Sevgimiz De Mukaddestir, Nefretimiz De

İstanbul’da göreve başladığım ilk yıllarda idi. Günlerden Cuma idi. Vaazım yeni bitmişti. Müftülükten aramışlar ve “Mor Çatı Sığınma Evleri”nden birisine, Edirne’nin bir ilçesinden kaçıp, müftülüğümüzün hemen yanındaki câmiye sığınan bir genç kızı götürmemi istemişlerdi. Biz o eve varana dek saat çoktan 16:30 olmuştu. Ben kızcağızı bırakıp çıkacağımı zannederken, “kendisi ile ön görüşme yapmadan alamayacaklarını” söyleyen psikoloğun, görüşme sonrasında:

“-Maalesef kızımızın rehabilite edilmesi lâzım, rehabilite olmadan aslâ alamayız.” sözleri ile öylece kalakalmıştım.

Kızımız, doğar doğmaz bir câmi avlusuna bırakılmış, Çocuk Esirgeme Kurumu’nda büyümüş; sevdiği bir arkadaşı, çalışanların tâcizine uğrayınca korkusundan kurumdan kaçmış ve yıllarca hastahâne ve karakolların banklarında yatmıştı. Bu zaman diliminde güvendiği insanların hakaretine uğramış, en son canına yetmiş ve bir cami avlusuna sığınmıştı.

Mesâî saati bitmişti ve o saatte götürebileceğim -lions kulüplerinin merkezleri hâriç- (ki buraların kapıları, yedi gün, yirmi dört saat açıkmış) dînî hassasiyetleri olanlara ait hiçbir merkez yoktu. Devlete ve belediyelere ait olanların da hafta sonu tatilleri ile birlikte sekiz-beş mesaisinin dışında bir şey yapamadıklarına şahit olmuştum. Bütün bunları öğrenen kızımız, küfretmeye ve bedduâ etmeye başlayınca işler iyice sarpa sardı:

“-Ben size din adamısınız; artık güvende olabilirim diye sığınmıştım. Bana «seni açıkta bırakmayız» diye söz vermiştiniz, şimdi ne olacak?” diyor, yol boyu bütün gücü ile bağırıyordu:

“-Allâh’ım! Ben Sana ne yaptım?! Ne yaptım da bu hâldeyim? Anamı sen seçtin, zaten hiç görmedim. Her önüme gelen bana acı çektirdi. Bütün çocuklar evlerinde anasının-babasının yanında iken, yirmi yaşıma girdim, hâlâ kimsesizim; evsiz barksızım. Ben Sana ne yaptım?!”

Tam Taksim Meydanı’na, anıtın olduğu yere gelmiştik ki, kızımız boğazıma sarıldı ve:

“-Şimdi seni öldüreyim mi ha! İnan seni öldürürsem, gidecek bir yer bulurum.”

* * *

Öyle şeyler oluyor ki; birileri katilleri evinde saklıyor, birileri hırsızları… Birileri milletin kızına-kadınına kumpas kuruyor. Birileri millete borç veriyor, vaktinde alamayınca borcuna faiz uyguluyor, daha ödeyemedi mi evini tâciz ediyor, âilesini korkutuyor. Birisi katkı maddeli gıdalarla milleti zehirliyor. Birileri ahlâksızlık tellâllığı yaparak milletin evlâdını yoldan çıkarıyor. Birileri câmi avlusuna, “veled-i zinâsı”nı bırakıyor, birileri minicik yavrulara tecâvüz ediyor. Dünyada kötülükler kol geziyor. “Bu kötülüklere Allah -celle celâlühû- niçin engel olmuyor da mazlumun, âcizin ağlamasına izin veriyor?!” diyor bazı akl-ı evveller... Bunun Allah -celle celâlühû-’nun değil, inananların vazifesi olduğunu düşünemiyoruz.

Dünyaya Allah Teâlâ’nın halifesi olarak gönderilen insanı, Allah -celle celâlühû- akıl, iz’an, îman, irade, vicdan ve gönül ile donatmış. Kendi emri doğrultusunda adâlet ve insaf ile mahlûkâta muâmele etmesini de emretmiş. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmuşlardır ki:

“Îmânın esası ve en kuvvetli alâmeti, hubb-i fillâh, buğd-i fillâh, yani Allah için sevgi, Allah için buğzdur.” (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, I, 90)

Yani Allah Teâlâ’nın kullarını üzen, zulmeden, Allâh’ın râzı olmadığı kişileri sevmemek, nefret etmek, onlarla mücadele etmek; insanların ve kâinâtın hayrına çalışan inananları ise sevmek, yanlarında olmak, destek olmak... Bir âlime:

“-O kadar yıl ilim peşinde koştun, ne öğrendin?” diye sordukları zaman:

“-Allah için kimler sevilir, kimler sevilmez, onu öğrendim.” diye cevap verir.

Demek ki, Allah için sevmek ve Allah için nefret edip kin tutmak, öğrenilmesi gerekli en kıymetli amel…

* * *

Rivâyetlerde vardır. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’ya sorar:

“-Bugün benim için ne yaptın?

“-Namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim.” diye cevap verir Hazret-i Mûsâ.

“-Ey Mûsâ, kıldığın namazlar, seni Cennete kavuşturacak, kulluk vazifendir. Oruçların, seni Cehennemden korur. Verdiğin zekâtlar, kıyamette, sana gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında, sana ışıktır. Bunların faydası sanadır. Benim için ne yaptın?” denilince, Hazret-i Mûsâ çaresiz kalır:

“-Yâ Rabbi, Senin için ne yapmak gerekirdi?” diye sorar. Cevap ise şöyledir:

“-Sırf Benim için dostlarımı sevip, düşmanlarıma düşmanlık ettin mi?”

* * *

Evlâdına gaddarca davranıp, başka kucaklarda sevgi aramasına sebep olan davranışı nasıl severiz? Nefsinin türlü çirkinlikleri ile âşık görünümlü, sırtlan postundaki hâine inanıp kendini teslim edene, cami avlusuna o sabînin bırakılmasına sebep olana, ne desek uygun olur?! En mahrem, en gözbebeği olması gereken bir kuruma, olur olmaz herkesi ahlâkını denetlemeden alıp, minicik yavruları teslim edene ne demeliyiz? Gözünün zinâsına engel olmayıp en âdî porno siteleri ile gönlünü günah ile karartırken, ahlâkî erozyona uğrayıp da sapık noktasına gelen, evli olduğu hâlde, minicik bedenleri bir et parçası gibi gören o insan değil, hayvan bile demeye dilimizin varmadığı o varlıkları nasıl sevebiliriz?! O zaman Hâbil ile Kâbil aynı kefeye konmuş olmaz mı? Kişiye değil, kötülüğe düşman olunur, âmennâ… Kötülüğe düşman olmak da ancak o kötülüğü yapan kişi hakkında caydırıcı kararlar almakla mümkündür.

Bir âlim, çarşıdan geçerken, çocuğun birinin, bir ihtiyarın yüzüne tokat vurduğunu görür. Fakat ihtiyar, hiç ses çıkarmaz. Âlim, hayret edip sebebini sorar. İhtiyar:

“-Ben buna, hattâ daha fazlasına lâyığım!” diye cevap verir. Âlim, bu kez çocuğa sorar:

“-İhtiyara neden tokat attın?!” diye… Çocuk cevap verir:

“-Bu ihtiyar, bizi sevdiğini söylüyor. Fakat iki gündür, bizi görmeye gelmedi. Ya seviyorum iddiasında bulunmasın yahut sevginin îcâbını yapsın!”

Âlim, ağlar:

“-Bir mahlûku sevdiğini söyleyip de, sevgisinin gereğini yapmayan tokat yerse, ya Hâlık’ı sevdiğini söyleyip sevginin hakkını vermeyenin hâli nice olur?”

* * *

Etraftan bir tek kişi bile “Siz ne yapıyorsunuz?” diye yanımıza gelmedi. Ne acı!.. Kız bütün öfkesi ile beni sarsarken güçlükle açtığım telefonumdaki ses kulaklarımızda çınladı:

“-Hemen polisi aradık geliyorlar.”

Kaçtı, gitti. Ne yapacaktı ki? Ne arkasından koşabildim, ne yardım edebildim. Öylece kalakaldım. “Ne yapayım, arkasından koşayım mı?” diye sorduğumda bana söylenen şu idi:

“-Kaçanın arkasından gidilmez. Onu şu saatten sonra nereye götürecektin? Bak, kurum bile kendi güvenliğini düşünerek «Rehabilite edilmeden kabul edemeyiz, önce rehabilitasyon merkezine yatmalı!» demiş. Sen evine götürse idin ve gece yarısı “Batsın bu dünya!” deyip kendini aşağı atsaydı, ne yapacaktın?! Verilmiş sadakan varmış şükret!..”

Ben şimdi neyime şükredecektim, istiğfar etmem gerekirken…

Eşinden resmen boşanıp da, dînî nikâhının olduğunu zanneden (Hâlbuki mahkemenin boşaması bir bain talak hükmündedir ve dînî nikâh da biter) ve ölmüş ana-babasının dul-yetim maaşını, gayr-i meşrû kocası ile yiyen kişiye buğz etmezsek, nasıl müslüman oluruz? Görülen kötülükleri bildirip engel olmak boynumuzun borcu iken, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” diyen kötü insanların (İyiler bu sözü söylemez çünkü!..) sözlerini haklı bulursak, nasıl Allâh’ın -celle celâlühû- sevgisini kazanırız? Kaçak elektrik kullanana göz yumuyorsak; koca bir apartman, bir modemden internete giriyorsak ve böylelerine göz yumuyorsak ibadetlerimiz bizi kurtarır mı?

Kinimiz de mukaddestir, sevgimizde... Hak etmeyeni sever, sevgiyi hak eden kimseden de nefret edersek kâmil mü’min olur muyuz? Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi, “Bâtıla ve tutkulara dalıp gidenlerle birlikte dalıp gitmiş.” (el-Müddessir, 45) olmaz mıyız?

Gençleri cinsel obje olarak gören ve bunu medenîlik olarak pompalayan beden simsarlarına kin tutarız. Ancak yirmili yaşlarının sonuna doğru beyninin mantıklı düşünme merkezleri tam potansiyel çalışmaya başlarken, on sekiz yaşındaki çocuğa:

“-Sen artık reşitsin.” diyerek cinselliğini özgürce (!) yaşamasını öğütleyen, itaat noktasında ana-babaya düşman edenlere kin tutarız. Gözü mala doymayan, bir karış toprak için rüşvet verip, haksız gasplarla dünyasını çoğaltırken âhiretlerini boşaltanlara kin tutarız.

Nefret etmiyor, uzaklaşmıyor; hâlâ onunla birlikte yiyip içiyorsak bizim de sonumuz onlar gibi olur.

Müsned ve Sünen kitaplarında geçen ve Abdullah bin Mes’ud -radıyallâhu anh-’dan yapılan rivayette Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden öncekilerde biri günah işlediğinde, diğeri gelip onu bundan nehy eder, azarlardı. Ertesi gün de sanki onu dün günah işlerken görmemişçesine onunla oturur, birlikte yer, içerdi. Bunu gören Allah, bunların kalplerini birbirine benzetti. Sonra onlara Dâvud -aleyhisselâm-’ın ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın diliyle lanet etti. «Bu, onların isyan etmeleri ve haddi aşmaları sebebiyleydi.» (el-Mâide, 178)

Muhammed’in canını elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehy eder, sefih ve zâlimin zulmünü engeller ve onu hakka çevirir, hak üzerinde durdurursunuz ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir, sonra sizi de onları (İsrailoğullarını) lânetlediği gibi lânetler.” (Ebû Davûd, Melâhim, 17/4336)

Kısacası, kötüye izin veren kötülere, iyiye destek olan iyilere dâhil olur.

“Düzen böyle kurulmuş, böyle gider; yapabileceğimiz hiçbir şey yok!” diyen bir kişi, îmanın kemâlâtına eremez.

“Duâ edelim.” Habire bu sözü dilimize dolamışız, duâ edince sorumluluktan kurtulduk sanıyoruz. Hem duâ edeceğiz, hem zâlimin elini tutacağız; bu olmaz!.. Hem duâ edeceğiz, hem fâcire “Yapma!” diyeceğiz. Hepsini denedik de olmadı mı; o zaman araya mesafe koyup, onunla teşrîk-i mesâîyi kesip yine de duâ etmeye devam edeceğiz. İnsan olmak ve insana yakışan davranışı sergilemek, ancak Allah için sevip, Allah için kin beslemekle mümkündür.

Doğru yerde, doğru zamanda, doğru kişiye karşı, doğru duyguyu, doğru miktarda kullanabilme yeteneğine “duygusal zekâ” denirken, gıybet edeni dinleyip susturmayan, zulmedene sesini çıkarmayana nasıl duygusal zekâsı yüksek deriz.

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyuruyor ki:

“Muhammed -aleyhisselâm-’a uymak için, O’nu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de, onun düşmanlarını düşman bilip sevmemektir. Sevgiye müdâhene (gevşeklik) sığmaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalpte, bir arada bulunamaz.”

Biz bu emri yerine getirdiğimiz zaman o genç kız gibi olanlar: “Ben Sana ne yaptım da bütün bunları başıma getirdin?!” demeyecekler. Allah için buğz edenler, kötünün kötülüğüne fırsat vermezse, kötülükler boğulur gider. Kötülük yapanın yanında bulunmak ve sessiz kalmak, o işi yapmak ile eş değer!.. Zira hiçbir kötü, kötülüğü tek başına yapamaz, destekçileri olmasa başaramaz.

Buğz edilecek kişiler, âyetlerin ışığında; “Cenâb-ı Hak, Allah Rasûlü ve inananların dışındakiler” olarak bildiriliyor.

Lâkin genç hanım, arkadaşını kıramayıp 25 Aralık’ta Noel yortusuna kiliseye gidiyor. Hatun kişi, Hristiyan komşusunu o kadar çok seviyor ki, kilisedeki cenazesine katılıyor. Avrupalıyı seviyoruz, medenî buluyoruz, Müslüman âlemini ise pis, şehvetine düşkün ve tembel buluyor, habire konuşuyoruz. Onları o hâle getirenin, sömürgeci, kan emici Avrupalılar olduğunu, hâlâ Müslümanlar üzerinde türlü oyunlar oynandığını göremiyoruz, düşünemiyoruz. Kime buğz edeceğini, kimi seveceğini bilmemek, İslâm âleminin felaketi olmakta…

Bizim dînimiz, en mükemmel dindir. Dîn kemâle ermiştir ve bu kemâlin devamı ve diğer insanların İslâm’a teveccühü için Müslümanın ciddî bir duruş sergilemesi, asil ve izzetli davranması gerekir. Bu durum onda bir heybet oluşturur ve insanların yanında saygın bir yeri olur. Sıradan, kişiliksiz ve kimliksiz insanlar, başkaları üzerinde dâima önemsiz olarak algılanırlar. Prensipleri olan kişiler sevilir, her kabın şeklini alan, olduğu ve göründüğü gibi olması mümkün olmayan varlıklar, saygı uyandırmazlar.

Bu demek değildir ki, Müslümanların dışındakileri hor görelim, kendimizi beğenelim. Çünkü bizâtihî bütün insanlar Allâh’ın yarattığı varlıklardır; o sebepten saygıyı hak ederler, ama sevgi hususu direkt Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı dairesine girdiği için, dikkatli kullanılmalıdır. Sevginin ve nefretin hesabını vermek zordur. Herkes lâyık olduğu yere konulmalıdır ki, dünya üzerinde adâlet yerini bulsun.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:

“Kimin durumunu kestiremiyorsanız; dînini bilmiyorsanız, onun çevresine bakın. Eğer arkadaşları Allâh’ın dînine bağlıysalar, o da Allâh’ın dîni üzeredir. Şayet arkadaşları Allah’tan başkasının dîni üzere iseler, onun Allâh’ın dîninden nasipsiz olduğunu bilin. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle derdi: «Allâh’a ve âhiret gününe inanan bir kimse, kâfiri kardeş, fâciri arkadaş edinmesin. Kim kâfiri kardeş ya da fâciri arkadaş edinirse, fâcirdir, kâfirdir.»” (Biharü’l-Envâr)

Kalbi yönetmek çok zordur, aklı yönetmek daha kolay… “Kimi sevip kimi sevmeyeceğime ben karar veririm. Gönlüm kimi isterse onu severim.” diyoruz. İyi hoş da; gönlümüz bu hususta ne kadar ehil? Sevdirdiği kişiler, bize dünya-âhiret saadeti verecek kişiler mi? İçki içen arkadaşları ile içki masasına oturan, onlarla muhabbet ettiğini söyleyen dindar kişi, mahşerde kendisini nasıl savunacak? O masada bulunması, içki içenlere yapılan bir kötülük değil midir? Onların kalbinde: “İçmiyor, ama bizim masamızda da oturuyor, demek ki biz kötü bir şey yapmıyoruz!” düşüncesine sebebiyet vermek olur ki, bu Cenâb-ı Hakk’ın nazarında rahmete muhâliftir.

Gönlümüz, tam bir mezbele; ne sevdiklerimiz hak edenler, ne de nefret ettiklerimiz... Bu sebepten olsa gerek ki, kimleri sevip, kimlere buğz edeceğimiz de âyetlerle emredilmiş ve bizim insiyatifimize bırakılmamış. Biz herkesi sevme ruhsatına sahip değiliz. Sevmemize izin verilir, ama hesabı da sorulur.

 Yunus’un şu mısraları söylenir ha söylenir, herkesi sevmeliyiz nakaratı ile birlikte:

“Gelin tanış olalım

İşi kolay kılalım

Sevelim sevilelim

Dünya kimseye kalmaz.”

Tanış olup hak yolda birleşildikten sonra sevip sevilmekten bahsediliyorken, nasıl olur da bu sözleri “herkesi sevmeye” odaklarız.

“O gün, zulmeden, ellerini (hınçla) ısırarak (şöyle) der: «Ah keşke, Rasûl ile birlikte bir yol edinmiş olsaydım! Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim. Çünkü o, gerçekten bana geldikten sonra beni zikirden (Kur’ân’dan) saptırmış oldu.» Şeytan da insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.” (el-Furkan, 27-29)

Yûnus Emre bu âyetleri okumamış mıdır? Yoksa o, bu âyetleri okudu, ona göre şiir yazdı da, biz mi onu yanlış anlıyoruz?!

Biz hümanist olamayız; her ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, bütün insanları sırf insan oldukları için affedip sevme özgürlüğümüz yok!.. Bunu savunanlar dahî işin içinden çıkabilmiş değiller. Çünkü “her şeye rağmen herkesi sevmek” dünyanın sonunu getirir. Kötüye fırsat verir, iyiyi yok eder. “Herkesi sevmekle” değil, “Allah için sevmekle” mükellefiz. Allâh’ın râzı olduklarını sevmekle emrolunmuşuz. Ebû Cehil ile Ebû Bekir Efendimiz aynı kefelere aslâ konulamaz. O hâlde onların sevgisi de aynı olamaz!..

PAYLAŞ:                

Fatma Hale Sagim

Fatma Hale Sagim

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle