Günahın Cinsiyeti Olur Mu?

İki ay evvel yazmış olduğumuz “Âh İki Gözüm!” yazıyla ilgili pek çok mesaj aldım. Bilhassa erkek okuyucularımız, bu yazıdan çok etkilendiklerini belirten mailler gönderdi. Öncelikle bütün okuyucularıma, bu hassasiyetleri için teşekkür ederim.

Yalnız okuyucularımızdan bir beyefendinin göndermiş olduğu bir mail, açıkçası beni biraz üzdü. Okuyucum, yazıdan ne kadar etkilendiğini ifade ettikten sonra, “Halime hanım; böyle etkileyici bir yazı da hanımlarla yazarsanız çok iyi olur. Kadınlar kılık-kıyafetlerine dikkat etseler, biz erkekler de bu duruma düşmeyiz.” diyordu.

“Kadın Âile Dergisi” olmamız sebebiyle biz uzun zamandır, zaten hanımlara bu minvalde yazılar yazıyoruz, hattâ on iki yıldır sadece hanımları uyarıyor ve sadece onların tesettür, iffet ve hayâsı hususunda Allâh’ın ve Peygamberinin çizmiş olduğu çizgileri belirtiyor ve seçtiğimiz konularla, bu hususları sürekli gündem de tutuyoruz.

Bahsi geçen yazıda, yaşanmış bir hikâye olarak işlediğimiz bu konu, ilk defa erkekleri uyarmaya yönelik bir yazı oldu ve hedefimize ulaştığını da düşünüyorum. Tabiî ki hanımlar kusursuz değil! Maksadım, sadece erkekleri suçlamak, kadınları temize çıkarmak veya tersi de değil!.. Burada biraz bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.

Günahın cinsiyeti yoktur!.. Yani “zinâ veya zinâya sebebiyet veren hâller (tesettürsüzlük, ihtilat vb.) sadece kadına haram” da “erkeğe helâlmiş gibi davranılması” Türk toplumunda yerleşmiş çok yanlış bir düşünce tarzı, ama hiç İslâmî bir düşünce değil!

İslâm, bu ve benzeri günahlarda kadınlara sınırlar çizdiği gibi erkeklere de çizmiştir. Kadınlar zina gibi bir harama düştüğünde ne kadar suçluysa, erkekler de o kadar suçludur. Daha açık bir ifadeyle, bu durum kadın için “yüz karası” iken, erkek için “elinin kiri” değildir, olmamalıdır. Tarih içinde ve toplumun çeşitli kesimlerinde yerleşmiş olan bu düşünce ve anlayış tarzı, tamamen câhiliye döneminin anlayış tarzıdır. İslâm, yabancılara bakmayı, onlarla oturup konuşmayı veya birlikte gezip dolaşmayı kadına nasıl yasaklamışsa, erkeğe de aynı şekilde yasaklamıştır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- erkek ve kadın, toplumu oluşturan iki temel parçanın birbirini ne kadar etkilediğini, şu hadîs-i şerîfinde açıkça beyân buyurmuşlardır:

“Siz erkekler iffetli olursanız, kadınlarınız da iffetli olur.” (Taberânî)

 Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir erkek olduğu hâlde Cenâb-ı Hak’tan sık sık dualarında takvâ ve iffet isterdi:

“Allah’ım! Senden hidâyet, takvâ, iffet ve istiğnâ hâli istiyorum.”,

“Allah’ım! Bugün de örtü ve iffetle beni süsle!..”

Zira “iffet”, “edeb”, “tesettür” sırf hanımlara mahsus bir şey değildir. Erkekler de bu kavramların derin mânâsından nasiplenmelidir. Peygamber Efendimiz, bize her hâli ile örnek olduğu gibi gülmesinden oturuşuna kadar bir iffet abidesi olarak da örnektir. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Peygamber Efendimizin hayâ ve iffet duygusu ile ilgili şu benzetmeyi yapar:

“Allah Rasûlü’nün küçük dili görünecek şekilde kahkahayla güldüğünü hiç görmedim. O sadece tebessüm ederdi. Yine O, evinde bile örtüsüne bürünmüş genç bir kızdan daha iffetli ve hayâlı idi.”

* * *

“İffet” kelimesi, Kur’ân’da açıkça geçmez, ama birçok âyette değişik kavramlarla dile getirilir. Bu ifade bazen “gözünü kapamak” ve “nâmusunu korumak”, “tesettür ve örtünme” şeklinde geçerken, bazı âyetlerde de “takva üzere yaşamak”, “Allâh’a sığınmak”, “âsi olmamak” gibi kavramlarla anlatılır.

Kur’ân-ı Kerim, iffetin dıştan görünüşü olarak belirlenen tesettürü (giyinip örtünmeyi) emreder ve bilhassa “takvâ elbisesinden” bahseder:

“Ey Âdem oğulları!.. Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi… İşte o daha hayırlıdır. Bunlar, Allâh’ın âyetleridir. Belki düşünüp öğüt alırlar (diye onları indirdi).” (el-A’râf, 26)

Evet, kıyafetler, insanların mahrem yerlerini örter. Onları, insanlar içinde mahcup düşmekten, küçük görülmekten ve aşağılanmaktan korur. Ancak insanı asıl koruyan şey, “hayâ, sâlih amel, tebessüm, tevâzu ve iffeti barındıran takvâ elbisesi”dir. Bu elbise insanın içini, yani nefsini örtmesidir, günahlara karşı dikkatli ve titiz yaşamasıdır. İffetini, izzetini, nâmus ve şerefini muhafaza etmesidir. Gözüyle birlikte gönlünü, bakışlarının yanında niyetini, dışıyla birlikte içini kontrolü altına almasıdır.

Biz, gündelik hayatımızda erkek veya kadın, öyle kimseler görürüz ki, üzerlerinde bedenlerini örten kıyâfetler olduğu hâlde îman ve takvâ elbisesinden mahrum oldukları için insanlar nazarında hor ve hakir görülür ya da kendilerini utandıracak şekillere girerler. O hâlde insanın beden ve ruhunu örten asıl elbise, takvâ elbisesidir.

Bu takvâ elbisesi ise, ancak bedenin Allâh’ın belirttiği sınırlarda “tesettür” hükümlerine göre örtünmesi ile tamamlanır. Kısacası bedenin tesettürü, kalbin tesettürü ile; bedenin elbisesi, takvâ elbisesi ile tamam olur. Birisi olmadan diğeri hep eksiktir. Bu yüzden Rabbimiz, kadın ve erkeğin nâmahreme bakışından tutun da, kıyafetinin detaylarını bile âyet-i kerimelerle beyân etmiş, sonra da bunun hikmetini açıkça ifade etmiştir.

“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah çokça bağışlayan ve çok merhamet edendir.” (el-Ahzâb, 59)

* * *

(Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.

Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesnâ olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunanlar (köleleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbî kimseler yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey mü’minler! Hep birden Allâh’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (en-Nûr, 30-31)

* * *

İşte bu âyet-i kerimeler ışığında Peygamber Efendimiz, hanımları tesettür hususunda sık sık uyarmıştır. Onların nasıl ve hangi sınırlarda örtünmesi gerektiğini bildirmiştir. Bunun yanında erkeklere de hemcinsi oldukları için tesettür hususunda bizzat örnek olmuşlardır. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in kılık kıyâfetlerde tercih ettikleri veya hoş görmediği hususlarla ilgili pek çok hadîs-i şerif nakledilmiştir. Bu rivâyetleri bir araya getirirsek:

“Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yeşil ve beyaz giymeyi severdi. En çok sevdiği elbise çeşidi ise kamîsti. Hiçbir zaman tesettüre aykırı giyinmez, vücut hatlarını belli eder biçimde giysiler tercih etmezdi. Ayrıca kadınların fıtratlarına uygun kırmızı vb. renkleri erkeklerin giymesini hoş görmezdi.”

Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:

“Erkeğin avret yeri, göbeği ile diz kapağı arasıdır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned).

Bir gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a:

“-Dizini açma!.. Diri veya ölü, hiç kimsenin dizine bakma!” diye emretmiştir.

Başka bir hadîs-i şeriflerinde de:

“Müşriklerle bizi ayırt eden şey, başlıklar üzerindeki sarıktır.” der, gayr-ı Müslimlerden farklılık arz eden bir “müslüman şahsiyeti” sergilenmesini murad ederek hiç başı açık gezmemeye çalışırdı.

Bu tavsiye ve emirleri göz önünde bulundurarak günümüz müslüman erkeklerinin kılık kıyafetlerine şöyle bir bakacak olursak, İslâm’ın tarif ve tavsiye ettiği kılık kıyafet şekillerini görmenin ne kadar imkânsız hâle geldiğini fark ederiz: Daracık pantolonlar, renkli, cıvıl cıvıl gömlekler, diz kapağı üzerine çıkmış şortlar ve benzeri yakışıksız görünümler… Ayrıca namazda bile başlarına takke takan erkek sayısının neredeyse bir elin parmaklarını geçmemekte olması da işin başka bir acı tarafı...

Yıllar önce yeni müslüman olan bir öğrencim:

“-Hocam, kadınlar Allâh’ın emrettiği ve Peygamberimizin öğrettiği gibi giyinmeye gayret ediyor da müslüman erkekler neden Amerikalı kovboyların dar kot pantolonlarını giyiyorlar?!” diyerek hayretini ifade etmişti.

* * *

Elbette her şey, kılık kıyafetten ibaret değil!.. Hatta şöyle de diyebiliriz: Keşke iffet ve haya sadece giyim kuşamla bitseydi. O zaman bedenini örtmüş herkes iffet ve hayâ duygusuna sahip olurdu. Ama  iş, maalesef bu kadar kolay değil!.. Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi, “kalplerin de takvâ elbisesi giymesi” lâzım.

Kur’ân-ı Kerim, sadece emir ve yasaklar koyarak sınır çizmemiş Müslümanlara… Bunların hayata nasıl tatbik edilmesi gerektiğini, “yaşanmış örnekler” yoluyla da anlatmıştır. Kur’ân-ı Kerim’in bize takdim ettiği iki iffet ve hayâ sembolü vardır: Kadınlardan “Hazret-i Meryem”, erkeklerden ise, “Hazret-i Yusuf”

Hazret-i Meryem, daha doğmadan önce annesi tarafından Allâh’a adanmış, kendisini ibâdete vakfetmiş bir kadın. Kur’ân-ı Kerim, onun iffet ve ahlâkını şöyle tavsif ediyor:

“Irzını iffetle korumuş olanı (Meryem’i de hatırla!) Biz O’na rûhumuzdan üfledik; O’nu ve oğlunu, cümle âlem için ibret kıldık.” (el-Enbiyâ, 91)

O, mescidde tek başına ibadete kapanmış bir şekildeyken bir gün odasında daha önce hiç görmediği bir erkek ile karşılaşıverir. Hemen “Allâh’a sığınarak, eğer Allah’tan korkan birisi ise kendisine dokunmamasını ister.” Hâlbuki gelen Cebrâil’dir. Kendisine bir insan eli dokunmadan, ona ilâhî bir mûcize olarak Hazret-i İsâ’nın doğumunu müjdelemek için gönderilmiştir. Hazret-i Meryem, o temizlerden temiz kadın, Allâh’ın kendisine ilhâmı ile oğlunu gözlerden uzak bir yerde dünyaya getirdikten sonra, insanların arasına kucağında çocukla dönünce, türlü türlü iftiralara mâruz kalmıştır. İşte ilâhî mûcizenin ikinci safhası tahakkuk etmiş ve Hazret-i İsa, yeni doğmuş bu bebek, annesinin kucağında konuşarak hem annesini temize çıkarmış ve hem de kendisinin ileride bir peygamber olarak görevlendirileceğini ilan etmiştir.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem’in iffet, samimiyet, ihlâs ve gayretini, kendisine kıyâmete kadar yâd edilecek bir nâm vermek sûretiyle ve kendisini “ulu’l-azm bir peygamber annesi” şerefine yükseltmekle ödüllendirmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’in “ahsenü’l-kasas” yani “kıssaların en güzeli” olarak isimlendirdiği Hazret-i Yusuf kıssası da mâlumdur. Güzel hasletleri ve farklılığı sebebiyle kardeşleri arasında babası Hazret-i Yâkub’un gözdesi olan Hazret-i Yusuf, kardeşlerinin kıskançlığına muhatap olmuş, bir kuyuya atılarak ölüme terk edilmiştir. Fakat Allâh’ın yardımıyla o kuyudan çıkmış, Mısır’a gitmiş, fakat orada da köle diye pazarda satışa çıkarılmıştır. Onu satın alan Mısır azizinin sarayında hizmet etmeye başlayan Yusuf -aleyhisselâm-’ın güzelliğine meftun olan Mısır azizinin karısı Züleyhâ, çeşitli tuzaklarla Yusuf’u nefsine râm etmeye çalışmıştır. Ancak Hazret-i Yusuf, onun günah dâvetini reddetmiş ve onun oyuncağı hâline gelmektense zindan hayatı yaşamaya râzı olmuştur. Onun günah yerine takvâyı seçmesi, Allah tarafından nübüvvet ve saltanatla ödüllendirilmesine sebep olmuştur.

Kısacası, günahlar ilk anda câzip, ama sonuçları ağırdır. İffet, hayâ, takvâ ve itaat ise, başlangıçta acı da gelse, sonuç itibariyle insana iki cihan saadeti bahşeder. . Tıpkı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi:

“Cennet nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle; cehennem ise şehevî şeylerle kuşatılmıştır.” (Müslim, Cennet, 1; Ebû Dâvud, Sünnet, 22; Tirmizî, Cennet, 21)

Rabbimiz, tercihini “rızâ-yı ilâhî” yolunda yapan seçkin kulları arasına bizleri de dâhil eylesin. Bizi kendi kusurlarıyla meşgul olup, onları düzeltenlerden ve böylece etrafına nümûne olan iffet sahibi örnek kullarından kılsın! Âmin.

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle