Gözleri̇mi̇z Çöl Ufkunda

Baharın hafif esintilerini yaşadığımız şu günlerde gönlümüz bir başka coşar âdeta... Çiçeğe durmuş ağaçlar, uykusundan uyanan vadiler, coşkun akan ırmaklar; baharla beraber gelen başka güzellikleri de muştulamaktadır bizlere… Güneşin doğuşuyla sımsıcak olan secdelerimiz, meseller fısıldar kulaklarımıza… Dinlemeye dururuz biz de bu secdelerin sesini... Aslında her zaman anlatmak istediği bir şeyler varken bu seferki farklıdır âdeta...

“-Dinle beni!” der. “ Dinle ki, sana senden bahsedeyim.”

O kadar sıcaktır ki bu ses, tıpkı ana kucağındaki ninninin terennümü gibi, bizi kendimizden geçirir. “Bitmese!” deriz o zaman, uzayıp gitse bu secdeler... Bizler huzurun en güüzelini yudumlarken o başlar anlatmaya... Anlattıkça anlatır da, ancak gönlüyle dinleyen anlar bu sözlerdeki hakikatleri… Uzaklara götürür bizi, saadet diyarına, asırların en güzeline...

“-Beni takip et!” diyen sesin peşinden, biz de düşeriz yollara. Yürüdükçe kokular yayılır etrafa ve yaklaştıkça menzilimize daha da keskinleşir bu koku... Sonra siyâhî bir çocuk belirir gözümüze... İşte masal tam da burada başlar, bizler için…

Zamanın evvelinde, samanın kalburunda karşımıza çıkan bu çocuğun sırrına kapılır gideriz biz de. Huşû ile okuduğu âyetlere o kadar kaptırmıştır ki kendini, bizim orada olduğumuzu fark etmez bile... Saatler geçer ve siyâhî çocuk, gözlerindeki yaşlarla çölün parlak kumlarına bakar. Bakar durur da bir türlü gelmek bilmez sevdiceği... Beklemekten yorulmuş gözlerini tekrar indirir, kâtibi olduğu âyetlere...

Zeki, gözleri pırıl pırıl olan bu çocuk, yetimliğinin acısını Güller Gülü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bağrında dindirmiş, vahiy geldiğinde Resul’ün ağırlaşan dizlerinin altına dizlerini koyacak kadar O’na yaklaşmış olan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh-’ten başkası değildir. Beklediği ise, Server-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem-...

Birden toparlanır, deri parçalarına yazılı olan âyetleri kaldırır ve uzaklardan gelen kervanı karşılamak üzere yürümeye başlar. Her adımda kalbi daha da hızlanır. Orucun harâretiyle yanan bedenine, gönlünün ateşi de eklenince gördüğünün bir serap olduğunu düşünür küçük Zeyd…

Zaman içinde yolculuk yapan bizlerse, hayran hayran seyre dalarız bu kutlu insanı... Sonra diyarlardan bir diyarda da olsak aynı mevsimi, yani Ramazan’ı yaşamakta olduğumuzu fısıldar kulaklarımıza mesellerimiz... Yaşanılan aynı mevsim, tutulan da aynı oruçtur. Fakat bir farkla...

Yapılan kutlu ibadet, karşımızda duran bu küçük bedende bambaşka bir hâle bürünmüştü. O, yaşadığı her saniyeyi oruçlu olduğunun şuuruyla yaşıyor, mâlâyânî tek bir söz etmiyor ve gözleri yolda bütün benliğiyle O’nu bekliyordu. Sonunda çöllerin ve Kâinâtın Sevgilisi ufuklarda gözüktü. İftar sofraları hazırlandı. Bu sofraların en nâdide misafiri olan fakirler, baş köşedeki yerlerini aldı. O’nun misafir edileceği ev ise, Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh-’in eviydi. Tatlı bir telaş almıştı bu evin sakinlerini... Anne Nevvar binti Mâlik koşturuyor. Kutlu misafiri için hazırlıklar yapıyordu.

Zeyd’ini, güzeller güzeli yetimini uzun zamandır hiç bu kadar mutlu görmemişti. Bedir Gazvesi’ne, yaşının küçüklüğünden ötürü alınmadığı günden beri çok mahzundu yavrusu… O, Allah Rasûlü’ne olan bağlılığının ve sevgisinin ölçüsü olarak çölleri gösterirdi annesine… Ucu bucağı görünmeyen bu alan kadar büyüktü, ona karşı olan duyguları...

En mübarek insanın misafir edileceği sofraya takılıyor birden gözlerimiz… Sadeliğin bambaşka bir manaya büründüğü bu sofra, onlarla bizler arasındaki mânâ farkını tam olarak gözler önüne seriyor: Ekmek, su ve hurmadan oluşan iftarlıklara bakarken, bizim kurduğumuz sofralar ve israfla ibadeti içiçe geçirmeye çalıştığımız tutarsızlıklarımız geliyor gözlerimizin önüne… Misafir olduğumuz bu âlemde ibadetin o küçük bedende neden bambaşka bir hal kazandığını, bir kez daha anlayıp mahcup oluyoruz.

Mahcubiyetimizin tesiriyle daldığımız düşüncelerimizden Zeyd’in:

“-O geldi!” diyen sesiyle sıyrılıyoruz. En az onun kadar heyecanla bakan gözlerimiz, umutla aramaya başlıyor Sevgililer Sevgilisini...

Bu diyara gelirken hissettiğimiz muhteşem koku, her tarafı kaplıyor. Gittikçe keskinleşen bu kokunun tesirinde kalan bizlerse, yüreklerimizin sesini kulaklarımızla işitecek kadar büyük bir hasretle O’nu bekliyorduk.

Sofradaki bütün fakirler O’nu selâmlarken, Zeyd -radıyallâhu anh-’ın gözleri ışıl ışıl parlarken, bizlerin payesine düşen sadece kokusunu almak oluyordu. Bizi bu diyara getiren sesin peşinden tekrar secdelerimize geri dönüyorduk. Gönlümüzde burukluk ve aklımızda tek bir soruyla. “Neden O’nu görenlerden biri de biz olamadık?”

“-Bir dahaki sefere!” der secdelerimiz. “Orucunuz ve iftarınız, Zeyd’inki gibi olduğu zaman...”

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle