Hz. Bilal’in Ezanı

Ümeyye bin Halef’in vardı zenci bir kölesi,

Bilâl’di ismi, sulardan güzeldi, gürdü sesi.

Rasûl’ün aşk ile cân attı Hakk’a dâvetine,

Ümeyye, kızdı bu parlak gönül hidâyetine.

«Ne hakla eyledin îman?» deyip de etti cefâ,

Bilâl’se her şeye rağmen özünde Hakk’a vefâ,

«Ehad, ehad» dedi şirkin alev alev közüne,

«O bir, O bir!» diye haykırdı müşriğin yüzüne!

Yatırdılar kuma kızgın harâretinde çölün,

Zayıf vücûdunu taşlarla ezdiler her gün...

Köpüklü, dişli ağızlarla sövdüler boyuna,

Yalaz yalaz nice kırbaçla dövdüler boyuna.

Garip Bilâl nice işkencelerle oldu yığın,

Ebûbekir, koşarak zor da olsa aldı satın.

Bu yolda harcadı Allâh için bütün varını,

Gözetti şevk ile yalnızca âhiret kârını.

Şerefle eyledi âzâd o çiğnenen köleyi,

Gönül huzûruna döndürdü bitmeyen çileyi…

Bu lutfa bin kere şükretti, bülbül oldu Bilâl,

Semâda yankılanan hür ezanla doldu Bilâl.

 

Gönülden eyledi teslim Nebî’ye kendini o,

Habîb-i Hazret’inin oldu baş müezzini o…

Nebî hayatta iken beş vakit ezân okudu,

Yanık sedâ ile tevhîdi öyle bir dokudu;

Şu kubbe kubbe dokuz gökte yankılandı sesi,

Kavurdu herkesi, son Arş’a dek çıkan nefesi…

Nebî’yi seyrederekten ezâna başladı mı,

Sağır kulak bile dinlerdi savt-ı İslâm’ı.

Vefât edince fakat Can Hilâli Peygamber,

O an Bilâl’i de susturdu tâ derunda keder!

Cıvıl cıvıl şakımak bitti, başka hâl oldu,

Cihanda gür sesi, dilsiz misâli lâl oldu…

Tıkandı içli Bilâl’in gürül gürül nefesi,

Tükendi yetmedi artık yanık ezâna sesi…

 

Onun ezânına hasret Ebûbekir bir gün,

Biraz sitem dolu bir sesle, gönlü pek üzgün,

«Aman Bilâl, dedi; geçmişte hiç mi yok hatırım?

Çıkıp ezân okumazsan bugün buruk kalırım…»

Bilâl dediyse de: «Mümkün değil, sesim çıkmaz,

Rasûl’ü görmediğim an kesildi bende avaz!

Acıklı hâlimi bilmez misin ki aylardır,

Nefessizim, bana O’nsuz zaman mekân dardır.

Namâza durduğu mihrapta görmeyince O’nu,

Dayanmıyor yüreğim, anla hâl-i mecnûnu…»

Ebûbekir dedi: «Hasret bu, îtirâz etme,

Seninle çok hatırım var, bu denli nâz etme!»

Yanık Bilâl’i bu yangın talep de pek yaktı,

Yanık yorumladı ilk anda, iç çekip baktı;

 

Acıyla sordu: «Nedir yâ Ebâbekir, bu murâd?

Garip Bilâl’i bu yüzden mi eyledin âzâd?

Garip Bilâl’e nedir gamlı gamlı söylediğin?

Hüdâ rızâsı değil miydi dünkü eylediğin?»

Ebûbekir buna mahcûb olup özür diledi,

«Rızâ-yı Hak, dedi; elbette hürriyet senedi.

Fakat sahâbe de mâzur bu işte ben de Bilâl,

Senin ezânına hasret gönülde var mı vebal?

Eyâ Bilâl oku bir kerre Allah aşkına sen,

İnan ki çatlayacak gönlümüz bu hasretten…»

Bilâl üzüntülü bir sesle inleyip dedi ki:

«Ezâna çıkmaya her dem tamam derim belki,

Fakat yazık ki gücüm yok, bu denli etme sitem,

Yeter mi tâkat-i can, yâ Ebâbekir, bilemem!»

 

Durup ezâna niyetlendi kavrulan gönlü,

O anda âh ile hıçkırdı, görmeyince Gül’ü.

O hep, Rasûl’ü temâşâ edip okurdu ezan,

Fakat o Server’i mihrapta görmeyince, aman,

Düşüp yığıldı mübârek zemîne pelte gibi,

Firâk-ı Ahmed’e aslâ dayanmayan kalbi,

Diyordu yerde iniltiyle: «Yâ Rasûlâllah,

Yetim Bilâl’e medet eyle yâ Habîballah!»

Eşikte inledi bir hayli, taştı hicrânı,

Ezâna yetmedi bir türlü güç ve dermânı.

Bu hâle ağladı olgun Ebûbekir dedi ki:

«Bilâl, üzülme, bu hâlin senin, büyük mevkî!

Asıl ve öz değerindir bu aşk-ı Peygamber,

Ezan misâli sükûtun da şimdi ayrı hüner…»

Bilâl’e olmadı mümkün, toparlanıp okumak,

Ne çâre, yollara baş koydu gönlü hûn olarak;

Serinlesin diye kalbinde ayrılık ateşi,

Fetih seferlerinin oldu en yanık güneşi…

 

Ne yapsa dinmedi hicrânı, etti kalbini kül,

Yazık ki hiç şakımaz oldu en güzel bülbül!

Uçup hudutlara dek, durmadan cihâd etti,

Gün oldu, gönlü nihâyet, ezan murâd etti.

Vakit sabâh idi, Allah deyip o sâniyede,

Ezâna başladı, yer-gök uyandı Sûriye’de.

Dirildi sandı ahâlî o an Rasûlullâh,

Semâya çıktı selâmlar, yaşandı başka sabâh…

O Can Rasûl’ü o akşam rüyâda gördü Bilâl,

Yüzünde aynı tebessüm, buyurdu Nûr-i Hilâl:

«Eyâ Bilâl, nicedir gelmedin ziyâretime,

Uyandığında revân ol diyâr-ı cennetime!»

Bilâl o anda figān etti: «Yâ Habîballâh!»

Hemence çıktı yataktan deyip de: «Yâ Allâh!»

Tutuştu hasreti kat kat, kılıncı girdi kına,

Yöneldi, doğru, hemencek Medîne yollarına...

Ulaştı bir gece vaktinde gizli, sessizce,

Ve sürdü Ravza’ya yüz, âdetâ nefessizce.

Devamlı ağladı tâ fecre dek firâkından,

Meğer Bilâl’i nasıl dağlamıştı son hicran.

Eşikte dert ile yalvardı: «Yâ Rasûlâllah,

Ne tatlı günlerimiz vardı yâ Rasûlâllah!

Bakışların nazar eylerdi beş vakitte bana,

Selâm alır doyamazdım selâm verince Sana!

Koşup huzûruna her bapta yâ Rasûlâllah,

Dalar cemâline mihrapta yâ Rasûlâllah,

Coşup Sen’inle okurdum ezânı Ravza’da ben,

Sesim kısıldı Efendim, bugünkü gurbetten!

 

Dayanmıyor yüreğim, ıstırâb-ı hasretine,

Huzurda perdeyi kaldır, bu içli ümmetine!..»

Niyâz içinde Bilâl’in tıkandı feryâdı,

Görür müyüm diyerek baktı, baktı hıçkırdı…

Ve nemli, kırmızı gözlerle yer öpüp kapıdan,

Usulca ayrılacakken gelenler oldu o an.

Hasan’dı önde gelen, arkasında hem Hüseyin,

Görünce onları derhal kucaklayıp gamgin,

«Nebîmin ey iki göz nûru siz!» deyip de dili,

Eşikte kaldı Bilâl, iştiyâkı besbelli.

Bağında gülleri seyretti, hal hatır sordu,

Gelince vakt-i ezan, lâl olup Bilâl durdu.

«İzin verin, dedi birden; görünmeden gideyim.»

«Hayır» dedikçe o güller, diyordu: «Ben gideyim!»

Nebî torunları ısrarla «Yâ Bilâl!» dediler;

«Senin ezânına hasret, gönül gönül bu seher.

Nebî için biliriz derd-i firkatin pek çok,

Ezâna, yoksa O mihrapta, tâkatin hiç yok!

Fakat yakıp da bu hicran, kavurdu gönlümüzü,

Bugün ezanla hatırlat o ay misâli yüzü…

Eyâ Bilâl, bu sefer gel, bizim için kerem et,

Ezâna çık ne olur, bayram eylesin ümmet!»

Bu arzu öyle yürektendi, öyle candandı,

Tutuk sadâsı Bilâl’in çözüldü, canlandı.

Bilâl ki, Ahmed’e medyundu ömrünün varını,

Nasıl kırardı O Peygamber’in torunlarını!

Sonunda «Yâ Hüseyin, yâ Hasan, tamam!» diyerek,

Ezan mahalline râm oldu; «Yâ selâm!» diyerek.

 

Yanıklığıyla geçen yılların buhârı ile,

İçin için o buhârın alevli nârı ile,

O bağda her teli kavruk sesiyle, evvelki

Yanık ezânına hicranla öyle başladı ki,

Bütün Medîne o an çalkalandı feryatla,

Yöneldi Ravza’ya erkek-kadın, döküldü yola.

Sadâsı taştı Bilâl’in, tutuştu şevk ile o,

Deyince bir daha «Allâhü ekber» aşk ile o,

 

Avaz avaz dedi her sîne, her sedâ; lebbeyk,

Dedirtiyordu Bilâl’den taşan nidâ; lebbeyk!

Deyince «Eşhedü en-lâilâhe illâllâh»

Dirildi sandı ahâlî, o an Rasûlullâh…

Medet figanları yükseldi her sokakta göğe,

Açıldı her kapının bağrı, her konakta göğe…

Yerinden oynadı yerler, Bilâl edince devam,

Bir ân içinde hemen doldu taştı Bâb-ı Selâm.

Sahâbe pür heyecan, tâbiîn de pür heyecan,

«Bu can Rasûl’e fedâdır!» diyordu her bir can.

Çağıldadıkça Bilâl’in sadâsı döndü neye,

Sonunda başladı hicrân içinde titremeye.

Ve «Eşhed’enne Muhammed» deyince bitti mecâl,

Kısıldı gür sesi, Allah deyip de düştü Bilâl…

Bu oldu Ravza-i Ahmed’de son ezânı onun,

O hoş ezânı duyun, beş vakit namâza koşun!

 

Bu iştiyak dolu sevdâyı anlayan, Seyrî,

Atar mı aşk-ı Muhammed’de bir adım eğri?

 

Vezni: mefâilün/feilâtün/mefâilün/ feilün (fa’lün)

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle