Dost’tan Dost’a Mektuplar

DOST’tan;

“Yüreğim sürgünlerde bu gece

Bu gece yüreğim, dar gelir bedenine

Hangi baharı düşlesem

Umudun bütün çiçekleri soluyor kalbimde

 

Kara bulutlar var, gökyüzünde bu gece

Anladım yağmur yağacak

Ve gözyaşlarım akacak

Üzeri ıslatılmamış bütün hüzünlerime…”

 

DOST’a;

“Her sözün çaresizlik, bedbinliği heceleyip duruyorsun, ey Dost! Sıkı sıkı kapatmışsın yüreğinin perdelerini, zifiri karanlıklara hapsetmişsin kendini…

Kaldır Dost, perdeleri! Kaldır da huzurun ışıkları süzülsün içeri... İşte o vakit fark edeceksin nasıl kalın duvarlar örmüşsün, yaslanıp arkasına oturmuşsun, ellerinin arasına alıp başını… Söyle Dost; bu mudur teslîmiyetin resmi? Hep kederli sözler midir dilinin zikri?

Kaldır başını, Dost! Hadi tut sana uzanan merhamet ellerini. Her bir yağmur tanesini taşıyan meleklere emanet verelim, bir ipin ucuna dizdiğimiz «Hasbünallâh ve ni’me’l-vekîl» incilerini…”

 

DOST’tan;

“Kulağıma değen her nağme, ayrı bir zamanın hatırası… Her ezgi ayrı bir ipucu yaşanmışlıklara dair… Ey gönül! Neden hep hüzünlere meyyalsin? Hep ıslak, hep nemli, hep buğulusun… Limanlar neden hep visalleri anımsatır sana? Garlardaki kimsesiz banklar… Her noktada bir vedâ, bir kucak dolusu elvedâ…

Yüreğimin uçsuz bucaksız kıvrılan yolları… Tek uğrak yerleri ayrılık limanları… Vakit bitiyor, zaman geçiyor; silebilsem şu ömrümün takviminden nafile zamanları…”

 

DOST’a;

“Geçmiş, gelecek, zaman ve mekân… Sayısız saatler, dakikalar… Dönüp duran akrepler, yelkovanlar. Hayalinde hâtıralar, zihninde geçip giden yıllar, âh’lar, vâh’lar… Hangisinin bir önemi var? Geçti zaman diyorsun, saatleri sayıyorsun bir bir... Kim belirlemiş bu sayıları? Var mıdır bir mânâsı?

Vakit bitti diyorsun, Dost! Biten ne vaktidir ya da başlayan? Havanın kararması mıdır seni tedirgin eden; yoksa sabahın olması mı?

Madde ve mânâ ikiliğinden sıyrıl, Dost! Görünenin mânâsına bak!

Dünya kendi ekseninde dönüyormuş. Meridyenler, paraleller, saat dilimleri ve başlangıç noktaları… Dünya, Güneş’in ekseninde dönüyormuş; ışığın değdiği yerlerde değişiyormuş mevsimler… Adlarına “ilkbahar, yaz, sonbahar, kış” demişler. Saatler günleri, günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları kovalar dururmuş. Her geçen gün için takvimden bir yaprak kopartılırmış. Söyle ne önemi var?

Dedim ya, maddeyi bırak, mânâya bak! Kendi yörüngende dönüp durma, Dost! Yüreğine Elest’in ayrılık acısını koy! Çık yörüngenden de Sevgili’nin yörüngesine gir! Bak o zaman göreceksin, Sevgili’nin nazarının değdiği yerlerde açan ilkbahar çiçeklerini, iliklerine kadar süzülen o aşk iklimini…

Ayrılık var elbet, ama hatırla Sevgili’nin “…Sonunda Biz’e döndürüleceksiniz.” müjdesini.

Dön, Dost! Kaldır hudutları, bu selâmetli yola gir. Dokunsun geçmişine, bugününe, geleceğine Sevgili’nin nazarı. O’nun nazarıyla idrâkin açılsın, hatırla gâyeni... Bir bak etrafına; günler boşuna mı ve geceler, yağmur boşuna mı ve karlar… Toprak, ağaç, yaprak, su, şu bağrımızı dağlayan nârlar...

Hayır, Dost! Hepsinin bir gayesi var. Gündüz geceyi, gece gündüzü hazırlar. Yağmur yeryüzünü yıkar. Karlar, bağrında kardelenleri saklar. Toprak, hele şu toprak, yaratılışın ham maddesi, bütün varlıkların menbaı… Tohumu alır koynuna, çıkarır vakti gelince nice nebâtât... Toprak değil midir, en sevdiklerimizi emanet bilip ukbâya dek ağırlayan?

Ağaç, kadîm duruşuyla bize nasihatler verir. Dallarıyla duâya durur, bin bir çeşit meyveleri şükre vesiledir… Ve nice yeşerecek baharlara gebedir.

Âh o nâr, ateş… Bazen âteş-i firkat, bazen âteş-i sûzân, bazen âteş-i aşk… Her hâlükârda yangın var. Olsun Dost, yangın olsun, ateş olsun. Bu ateş, bedeni yakmaz; gönlü yakar. Ve gönlü yanmayanın âh’larında duman tütmez dört elif miktarı kadar.

O ateş ki, lâle gibi en koyu renklerini derûnunda saklar. Gel Dost, yanalım. Kendimizi İbrahim’in ateşine atalım. Unutma, o ateşi “serin ve selâmetli” kılan Rabbimiz var.

 

DOST’tan;

“Dört yanımı kaplamış sisten bulutlar.

Bir yanda hasta rûhum, bir yanda korkular.

Şu âmâ gözlerim ufacık bir ışık arar.

Nâfile çırpınır, âcizliğine ağlar.

 

Kuru bir ayaz eser de kaskatı kesilirsin ya soğuktan

Tutmak istediğin elinden kayar

Ilık bir dost nefesi dilersin kurtulmak için buzdan

Konuşmak istersin kelimelerin donar…”

 

DOST’a;

“İnsan neden mahrumsa, onu daha çok arzular. Rüyalarında çağırır, uğruna dağlar aşar, ekmeğine aşına katık yapar; o istekle yatar kalkar. Mahrum olduğun şeydir seni yoksul yapan... Maldan mülkten bahsetmiyorum, üç kuruşun hesabında değilim, Dost! Gözleri görmeyen bakmadan görmenin, işitmeyen duymadan dinlemenin, ayağı olmayan kanatlanıp uçmanın, sıra dağlar aşmanın kıymetini anlar ve inan, hepsinin de en hakikisini yapar.

Her şeyden mahrum kal da Dost; aşkın mahrumu olma ve umudun… Aşkın varsa, rûhundaki yaralara merhem olur; umudun varsa, görmeyen gözlerine ışık olur. Öyle rotasını şaşırmış gemi gibi gezip durmazsın limandan limana… Zira aşkın adresi bellidir. Adres dumanların yükseldiği yerdedir.

Dost! Aşka çevir dümenini... Etrafını saran kara bulutları, sisleri dağıtmaya «…O’na rûhumuzdan üfledik.» ilâhî nefesi yetmez mi?”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle