geçimiyle sorumlu tutulamaz.

Kadının, genç kızlığından beraberinde getirdiği serveti, nikâh esnasındaki mehir ve benzeri hediyeler ve evliliği müddetince kendi imkânlarıyla elde ettiği mal ve mülkler, tamamen kendine âittir. Bu esnâda akrabalarından kalan miras da kadına âittir ve kadın, bunlardan hiçbirisini –yukarıda da belirttiğimiz gibi- âilesine harcamak zorunda değildir. Bunlar üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunabilir; zekât ve sadakasını verdikten sonra hibe edebilir veya işletebilir.

Kadının, evin geçimiyle ilgili sorumlu tutulmaması demek, evde savurganlık yapıp beyinin getirdiklerini olur-olmaz yere harcayıp israf etme hakkı olduğu mânâsına gelmez. Zaten israf, zengin de olsa, fakir de olsa, kadın-erkek bütün müslümanlar için haramdır.

Kadının evlenmek sûretiyle benzerlerine kıyasla, vasat bir yiyecek-içecek, kıyafet ve barınma (mesken) hakkı doğmuş olur. Kocası, emniyetli bir muhitte ortalama bir seviyede hanımının bu ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyetindedir.

Kadın, geçimle sorumlu tutulmamış olduğundan, kendisini istediği sahada geliştirme, yetiştirme imkânına sahip demektir. Gerekirse tahsilini artırır, gerekirse el becerilerini geliştirir, gerekirse çevresine, âilesine ve komşularına hayırlı hizmetlerde bulunur. Ama bir kadının en güzel emek sarf edeceği yer; toplumun geleceğini şekillendirecek çocuklardır, hayırlı ve sâlih nesillerdir. Çünkü çocuklar, en güzel bilgileri bizzat annelerinden öğrenirler, onların dizi dibinde ve gönül mektebinde hayata hazırlanırlar.

Peygamber Efendimiz buyurmuşlardır ki:

“Kişinin öldükten sonra geride bıraktığı şeylerin en hayırlısı, kendisine duâ eden sâlih bir evlât, sevabı kendisine ulaşan sadaka-i câriye, kendisinden sonra halkın amel ettiği bir ilimdir.” (Müslim, Vasiyyet, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36)

 

Boşanma

İslâm, boşanmanın fevrî olmaması için bu hukûkî meseleyi birtakım şartlara bağlamış ve fıtraten duygularına daha çok hâkim olan taraf olarak boşanma hakkını öncelikle kocaya vermiştir. Koca, evi çekip çevirmek, sevk ve idâre etmek, çocukların ve hanımının maddî-mânevî her türlü ihtiyacını karşılamakla sorumlu olduğu için bu hakka daha lâyıktır.

Ama evlilikte işler yolunda gitmezse, erkeğin boşama hakkı olduğu gibi kadının da boşama hakkı mevcuttur. Kadın, ya bizzat hâkime başvurarak ya da nikâh ânında ileri sürdüğü şartla re’sen boşanmayı gerçekleştirebilir.

Boşanma, çok hassas, sonuçları çok acı ve çoğunlukla geri dönüşü olmayan bir iştir. İki taraf için bir zindan hâlini alan evlilik hayatı dışında, boşanmayı tasvib etmek zordur. Peygamber Efendimiz, boşanmayı “Allah Teâlâ’nın en çok buğzettiği (hoşlanmadığı) helâl” olarak tavsif etmiştir. (Bkz: Ebû Dâvud, Talak, 3; İbn-i Mâce, Talak, 1)

Allah Rasûlü, başka bir hadîs-i şerîfinde de:

“Evleniniz, boşanmayınız!.. Zira boşanma dolayısıyla arş titrer…” (Ali el-Müttakî, IX, 1161/27874) buyurarak, âilelerin mümkün olduğu kadar boşanmadan uzak kalmasını tavsiye etmiştir. Ancak bütün bunlara rağmen boşanma süreci başlamışsa, İslâm iki tarafa düşünmek için üç defa hak tanır. Bu üç hakkı da dikkatsizce kullanan çiftler, artık bir daha evlenemezler. Bunun bir tek istisnâsı vardır. O da kadın tarafın başka birisiyle evlenip ayrılmasıyla mümkündür. Ama bu evlilik de, bir müddet sonra boşanmak üzere karşılıklı anlaşma sûretinde olmamalıdır.

Boşanmanın ardından kadının, çocuklarının ve kendisinin bakımı için nafaka isteme hakkı da vardır.

 

Hukûkî Sorumluluklar ve Mahkeme

Mahkeme önünde kadın ve erkek arasında herhangi bir fark yoktur. Cezâî işlemlerde de bir fark gözetilmez. Yalnız ağır cezâ mahkemeleri ile ticârî mahkemelerde, kadınların daha az ticaretle haşır-neşir olması dolayısıyla iki kadının şâhitliği bir erkek şahitliğine denk tutulmuştur. Bunun dışında herhangi bir fark gözetilmez.

Bu hususun, bazılarının diline doladığı gibi, kadını küçük görme ile bir alâkası yoktur. Öyle olmuş olsaydı, erkeklerin ihtisası olmadığı sahalardaki (hâmilelik vb.) şâhitliğinin kabul edilmemesini de buna bağlamak gerekirdi.

Bunun dışında kadının ve dolayısıyla toplumun iffetini temin için çok ciddî bir çaba sarfeden İslâmiyet, başörtüsünü ve tesettürü emretmiştir. Kadınların mânevî şahsiyetlerini korumak için “kazf” adıyla özel bir hüküm koymuş ve kadınların nâmusuna dil uzatanları, iddialarını dört şâhidle ispatlayamadıkları takdirde ciddî cezâlara çarptırmıştır. Kadına ve erkeğe, nâmahreme (yabancıya) bakmamalarını emretmiş, zinanın her türlüsünden ve zinaya götürecek bütün yollardan şiddetle men’ etmiştir.

Böylece İslâm, kadını bir şehvet metâı hâline getirmeyi, bundan menfaat temin etmeyi ve kadının onurunu zedeleyecek her türlü davranışı kesinlikle ve müsamahasız olarak yasaklamıştır. O muhterem kadın; iffet, şahsiyet ve vakarı ile İslâm toplumunun en güzîde varlığıdır. O’na uzanacak eller, kırılmaya mahkûmdur. Nitekim Peygamber Efendimiz devrinde, Benî Kaynuka Yahudileri ile çıkan harbin sebebi, onların nâmuslu bir müslüman kadına yaptıkları çirkin hareketlerdir.

 

Ölüm ve Miras

Kadın, hayatı boyunca baba ve koca himâyesinde her türlü hâricî kötülükten muhafaza edildiği gibi hayatının sonunda da yine onlar tarafından defnedilir.

Ölüm esnâsında ve sonrasında da erkekler için yapılanların hepsi kadınlara da tatbik edilir: Yıkanır, kefenlenir, defnedilir ve duâ edilir.

Ardında bıraktığı miras da, adâletli bir şekilde mirasçılarına taksim edilir.

Kadınların, mirastan bazı durumlarda erkeklerin yarısı kadar pay almalarının en büyük sebebi, yukarıda evlilik hayatında da izah ettiğimiz gibi, kadının hayatı boyunca mâlî bir mükellefiyetinin bulunmamasındandır. Ondaki para, sadece şahsında kalmakta ve çoğunlukla ekonomiye katılmayarak âtıl bir hâlde beklemektedir. Ayrıca babası, kocası veya kardeşleri, başının sıkıştığı her durumda kadını himâye etmek, ihtiyaçlarını görmek mecburiyetindedirler. Bu, onların istedikleri zaman yapabilecekleri (irâdî) bir şey değil, bir zarurettir.

Bu zarûrete rağmen, kadının, hayatın binbir bâdiresi içinde zaman zaman sıkıntıya düşmesini engellemek ve kısmen de olsa ekonomik hürriyetini gerçekleştirmek için miras payı devam ettirilmiştir. Sadece bu husus bile İslâm’ın kadını nasıl üstün tuttuğunu ve hayatın gerçeklerini ne kadar gözettiğini gösteren değerli bir nüktedir.

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle