Erkeğin Yeniden İnşası Şart

“Akıllı kadın yürür kocasının izinden, güder onu hiç hissettirmeden.”

“Nikâhta kocanın ayağına bas ki evde senin sözün geçsin.”

“ Erkek milleti değil mi; evlenene kadar annesi, evlendikten sonra karısı onu yönetir.”

“Erkeğin dokuz aklı, bir nefsi vardır; dokuz aklı ile bir nefsine sahip olamaz.”

Bu kabullenilmiş gerçekler, kadınlar arasında söylenir durur. Cenâb-ı Hakk’ın erkeğe yüklediği “kavvam”lık ile birlikte bu sözleri düşününce “kavvam”lığa bakış açımızın bile olmadığını, “kavvamlık” adına, hem erkek, hem kadın olarak hiçbir şey bilmediğimizi anlıyoruz.

* * *

Delikanlı, evliliğinde bazı problemler olduğunu, İslâmî açıdan kendisine yüklenen sorumlulukların ve eşinin sorumluluklarının neler olduğunu soruyor. Eşinin başına buyruk olduğunu, sözlerini dinlemediğini, bu hâlinin de sevgisini bitirdiğini söylüyor.

“-Çok âşık olduk, evlendik. Tam üç yıl gezdik. Birbirimizi çok iyi tanıdık, zannediyordum. Daha ilk günden problemler başladı. Kusurları o kadar çok ki, çok âşık olduğum için görememişim. Nasip olacak ya, Allah elimi, dilimi bağladı!..” diyor.

Suçu, Cenâb-ı Hakk’a atmak, ne büyük pervasızlık… Evet, sevgi, cüz’î iradenin işi değil, küllî irâdenin işidir. Ama mecburiyet ve zorlama yoktur. Çünkü kişiye paha biçilmez bir “vicdan” ve kâinâtta sadece insana lütfedilen bir “akıl” nimeti bahşedilmiştir. “Çok âşık olmak” denilen şey, nefsî istekler için acele etmek... Hatta öyle acele etmek ki, sanki o kız ya da o oğlan olmazsa dünya başına yıkılacakmış gibi tevekkülsüzlük, itikatsızlık…

* * *

Evlilik hazırlıkları esnasında delikanlı, ana-babasına:

“-Gelin hanım ne isterse o olacak. Eğer sizin minicik bir sözünüzden bu iş bitecek olursa, benden çekeceğiniz var!..” diyor.

Meydan gelinin, istediği gibi at koştursun!.. Bir kişiye kötülük yapmak isterseniz onun her istediğin yapınız. Cenâb-ı Hakk’ın bize en büyük lütfudur, her istediğimizi vermemesi… Zira bu aklımız, küllî aklı kaldıramaz, gücü yetmez. Her istediğinin yapılmasına alışmış, olgunlaşmamış bir kişilik, artık durur mu?

Gelin hanım, kayınvâlidesi ile oturup kalkmak istemiyormuş. Kocası istemediği hâlde aklına esen, olur olmaz her şeyi bir güzel alıyormuş. İstekleri reddedilince, “Sen artık beni sevmiyorsun, bize büyü yapıyorlar!” diyerek gözünden kan indirene kadar ağlıyormuş. Kocası karısına rest çekmekte ısrar edince bu kez de ilaç içip intihar etmeye kalkışıyormuş. Gecenin 12’sinde annesini arayıp, mâlumât veriyor, kayınvâlidesi ile bir araya gelince hiç konuşmuyor, mutfağa gidip, işin ucundan tutmuyor:

“-Herkes kendi evinde hizmet etsin.” diyormuş.

Her işi güzel yapıyor, ama çok konuşuyor, kocasının her sözüne karşılık veriyormuş.

“-Evlenirken sakin, az konuşan bir kadın istediğini bilmiyor muydun?” diye sorunca:

“-Neşeli hâli beni çok etkiledi.” diyor.

Peki, şimdi neşeli değil mi?

“-Olur olmaz yerlerdeki neşesi de beni çileden çıkarıyor.” diyor.

Yüzde yüz suçlu, kusurlu olan sadece gelin hanım değil, başlangıçta ne istediğini, beklentilerini, ricalarını, önceliklerini söylemeyen, belki de hiç bilmeyen, kavvamlığını hissettirmeyen, kocada… Evlenecek çiftler, karı ve koca olarak evlilikteki yerlerini ve sorumluluklarını bilmedikleri için rol çatışmaları, kişilik çatışmaları ortaya çıkıyor. Çok âşık olup evlenmek, problemleri halletmiyor.

Söz, nişan ve düğün esnasında âilesini karşısına alıp, doğru-yanlış demeden evleneceği kadının her dediğine tâbî olan erkek, evlendikten sonra bir de bakıyor ki; her istediğini yapmakla gerçekten hata etmiş. Kadın bütün duygusallığı (!) ile idareyi eline almış. Ve kocasına vermek istemiyor.

Delikanlı, devam ediyor:

“-Ben esasında çok iyi bir kocayım. Onun gözyaşlarına dayanamıyorum, yemeğe çıkarıyorum, barışıyoruz.”

Burası, daha bir felaket… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu, bu nasıl bir kavvamlık, bu nasıl bir evlilik…

Kur’ân-ı Kerim, âilede hiyerarşik bir düzen tertip etmiş ve bu hiyerarşinin başına da erkeği geçirmiş. Bu durumla erkek, hem daha çok sorumluluk alıyor, hem de daha çok hesap verme durumunda kalıyor.

“Kendi mallarından, servetlerinden yapabilecekleri harcamalar sebebi ile erkekler kadınların üzerine “kavvâm” kılınmışlardır.” (en-Nisâ, 34)

Kavvâm; “bir şeye vekâlet eden, onu koruyan, ona bakan, onu gözeten, onun ihtiyaçlarını gideren” mânâlarına geliyor.

Kavvâm; “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir.” hadîs-i şerîfi istikametinde hizmetçilikle karışık bir hâkimiyeti ifade ediyor. Burada hâkimiyet elinde olduğu için erkeğin üstünlüğü gibi görünen durum, kadına hizmet edildiği için aslında kadının değer ve önemini de ortaya koyuyor. Kocası tarafından korunmak, kollanmak, kadın için o kadar güzel bir lüks ki, biz kadınlar bunu fark edemiyor, denklik ya da adâlet değil, eşitlik isteyerek kantarın topuzunu kaçırıyoruz.

Bugün bilim kabul etmiştir ki; düşünceler duygulara, duygular da hormonlara tesir eder ve kişinin fizyolojik ve ruhî bütünlüğü değişime uğrar. Fıtrat, taarruza uğradığı için de erkekler, evliliklerde Rablerinin kendilerine vermiş olduğu kavvâmlığı bilmiyor, icrâ edemiyorlar. Yapılan yayınlar, okunan kitaplar, üye olunan sosyal kulüpler ilk olarak, kavvâmlığa; kadının ve âilenin üzerindeki müspet mânâdaki tesirini fark edemeyen erkeğin elindeki kavvâmlığa saldırdılar.

Bugün evlilikleri bitiren en önemli sebep; “er kişi”, yani hem yiğit, hem de gönül ehli olması gereken kocaların, âilenin idaresini ellerinde tutamamaları... Rabbin emir ve istekleri doğrultusunda idare edilemeyen evlilikler, duygusallıkla karışık nefsî kararlar ile savrulup duruyor. Artık dindar diye bildiğimiz erkekler, manken tipli, çok rahat konuşan, çekinmesi olmayan, mümkünse çalışan kızlarla evlenmek istiyorlar.

“-Gönül bu, istediğini sever. Dış görünüş önemli!..” derseniz, derim ki, gönül değil seçen, kişinin nefsi seçiyor. Gönlün önüne nefis geçmiş durumda... Değilse gönül kör değildir. Karşısındaki insanın mânevî güzelliğini görüp ona hemen ruhî yakınlık hissedip, gönlünü bağlar.

“Hayatın Satır Araları” isimli eserinde Prof. Erol Kılıç:

Erkek, an’anemizdeki hikmetin dışına çıkıp nefsânî olana yakalanınca kadın da mağdur oldu. Erkeğin kadına yönelmesinde bir problem var. Modern zamanların iğdiş ettiği, inşa ettiği bir erkek…” derken erkeklerin Kur’ân ve sünnet doğrultusunda yeniden inşâ olmalarının gerekliliğini savunur.

* * *

Arkadaşımın apartmanına hırsız dadanır. Herkes tedirgindir. O gece uyurlarken bir ses duyarlar, kocası ruhsatlı tabancasını alıp karısına verir ve:

“-Evi kolaçan et bakalım, hırsız var mıymış?” der. Arkadaşım, o şaşkınlıkla tabancayı alır, balkonları da dâhil olmak üzere her yeri kontrol eder, yatak odasına döner. Silahı eşine doğrultup:

“Bir daha kendin yatıp da bana hırsız aratacak olursan, ilk seni vururum.” der. Kavvam olarak inşa olunması gereken bir erkek…

İlahiyatta öğrenciyken Eğitim Fakültesi’nde iki grup arasında bir tartışma çıkmış, bizim okulun bahçesine kadar olay genişlemişti. Sesi duyan bütün erkek öğrenciler kendilerini sınıftan dışarı attılar. Kızlar ise, sadece bağırıyordu:

“-Ay! Ellerinde bıçaklar var, şimdi birisi ölecek, biz ne yapacağız, dışarı nasıl çıkacağız.”

Bir kız öğrenci, okul kapısından girerken bıçaklı kavgaya şâhit olunca, çığlık atıp bayılmış. Bizim fıtratımız bu; kanı, kavgayı kaldıramayız. Şiddetten korkarız. Erkekler ise gözü kara, kendilerini olayın içine atarlar. Fıtratları kavvâmlığa daha elverişlidir. Kavvâm olan erkek, yolda yürürken eşini korunaklı tarafa alır, kendisi onu korur pozisyonda yürür. Türkiye’de bir kere bile el ele yürümeyen karı-kocalar, umrede birbirlerinin ellerini sımsıkı tutarlar. Özellikle kadınlar tavafta, şeytan taşlamada, kalabalıklarda hemen kocalarının arkasına sığınırlar. Bu, fıtratımıza ait bir özelliktir. Bugün durumlar değişti, kadınlar döğüş tekniklerini öğrendi, kendisini korumaya ihtiyaçları yok dense de kadın kocasına sığınmayı, kocasının kendisini koruyup, gözetmesini ister.

Kadın çalışsa, eve milyonlar getirse, çalışmayan kocasına aslâ bakmak istemez ve hemen boşanma kararı verir. Fakat kadın evde otursa, çalışmasa, erkek aslâ parasını saklamaz. Paylaşmak ister. Âilesinin ihtiyaçlarını karşıladıkça mutlu ve huzurludur. Kadın ise, fıtratı îcabı erkeğe bakmaktan ve kocasının yan gelip yatmasından hazzetmez. Çünkü fıtratımıza bu yerleştirilmiştir. O sebepten derler ki: “Er ekmeği, meydan ekmeğidir.” Kadın ekmeği değil.

* * *

Umrede hanım kocasına bağırıyor:

“-Valizi yukarıya kaldırdın mı? Dur bir bakayım… Elinden bir iş gelmiyor, indir şunu, ben sana nasıl kaldıracağını göstereyim.”

Ben, hayatım boyunca şuna bizzat şâhit oldum. Kadının baskın olup da erkeğin pasif olduğu âilelerin beti bereketi olmuyor. “Kişi haddin bilmek kadar irfan olmaz” imiş. Kavvâm olan erkek, saygının ön planda tutulduğu, hakaret, küfür gibi seviyesizliklerin olmadığı, aslâ yüz göz olunmadan tatlı bir idare tarzı oluşturur. Zira “kavvam” Osmanlı’daki alperenliğe benziyor. Cesur, mücadeleci, savaşçı, aynı zamanda da tam bir gönül ehli… Saygının yıkıldığı, yüz göz olunup ağza gelen her sözün söylendiği evlilikler bitiyor. Kavvâm’ın işini bilmediği evlilikler sonlanıyor.

* * *

Gottman, klinik psikolog ve evli çiftlere terapi uyguluyor. 70’lerin başında Amerika’da, University of Washington’da şöyle bir metot izliyor. Çiftler bir eve, hafta sonunu geçirmek üzere geliyorlar. Banyo ve yatak odalarında olup bitenler dışında, her şey videoya alınıyor. Bazen fizyolojik ölçümler için aletler de takılıyor bedenlerine... Bu süre içinde çiftlere, beraberliklerinde daha önce gündeme gelen ve çözüm bekleyen konuları tartışmaları öneriliyor. Bu şekilde binlerce çiftin kayıtları analiz ediliyor. Gottman, çiftlerin nasıl tartıştıklarına bakarak hangi evliliklerin boşanma ile sonlanacağına dair bir tahminde bulunuyor. Tartışmanın ilk üç dakikasına bakarak o evliliğin nasıl biteceğini kestirebiliyor. Evli çiftler, otuz yıl takip ediliyor ve tahmin yüzde doksan tutuyor.

 Tartışma daha başında iğneleme, alay, küçümseme, suçlama ile başlarsa ki, buna “tartışmaya sert başlamak” deniyor; böyle başlandığında çözüme ulaşamama ihtimali yüzde 94. Dolayısıyla:

“-Yapma yaa...”

“-Bayılıyorum, bu bulunmaz Hint kumaşı hâllerine!..”

“Anasının eteğinin altından çıkamayan, bilmem neyi nasıl yapacak”

“-Ona buna dalaşacağına, önce bir aynaya bak”

“-Ya hayatta bir şeyi de becerdiğini görelim.” gibi, şikâyeti, kişinin davranışına değil de kişiliğine yapmak, kişiliğe saldırı, onur kırılmasına sebep oluyor. Bu, zamanla geri dönüşü olmayan kırgınlıklara, duvar örmelere, duygusal olarak evliliği bitirip, şeklen devam eder görünmesine sebep oluyor.

* * *

Babamın vefatı ile annem, evimizin “kavvâm”ı oldu. Altı çocuğun okuması, her türlü şerden, akranlarının ayartmalarından uzak tutulması, edepli, ahlâklı ve iffetli olmamız için gecesinin gündüze katılması, duâlarla istenen yardımlar… Meslek edinmemiz, evlenmemiz ile tek başına ilgilenmek zorunda kaldı. Bu durum, annemi yıprattı, âilede kimse şeker hastası olmadığı hâlde şeker ve tansiyon hastası oldu; sinirli, tahammülsüz bir hâl aldı.

Babamın sağlığında biz hastalandık mı, babam sevkimizi alır; annemi de alır bizi doktora götürür, ilaçlarımızı alır, eve getirirdi. Annem, bizler ve ev ile ilgilenirdi. Evin gelir gideri, tamir edilecek yerler, odunu, kömürü, bizim okul masraflarımız, kıyafetlerimiz, hastalık tedavilerimiz, babamın sorumluluğu altında idi. Aslâ küfür edilmez, küçükler büyüklerine saygı göstermek zorunda idi. Babamın, âile içinde olmazsa olmaz kuralları vardı. Bugün çok iyi biliyorum ki, o kurallar, babamın kavvamlık kuralları imiş. Evde bütün işlerin ve ilişkilerin tıkırında yürümesi, babamın saygı ve sevgi eksenli disiplini ile mümkün oluyormuş. İstişare edilirdi, ama son söz ona aitti. Buna çok önem verirdi. İtibarı aslâ zedelenmezdi. Annem, şefkati icabı bazı kusurlarımızı yokmuş gibi görse de babam aslâ atlamazdı. Hep derim, babam varken onu dağ gibi görür, hiçbir şeyden korkmazdım. Ben korku ile onun vefatından sonra tanıştım. Babam varken akşam gezmelerine giderdik. O vefat etti, gidemez olduk. Nihayetinde başımızda koruyanımız, bizi kollayanımız yoktu. Gecenin üçünde yanında babamız olsa Fîzan’a gideriz. Ama annemiz ile bunu yapamayız. Birisi sataşacak oldu mu ürker, ne yapacağımızı şaşırırız. Biz aptal ya da beceriksiz olduğumuz için durum böyle değil. Biz kadın olduğumuz için fıtratımız böyle… O günlerden beri îman etmişim ki, kadın kavvamlığı yapabilir yapmasına, ama kaldıramaz, çok yıpranır.

* * *

Görünen resim şu ki; şekle bakıp öze inilmiyor, hayâ, dindarlık göz ardı ediliyor. Nefsin istekleri ile gönül, birbirine karıştırılıyor. Evlilikten beklentilerimiz neler, biz evliliğe maddî-mânevî hazır mıyız, düşünülmüyor. Karşı tarafın hâl ve hareketlerini ne kadar kaldırabiliriz, tartılmıyor. Sanki âşık olduğumuz kişi olmazsa dünya başımıza yıkılacakmış gibi, Allâh’a güvenmemek baştan kaybettiriyor..

Evlilik okulları şart… Yalnız bir şeyi çok iyi bilmek, onu çok iyi yaptığımız mânâsına gelmiyor. Din eğitimi hocası, dayağın kötülüğünü anlatırken, hocasının kendi çocuğunu dövdüğünü gözleri ile gören bir talebesi sorar:

“-Peki, siz neden çocuğunuzu dövüyorsunuz?” Hoca ise:

“-Evladım, ilim bazen iflas ediyor.” diyor.

İlim iflas etmiyor, sabır ve iknâ kabiliyeti gelişmediği, irade de zayıf olduğu için kolay olan seçiliyor. Hakaret etmek, dövmek… “Kavvamlık” bilgiden öte, edep ve hayâ ile yoğrulmuş, tasavvuf ile beslenmiş, Kur’ân’ın ve sünnetin ışığında, her ânına hidâyet ihsan edilmiş er kişilerin harcı… “Kavvamlık”, fıtratın zuhûru, âilenin olmazsa olmazı bir ehemmiyet arz ediyor. “Erkek kavvamdır!”, bu, Rabbimiz tarafından ortaya konulmuş bir kanunken erkekler tarafından kavvamlık bilinmiyor, hanımlar tarafından da hafife alınıyor…

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle