Gelin, Kalplerimizdeki Putları Devirelim!

Bugün müslüman olan herkese sorulsa:

“-Hangi devirde yaşamak isterdiniz?” diye, bilâ-istisnâ hepsi:

“-Asr-ı saâdette Peygamberimizle beraber yaşamak isteriz!” derler.

Ne güzel bir dilektir bu!.. Ama şunu hatırlatalım ki, hâlâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamberlik devrinde yaşıyoruz!..

 Peygamber Efendimiz, peygamber olduğu günden kıyâmete kadar her devrin peygamberidir. Getirdiği din ve bize mîras bıraktığı sünnetleri, hâlâ dipdiridir. Yani Peygamberimizle mânen beraber olmak isteyenler için O’na ulaşan pek çok yol vardır. Bu yollar, sadece O’nun izini takip eden ashâbı gibi muhabbet ve itaatten beslenmiş, dünya sevgisini fedâ edecek sâliklerini beklemektedir.

Sahâbe efendilerimizi, “sahâbî” yapan özellikler neydi ki, boğazlarından geçen lokmaların zikrini duyacak kadar Allah Rasûlü’nden feyz alabildiler?

Peki bizler neden bu hâldeyiz? Bizde ne eksik veya ne fazla ki, biz dini yaşamak ve Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetlerini ihyâ etmekte bu kadar gayretsiziz?! Tabiî ki maddî-mânevî çok sebep vardır. Ama bugün bir ucundan başlayalım artık! Ramazan-ı Şerîf’in mânevî ikliminin de bereketiyle Allâh’ın Rasûlü’ne adım adım yaklaşalım, inşâallâh…

* * *

Son on beş yılda ülkemizin ekonomik olarak kalkınması ile gelir seviyesi yükseldi. İnsanlarımız seksenli-doksanlı yıllara nazaran zenginleşti. Dindar kesim de bu zenginlik ve iktidardan payını aldı. Bir yanı ile baktığımızda bu zenginlik hayır gibi görünüyordu; hizmet imkânlarımız daha da güzelleşti, mekânlarımız genişledi, lüks arttı. Ancak lüks arttıkça israf arttı. İsraf artıkça şımarıklık arttı. Şımarıklık arttıkça, dünya sevgisi gönülleri zehirli bir sarmaşık gibi sardı. O sarmaşık öyle kapladı ki her yanı, dünya sevgisinin penceresinden riyâ dalları sarkmaya başladı. İnsanlar önce kendi resimlerini paylaşmaya doyamadılar, ardından çocuklarının, eşlerinin resimlerini… Şimdi ise anaokulu gibi canlı renklerle süslenmiş, türlü türlü eşyaların arz-ı endâm ettiği ev resimleri, mutfaktan banyosuna, maalesef ki yatak odasına kadar paylaşılır oldu.

Benim lise yıllarımda genç kız toplantılarında Afgan cihâdı konuşulur, Bosna Hersek için gözyaşı dökülür, kantin paraları harcanmaz, kermesler yapılıp oradaki kardeşlerimize göndermenin telâşı yaşanırdı. Ama mâneviyat ve samimiyetle yapılırdı bütün bunlar; içinde riyâ olmadan, şimdiki gibi binbir reklâmla kirlenmeden…

Günümüzde bırakın evleri, okulları, Kur’ân kursları ve dîne hizmet eden kültür merkezleri bile misafirleri için kurduğu lüks iftar sofralarının resimlerini paylaşmadan edemiyor; israf oralarda da aldı başını gidiyor. Sonra sınıflara girip Allah Rasûlü’nün ve ashâbın dünyaya meyletmediğini anlatıyoruz. Mütevâzîliği ve mahviyeti öğreteceğimiz tedris mekânları bile israfta yarışır oldu. Kermeslerde satılan yiyecekler, internet sayfalarında boy boy yerini aldı.

Bize ne oldu böyle?

Biz, hayırda ve takvâ hayatını yaşamada yarışmalıydık!..

Hâlbuki Peygamber Efendimiz bize hadislerinde mutluluk için “geniş bir ev, iyi bir binit ve sâlih-sâliha bir eş” tavsiye ediyor. (Ahmed bin Hanbel, Müsned, I, 168)

Binbir eşya ile süslenmiş, kat kat milyarlık perdelerin asıldığı ve her yıl değiştiği bir ev, demiyor. Çeşit çeşit yemeklerin sunulduğu, içinde fakirlerin, yetimlerin misafir edilmediği sofraların, başlı başına israf olduğunu öğretti, Sevgili Peygamberimiz…

Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:

Bir seferden dönen Rasûl-i Ekrem -aleyhissalâtü vesselâm-, kızı Fâtıma’nın evine gitmiş, ama kapıda asılı bir perde görünce içeri girmemişti. Allâh’ın Elçisi seferden dönünce, genellikle önce kızına uğrar, sonra eşlerinin yanına giderdi.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- eve gelip de eşini üzgün görünce:

“-Hayrola, neyin var?” diye sordu. Fâtıma Annemiz de:

“-Allâh’ın Elçisi evimize kadar geldi, ama içeri girmedi.” diye üzüntüsünün sebebini anlattı.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına giderek:

“-Ey Allâh’ın Elçisi!” dedi. “Eve kadar gelip de içeri girmemeniz Fâtıma’yı çok üzmüş.”

Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kapıdan neden geriye döndüğünü şu cümleleri ile açıkladı:

“-Evinizin kapısında renk renk nakışlarla süslü bir perde gördüm. Benim öyle süslü püslü şeylerle, nakışlarla ne ilgim var?”

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- eve dönüp zevcesine bunları anlatınca, Hazret-i Fâtıma:

“-Öyleyse babam o perdeyi ne yapmamı emrediyorsa söylesin.” dedi.

Rasûl-i Ekrem Efendimiz, kızının teklifini duyunca:

“-Fâtıma’ya söyle, o perdeyi falan fakir âileye göndersin.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Hibe, 27; Ebû Dâvûd, Libâs, 43)

Eğer bugün Peygamber Efendimiz, evi puthâneler gibi süslenmiş kadınların bu eşyaları almak için yarı ömrünü çarşı-pazarlarda geçirdiğini görse, ne derdi acaba?

Ya Sahâbe efendilerimiz, onlar hiç zengin olmamış mıydı? Ya da zengin sahabîler de bugünün müslümanları gibi evlerine alıp koltukların üzerine koyacakları yastıklar için günlerce çarşı-pazar dolaşırlar mıydı? Yahut evlerinin, süs ve ziynetlerinin resmini çizdirip herkese gösteriler miydi? Onlar ne yapardı, dünya malı karşısında?

Abdullah bin Ebûbekir’den şöyle rivayet edilmiştir:

“Ebû Talha -radıyallâhu anh- kendi hurma bahçesinde duvarın yanında namaz kılıyordu. Küçük bir kuş uçtu. Çıkacak bir yer bulmak için oraya buraya gidip gelmeye başladı. Hurma ağaçlarının sıklığından dolayı çıkacak bir yer bulamadı. Bu, Ebû Talha’nın hoşuna gitti. Sonra kendine geldi. Baktı ki, namazda kaç rekât kıldığını bilmiyor, bunun üzerine şöyle dedi:

“-Şu malımdan dolayı bana bir imtihan isabet etti.”

Hemen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gidip bunu anlattı ve:

“-Ey Allâh’ın Rasûlü! O bahçe sadakadır. Onu, Allâh’ın Sana gösterdiği yere tahsis et!” dedi.

* * *

Hazret-i Talha gökteki yıldızlardan sadece bir tanesi… Bir an bile dünyanın kalbini meşgul etmesinden korkmuş ve hemen Allah’tan uzaklaştıran o malı infâk etmiş. Onlar cennetle müjdelenmişken bile bu kadar dikkatli davrandılarsa, bizlerin daha çok dikkat etmesi gerekmez mi?

Muaz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:

“Şüphesiz siz, sıkıntıların fitnesiyle imtihan edildiniz ve sabrettiniz. Yakında sevinçlerin fitnesiyle de imtihan edileceksiniz. Hakkınızda en çok korktuğum şey, altın bilezik takınan Şam’ın ince örtüsünü ve yemen kumaşını giyinen, zengini yoran, fakirden de bulamayacağı şeyi isteyen kadın fitnesidir.”

Evet, her devrin imtihanı, fitnesi, putu farklı… İşte asrımızın fitnesi lüks, putları da süs ve israfın kol gezdiği evler ve insanlar... Kimi her sezon çıkacak moda elbiseleri kendine ilâh edinmiş; kimi çeşit çeşit yaptığı, zenginlerin davet edilip fakirlerin ancak resmine baktığı sofraları kurmayı kendine ilâh edinmiş. Kimisi çocuğuna tapar olmuş, kimisi güzelliğine… Herkes, kendisini sahip oldukları ile yüceltmeye çalışmış. Eşyayla eksiklerini makyajlamış, kusurlarının servetle örtüleceğini düşünmüş. Hâlbuki bunların hepsi, insanın kalbindeki boşluğu ve sapmayı gösteren birer işaretten başka bir şey değil ki!.. Tıpkı âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:

“Hevâ ve hevesini tanrı edinen ve Allâh’ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (el-Câsiye, 23)

Peygamber Efendimizi ve ashâb-ı kirâmı yücelten şey, onların döşemeleri, mobilyaları, kat kat elbiseleri, saymakla bitiremedikleri ayakkabıları, övüne övüne sergiledikleri paraları, evleri, bahçeleri, eşyaları değil ki!.. Onlar, bu fânî dünyanın bütün âlâyişini silip atmışlar kalplerinden… İnsanın iç dünyasına kök salan, orayı büyük bir puthâneye çeviren dünya bağlarını, sevgilerini silmişler gönüllerinden… Elbette onlar da dünyada yaşamış, ihtiyaçları kadar yemiş, içmiş, giyinmiş; ancak hiçbir zaman bunları bir övünme vesilesi hâline getirmemiş. Aksine en küçük bir meyilden, en küçük bir bağlılık ve alâkadan, aşırı sevgi ve yüceltmeden ölesiye korkmuşlar, titremişler. Asgarîyi tercih etmişler. Fakir olduklarından değil; zenginliği, övünmeyi, kibri terk ettiklerinden…

* * *

Bu Ramazan, bambaşka bir Ramazan olsun hepimiz için… Mîlâd olsun bu Ramazan… Kul gibi kul olmaya, Peygamberimize yakışır bir ümmet olmaya başlangıç olsun. Eşyaya değil, Rabbimize kul olalım.

Kur’ân’ın inmeye başladığı bu ayda, evlerimize, gönüllerimize insin Kur’ân nûru, feyzi… Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi:

“İçinde Allâh’ın Kitabı okunan evin hayrı çoğalır, oraya melekler gelir ve şeytanlar oradan çıkar. Şüphesiz içinde Allâh’ın Kitabı’nın okunmadığı ev, sahiplerine dar gelir, hayrı azalır. Şeytanlar gelir ve melekler oradan çıkar.”

Oruçlarımız, sadece açlık egzersizi olmasın; bizi Allah’tan alıkoyan her şeyi terk etmenin bir başlangıcı olsun. Yıkalım içimizde diktiğimiz putları; hevâyı, hevesi, dünyaya aşırı meyli…

Bu Ramazân-ı Şerîf, riyânın, gösterişin olmadığı bir Ramazan olsun. Silin, fark etmeden yaptığınız riyâ kokan resimlerinizi…

Evlerimiz, kalplerimiz, hattâ sosyal paylaşım sayfalarımız âdeta gusül alsın, temizlensin, paklansın!.. Niyet etsin riyâsız Müslüman olmaya… Ve niyet edelim Ramazân-ı Şerîfin feyzini bütün ömrümüze yaymaya…

PAYLAŞ:                

Halime Demireşik

Halime Demireşik

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle