Bu, Son Namaz, Ey Kalbim!

Geldim kapına. Af dilemeye. Açtım ellerimi. Kapına geldim. Kırık dökük bir gönülle. Buruk bir kalple… İsmini andım ilk önce: “Allah!” dedim. Sığındım sonsuz merhametine…

Güneşin önce kızıl bir renge bürünüp sonra hızlıca gözden kaybolması gibi, her başlangıcın bir sonu vardır. Kimi zaman hazin, kimi zaman sevinçli, kimi zaman belli-belirsiz duygularla… Ama hayat, pek çok başlangıç ile pek çok sonun yaşandığı girift hadiseler sahnesidir.

Böyle bir hengâmeden, insanın aradığı tek bir şey var; huzur… Huzur, insanın yitik hazinesi... Onu bulmak uğruna türlü yollar deneyen insan için bu âdeta bir alın yazısı… Ancak bir reçete var ki, huzurun ilâhî membaını bize öğreten; rûhumuzla, kalbimizle kana kana içmemiz gereken bir kaynak… Kulun Rabbine en yakın olduğu ibadet olan, huzurun başladığı an; “namaz”!..

Huzura durmak, huzurlu insan işidir. İbadet, önce derin bir arınmayı gerektirir. Kul, Yüce Dîvân’a yönelir, gönlünü, bütün hastalıklardan arındırmak için Rabbinin huzurunda boyun büker, huzur kapısına varmış olur.

İbadet, bir mü’minlik kıvamıdır. İbadet, gönlü cilâlar. İncelik kazandırır.

Namaz, ibadetlerin başında gelir. Namaz, ayırıcıdır, arındırıcıdır. Îmanla küfür arasındaki en hassas çizgidir. Namazsızlık ise felakettir.

Namazlarımızdaki en büyük tehlike, ona karşı olması gereken hassasiyet ve şuurumuzu kaybetmektir. Namaz, alışkanlık duygusu ile yapılacak bir ibadet değildir. Her vakit bir diğer vaktin tekrarı olmadığı gibi, her namaz diğer bir namazın tekrarı değildir. Her namaz yeniden başlama, dirilme, can bulma fırsatıdır.

Namaz, kulluğun nişânesi ve ifâdesidir. Çünkü namazda kulluğun bütün boyutları vardır. Namazlarımızı, son namazımız şuuru içinde edâ etmek, her duâmızı son duâmız gibi yapmak, ibadetlerimize farklılık kazandıracaktır.

Kıldığımız namazımız son namazımız olsaydı; “Bu, senin son namazın!” deselerdi, acaba nasıl dururduk Rabbimizin divanına? Öylesine mi, gelişigüzel mi, hızlı hızlı, baştan savarcasına mı?

“Son namaz!”, öyle mi?

İnsanın yürüyüşü başkalaşır, kalp atışları değişir.

Böyle bir namazın, tekbiri, kıyamı, rükû ve secdesi farklı olmaz mıydı?

Kıyam, bütün kıyamlarımızı içine alır.

Tekbirimiz, terkidir mâsivayı…

El bağlayıp boyun bükmemiz, pişmanlığımızdır gafletimizin…

Fâtiha’yı nasıl okuruz? Nasıl idrak ederiz? Fâtiha omurgasıdır kıyâmımızın. Âyetler yeni iniyormuş gibi… Tefekkür üstüne tefekkür.

“Hamd âlemlerin Rabbine... O; Rahman’dır, Rahîm’dir. Din gününün sahibidir…”

“Kıyâmın Rehberi” nasıl kılardı namazlarını? Geceler boyu, seherin tenhalığında, ayakları şişinceye kadar… Bizim dünyamızdan sevdirilen üç şeyden birisini; namazı nasıl kılardı O?

İçimizdeki putlara kıyâm, nefsin isteklerine kıyâm, hayatımızdaki yalpalamalara, sapmalara karşı kıyâm... Her türlü dünyevileşmeye karşı kıyâm... Kendi ikbalimiz için verdiğimiz çabaya karşı kıyâm…

Kıyâmımızın içini doldurmak, Rabbimizin huzuruna gerçek bir kıyâmla gidebilmek için bildiğimiz bütün âyetleri okuruz.

Rükû, boyun eğmenin en yücesidir. Boyun bükmek yetmez Yâ Rabbi! Senin huzurunda, boynumuzu da bükeriz, başımızı da eğeriz. Rükû eğilmek ve iki büklüm olmaktır. “Kûnû maa’r-râkiîn: Rükû edenlerle beraber siz de rükû edin!” (el-Bakara, 43) emri gereği, rükû edenlerle beraber olabilme gayretidir.

Rabbin huzurunda kalbini eline alıp işte kıyâmım, işte kalbim, işte iki büklüm olmuş hâlim diyebilmek...

“Son rükû” denilince her şey değişiyor. Kaç defa “Sübhâne Rabbiye’l-Azîm!” derdik acaba? Kaç defa? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, rükû ve secde hâlinde iken başına ve sırtına deve işkembesi koyan o nasipsizleri hatırlayıp gözyaşlarımız secde yerimizi ıslatır mıydı?

Rükûdan tekrar kıyâma kalkıp, hiçliğin ve hiçlikte dirilmenin en güzel ifadesi olan secdeye kapanmak…

Secde, başını bir köle gibi, Yüce Dîvân’ın kapısına koymaktır. “Boynum kıldan ince, iradem yok, mîraç buyurduğun secdeye geldim. Yüzüm yok, ama yüzümü eşiğine sürmeye geldim!” demektir. “Sübhâne Rabbiye’l-a’lâ!” diyerek “Her türlü kusurdan uzak olan Rabbim, en yücedir!” niyâzını arş-ı a’lâ’ya göndermektir. Secde, öyle bir nimettir ki, toprağa fısıldarsın, arş-ı a’lâ’dan duyulur.

Duâ, kulun sonsuz hazinelerden payına düşeni istemesidir. İstenen ne kadar büyük olursa olsun, hazineden bir şey eksilmez. Çünkü hazinenin sahibi, sonsuz kudret, mülk ve saltanat sahibi, Allah’tır.

Duâ, acziyetin ifadesidir. Kulun haddini bilmesi, nihayetsiz kerem ummânının kapısında el açmasıdır. “Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?!” (el-Furkan, 77) âyet-i kerimesinde ifade buyrulan “işe yaramazlardan olmamak için” ellerin semâya kalkmasıdır.

“Son duân” deseler, ne isterdik Rabbimizden? Nasıl yalvarır, nasıl gözyaşı dökerdik? Şimdiye kadar yarım yamalak istediğimiz şeyleri tekrar etmezdik herhalde!.. Dünyayı istemezdik. Makam, mevki istemezdik, menfaat istemezdik.

“Sana geliyorum yâ Rabbî!.. Afva layık olmasam da affını istiyor, Senin huzuruna yüzü ak, kalbi ak, gönlü ak olarak gelenlerden olmak istiyorum!” diyerek ebedî saadetimizi isterdik. Cemâlullahı görmeyi, Rasûlullâh’ın sancağının altında yer alabilmeyi isterdik…

Öyleyse şimdi böyle bir namazın, böyle bir duânın vakti gelmedi mi? Yoksa kıldığım namazın son namazımız olup olmadığının bir garantisi mi var elimizde!...

PAYLAŞ:                

Şefika Meriç

Şefika Meriç

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle